Canlı Nedir?

Birçok bilim insanı yaşamı tanımlamaya çalışmıştır. Ne var ki okullarda bize öğretilen basit tanımlar hep hatalı olmuştur. Zira evrende canlıcansız ayrımı yoktur! Bu ayrımı sınıflamada kolaylık olması açısından biz yaratıyoruz. Günümüzde karşılaştığımız yaşam formları, en eski canlı formlarından çok farklı özellikler sergilemektedir. Yaşam tarihi, evrim diye tanımladığımız çok kapsamlı ve halen süregiden bir değişim sürecinden oluşur. Özellikler, yaşamın evrimsel tarihindeki birçok farklı soy hattında ortaya çıkarak bugün gördüğümüz muazzam canlı çeşitiliğini meydana getirir.

Yaşamı tarif edebilmek için, başlangıçtaki belirgin özellikleri dikkate almak mümkündür. Sözgelimi, moleküllerin kopyalanması yaşamın kaynağına kadar gider ve yaşamın genel özelliklerinden birini oluşturur. Ne var ki, yaşamı bu şekilde tanımlamak, bazı cansız yapılarla ortak bir özellik olarak karşımıza çıktığında sorun teşkil eder. Yaşamın kökenini araştırabilmek için, organik moleküllerin nasıl olup da tam bir kopyalama yeteneği kazandığını sormak gerekir. Yaşamı tanımlayan kopyalama işlemleri ile yaşamın ortaya çıktığı maddedeki genel kimyasal tepkimelerden olan kopyalamalar arasındaki çizgi nerede çizilecektir? Örneğin bir araya toplanmış kimyasal maddelerdeki kompleks kristal yapıların kopyalanması, canlı sistemlerdeki moleküler kopyalanma özelliğiyle karıştırılabilir. Peki aralarındaki fark nedir? Yaşamı sadece bugün gözlenen canlı sistemlerin özellikleriyle tarif etmeye kalkarsak, cansız dünya belki tanımımızın dışında kalır. Ancak bu defa da ilk yaşam formlarını elemiş oluruz; oysa bütün diğer yaşam biçimleri onlardan türemiştir. Yaşama tarihsel bütünlük kazandıran onlardır.

Biz, şu an kendimize ve evrendeki karbon bolluğuna bakarak en çok aşina olduğumuz canlılık tanımının peşinden gidiyoruz. Başka gezegen ve uydularda karbon temelli yaşam aramamızın sebebi bu. Bu arayış mantıklıdır da. Çünkü hiç bilmediğimiz bir kimyanın peşinden gitmek, gözü kapalı seyahat etmeye benzer. Bu yüzden keşfettiğimiz ilk yaşam formu önemlidir. Canlılık en basitinden belki de biyokimyasal zorunluluktur? Canlılığın tanımını başta mikroskobun keşfiyle bakterileri gözlemleyerek geliştirdik, ardından virüslerin keşfiyle düzenledik. Şimdiyse prionların keşfi bu tanımı yeniden tartışma konusu yapmıştır. Gün geçtikçe bu tanımları genişletiyoruz. Zaten bilimi bilim yapan da budur; bilmediğini bilmesi ve kendini yeni argümanlarla geliştirmesi…

Soracak olursanız bilhassa kurulu bir mekanizma gibi virüs de canlıdır. İçinde de bakteriye veya bir tip ökaryota girince onun enerji yolaklarından faydalanıp işlem yapabilecek enzimleri vardır. Sadece ATP üretimini sağlayacak kadar gelişmiş enzimleri ve aminoasiteri motife işleyecek biyokimyasal ortamı yoktur. Ökaryot veya prokaryot hücresine girince Kendi RNA veya DNA’sını çoğaltacak polimeraz enzimini bile kendinde taşır. Üstelik virüslerin immün sistemden kaçış (evazyon) stratejileri dahi bulunur. Hatta Pox gibi büyük virüslere bakarak, virüslerin aslında bakterilerden evrimleştiği yönünde destekleyici bulgular mevcuttur. Virüsler ile bakteriler arasında geçiş formu olan riketsiyalardan anlayabiliriz bunu. Bazı çalışmalara göre ise bakterilerden bağımsız olarak diğer “cansız” protein yolaklarından evrimleşmiş olabilirler.

canlılık

Belki de canlılıkla cansızlık o kadar da farklı değildir. Belki kendi biyolojik mekanizmalarını sağlayabilecek veya sağlatabilecek bir biyokimyasal yeteneği olan, organik bazlar ile genetik materyalini işleyebilen veya işletebilen, madde içi gradienti kısmen sabit olan biyokimyasal molekülleri canlı diye tanımlıyoruzdur. Zaten hepimiz sabit sıcaklıkta çalışan kimyasal makineler değil miyiz? İşte madde/evren böyle bir şey; formdan forma girip nitelikler üretiyor, sonra da kendisini seyreden bir şey oluyor. Biz evrene ait bir niteliğiz ve evreni seyrediyoruz.

Kaynak: Zooloji: Entegre Prensipler (16. Baskı) – syf 2, 3

Yazar: Pedram Türkoğlu

Anatomi anabilim dalında araştırma görevlisi doktor. Aynı zamanda yaban hayatı fotoğrafçısı ve bilim yazarı.

İlginizi Çekebilir

İlk Doğan Hipotezi: Ya Samanyolu’ndaki İlk Gelişmiş Uygarlık Bizimkisiyse?

1950’de İtalyan-Amerikan fizikçi Enrico Fermi, Manhattan Projesi kapsamında 5 yıldır çalıştığı Los Alamos Ulusal Laboratuvarı’nda …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin