İkonik fotoğraflar vardır. Napalm bombalarının alevlere boğduğu bir arka planda felaketten kaçan çırılçıplak bir kız çocuğu, kadın çocuk ayırmayan duygusuz gerçekliğiyle Vietnam Savaşı’dır. National Geographic dergisinin 1985 Haziran sayısının kapağındaki yeşil gözlü kız, acılarla dolu tarihi, yabancı güçlerce bitimsiz işgalleri ve belki de bu güneşle kavrulmuş dağlar, uçurumlar, kayalık çöller ülkesinde her şeye rağmen filizlenen umutla Afganistan’dır. Seyrek beyaz saçları darmadağın, muzipçe çıkmış diliyle kameraya nanik yapan yaşlı adam da pek çok insanın imgeleminde herkesin kolay kolay anlayamayacağı formüllerle ifade edilebilen evren sırları, bu sırları ortaya çıkartan deha, bu dehanın yan etkilerinden çocuksu, delice bir bilgeliktir.
Deli dahi imgeleminin kaynağı Einstein değil kuşkusuz. Deney tüpleriyle dolu bir odada beyaz önlüğü ve tel tel dağınık saçlarıyla çılgınca deney yapan, laboratuar patlatan “profesör”, 19. yüzyıl romanlarında, karikatürlerinde rastlanan bir figür. Elbette bir gerçekliğe işaret de ediyor. Bilimsel bir probleme uzun süre odaklanabilmek, gece gündüz, trende tramvayda onu düşünmek biraz obsesif bir yapı gerektiriyor olabilir. Bu insanların bir kısmının otistiklerle paylaştıkları özellikler de vardır. Ama çoğu düzenli hayatları olan, giyimlerine çok özen göstermeseler de takım elbise altına parmak arası terlik giymeyen, lekeli gömleklerini yıkamaya veren insanlar olmalı.
Bohr, Heisenberg, Pauli gibilerinin resimlerinden düzenli berbere gittiklerini de çıkarabiliyoruz. Oysa Einstein’ın ünlü fotoğrafı deli dahi, bilim adamı stereotipinin kristalize hali gibi beliriyor önümüzde. Einstein gerek adının söylenişindeki karizmayla (Türkiye’de aslına uygun olarak “Aynştayn” denir. İngilizce konuşulan dünyada “Aynstayn” olarak okunuyor.) gerek tipi ve gerekse teorisinin yine karizmatik adıyla diğer bilimin insanlarından ayrılıyor. İzafiyet, görelilik ya da relativite, nasıl derseniz deyin.
Popüler algıda Einstein adı yüksek zekâyla aynı anlamda kullanılır durumda. Yüksek bilişsel yetenekler gösteren genç dahiler Einstein’la karşılaştırılıyor. Einstein’ın bile çözemediği ya da sadece Einstein’ın çözebildiği problemler havalarda uçuşuyor. Einstein’ın parçalara ayrılarak kavanozlara konulan, gerçekte normal bir insanınkinden farkı olduğu şüpheli beyniyle ilgili efsanelerde bu beyin normalden yüzde elli ağır, yüzde yetmiş beş daha yoğun yüzde bilmem ne daha çok nöron bağlantılı ya da kıvrımlı olarak karşımıza çıkıyor. Onun adını taşıyan kolejler öğrenci toplamaya çalışıyor. İnsanlar bebeklerini onun gibi olması için Einstein setlerinden çıkan klasik müzik cd’leri dinleterek büyütüyorlar.
Akademik dünyada Einstein bir mucize adam. Yirminci yüzyıl başlarında durup dururken ortaya çıkmış, yazdığı devrim niteliğindeki makalelerle evrenle ilgili algılarımızı radikal bir şekilde değiştirmiş, kimilerine göre nedenselliğin köküne kibrit suyu dökmüş, fiziğe seviye atlatmış bir yarı tanrı. Kimilerinin belki de doğru dürüst anlamadıkları teorilerini orada burada ilgisiz bağlamlarda referans olarak kullanabildikleri şıklaştırma aracı. Görelilikse yine menkıbeleşmiş anlatılarda sadece üç kişinin anladığı bir matematik ve fizik şaheseri. İçerdiği paradokslar bile teorinin güzelliğine, maddenin maddeyi uzaktan etkilemesini uzayın çukurlu yapısına bağlaması, açılan yeni ufuklara yoruluyor. Varlığını yüz yıl önceden öngördüğü olgular, anlam ve bağlamı farklı da olsa hala teker teker gözlemleniyor. Görelilik olmasaydı GPS sistemlerini kullanamayacağımız miti akademik ağızlarda bile yer bulabiliyor. Akademik dünyada Einstein bir gerçeklik referans noktası olarak kabul ediliyor. Doğru kabul edilen teorilerinin varsayımlarını ispatlamaksa ardıllarına düşüyor.
Bu imgelemin gerçekle ilişkisi ne o halde? Gerçek Einstein yukarıda beliren portreyle ne kadar uyumlu? Ünlü E=mc2, gerçekten nükleer enerjinin temeli midir? Görelilik teorisini hiç yoktan mı yaratmıştır?
Görelilik Teorisi
Görelilik popüler algının aksine fizikte çok eski bir kavram. Galileo’da da var. Üstelik Einstein’ınkinin aksine kavraması son derece kolay. Bir uçaktasınız. Hostes size sandviç servis ediyor, (Ortalık batmasın diye çay kahve demiyoruz) sandviç elinizden kayıp yere düşüyor. Siz sandviçin dikey düştüğünü yani size göre yatay hızının olmadığını gözlemliyorsunuz. Bir kalemi elinizden serbest düşmeye bırakmak gibi. O sırada üzerinden geçmekte olduğunuz bir kasabada dalgın dalgın yürüyen bir genç belki uçağın gürültüsünden irkilip elindeki sandviçi düşürüyor. Her iki sandviç de hemen hemen aynı sürede aynı rotayı izleyerek düşer. Oysa aralarındaki hız farkı saatte sekiz yüz kilometredir. İşte, Galileo’cu görelilik bu.
Yemekli vagon masasındaki bardak size göre hareketsizdir ama geçitte treni bekleyen bir arabadaki sürücü onu saate yüz kilometre hızla güneye doğru giderken görür. Galileo’cu görelilikte tren, istasyon ya da uçaktaki nesnelerin birbirlerine göre hareketleri hızları toplanarak, çıkarılarak, aralarında açı varsa en fazla biraz trigonometri kullanılarak kolaylıkla hesaplanıp birbirleri cinsinden ifade edilebilirler. İşi karıştıran eter/esir denen kavram. Yirminci yüz yıl başlarına kadar bütün evreni doldurduğu varsayılan bir ortam eter. Güneş ve yıldızları görmemizi sağlayan, onlardan gelen enerjiyi ileten bir zemin. Heinrich Hertz’in 1887’de elektromanyetik dalgaların varlığını göstermesi ve James Clarke Maxwell’in ışığın da elektromanyetik dalga olduğunu ispatlamasından sonra yeniden popüler hale gelen eski bir kavram.
Fizikçiler evrenin böyle bir maddeyle dolu olmasından hareketle dünyanın ona göre hızını ölçme işine girişirler. 1880’lerde Albert Michaelson ve Edward Morley tarafından bir dizi deney yapılır ama sonuç alınamaz. Deneyin başarısız sonucunu açıklamaya çalışanlardan biri Voldemar Voight’dır. Einstein’ın da kullandığı dönüşüm faktörünü, yerel zaman kavramını ilk türetenlerden biri olmasına rağmen çağdaşlarınca görmezden gelinir. George FitzGerald yine özel görelilikte yer alan boy kısalması olgusunu ortaya atar.
1892-1895 yılları arasında Hendrik Lorentz bir dizi yayınla Michaelson-Morley deneyinin boş sonucunu (Dünya’nın eterde sürüklenme hızının belirlenememesi) açıklamak için diğerlerinden bağımsız olarak yerel zaman, uzayda hıza bağlı büzülme kavramlarını ortaya atar. Henri Poincare da eter okuluna mensuptur. Lorentz’in arkadaşıdır. Sık sık mektuplaşırlar. Poincare, Lorentz’in çalışmalarında tespit ettiği eksiklikleri gideren görelilikle ilgili makalesini Einstein’dan birkaç ay önce yayınlar. Gerek Lorentz gerek Poicare’nın çalışmaları Einstein’ınkilerle güçlü benzerlikler gösterir. Tek önemli fark Lorentz ve Poincare’nın eter varsayımıdır. Lorentz dönüşümlerine anlam veren eter varsayımını atan Einstein’ın ünlü ikinci postülasına kaynak bulmak için sonradan kayda değer bir çaba gösterilmesi de dikkat çekici. Sonuçta İngiliz Kraliyet Bilimler Akademisi başkanı Arthur Eddington’ın 1919 güneş tutulması gözlemlerinin yardımıyla genel görelilik teorisine ve Einstein’a popülerlik kazandırması diğer isimlerin zamanla silikleşmesine neden olur.
Nükleer Enerjinin Babası (mı?)
Enerji kütleyle ışık hızının karesinin çarpımına eşittir. Ünlü E=mc2 formülü böyle bir şey söyler de bu tam olarak ne demek? Yani iki kilo domatesin içinde bir şehri dümdüz edecek kadar enerji mi var? Bu hesaba göre iki kilo domates enerjiye çevrilirse 100 watt gücünde bir ampulü elli altı milyon yıl çalıştırmak mümkün! Neredeyse dinozorlar çağından bu güne geçen zaman. Neden kimse yapmıyor bunu o halde? Üstelik domates olması da şart değil. Deniz kumu da aynı işi görüyor! Ne demektir madde enerji eşitliği? Uranyumu parçala, ortaya enerji çıkar mesajı veriyor mu gerçekten?
Nükleer enerji, Wilhelm Rontgen’in iyonize edici radyasyonu 1895’de keşfetmesinden Henri Becquerel’in 1896’da alfa ve beta radyasyonu keşiflerine, Pierre ve Marie Curie’nin 1898’de polonyum ve radyumu izole etmelerine, Ernest Rutherford’un yine alfa ve beta ışınım deneylerine, 1911’de Frederick Soddy’nin doğal radyoaktif elementlerin izotoplarını, 1932’de James Chadwick’in nötronu keşfine, Enrico Fermi’nin ağır elementlerle yaptığı deneylere, 1938’de Otta Hahn ve Fritz Strassmann’ın nükleer fizyonla baryum uranyum ilişkisini göstermelerine ve nihayet Niels Bohr’un öğrencileri Otto Frisch ve Lise Meitner’in fizyon reaksiyonunu ve çıkan enerjiyi hesaplamalarına kadar uzanır. Yani kimse formüle bakıp hadi uranyumu parçalayalım demiyor. Adları burada anılmış anılmamış yüzlerce bilim insanının kolektif ve zamana yayılan emeklerinin sonucu nükleer fizyon.
Ünlü bağıntı nereden çıktı o halde? Tarihçesine bakıldığında göreliliğinkine benzer bir hikaye ortaya çıkıyor. On dokuzuncu yüzyıl fizikçileri için elektromanyetizma maddenin de arkasında yatan bir olgu. Bu nedenle hareket eden nesnelerin elektromanyetiği ilgi konusu. Önündeki havayı iten bir plaj topunun olduğundan kütleli hissedilmesi gibi, hareket eden manyetik alanların atalet kütlesinde durağanlığa göre fazlalık olacağı varsayılıyor. Diğer bir ifadeyle kütle durağan ve harekete bağlı olarak efektif diye ikiye ayrılıyor. Durağanlıksa etere göre tanımlanıyor.
1889’da İngiliz fizikçi Oliver Heaviside efektif kütleyi bugün kabul edilen değere yakın olarak hesaplıyor. 1904’de Avusturyalı fizikçi Fritz Hasenöhrl siyah cisim ışıması adı verilen bir olguyu ve bunun etkilerini enerjinin korunumu yasasına göre inceliyor. Bu yazının konusu dışında kalan bir düşünce deneyi ve hesaplamalarla ünlü formülü bugünkü şekline yakın olarak ilan ediyor. Enerjiyi kütle ve ışık hızının karesinin çarpımına değil onun dörtte üçüne eşit buluyor. Çok kısa bir süre sonra Einstein aynı dergide kendi versiyonunu yayınlıyor ama kendi daha sade formunu ispatlamıyor. Atalet kütlesi/efektif kütle kavramı da sadeleşerek kütleye evriliyor.
Max Planck’a göre de enerji-atalet kütlesi ilişkisinin babası Einstein değil Hasenöhrl. Bu konuda 1909’da şöyle diyor; “Siyah cisim ışımasının atalete sahip olduğu ilk kez Fritz Hasenöhrl tarafından gösterildi.” Ancak belli ki Planck’ın Heaviside’dan haberi yoktu. Bilim tarihi böyle vakalarla dolu. Belli bir dönemdeki bilimsel gelişim tarihin başından beri yaşamış on binlerce insanın emeğine ve o dönemdeki onlarcasının katkısına bağlı olarak gelişir. İçlerinden biri bir şekilde öne çıkar diğerleri sadece meraklıların zihinlerinde kalır. Einstein’ın çağdaşlarından bol miktarda esinlendiği tarih biraz karıştırılırsa ortaya çıkıyor. Peki bu esinlenme sadece dönemin diğer fizikçilerinden mi?
Mileva Maric
Mila Maric bir Sırp kadını. Zürih Politeknik’te Albert Einstein’ın sınıf arkadaşı. Sınıftaki tek kadın öğrenci. Tanıştıklarından çok kısa bir süre sonra arkadaşlıkları romantik bir ilişkiye dönüşüyor. Tüm zamanlarını beraber geçirmeye başlıyorlar. 1900’de Albert Einstein Zürih Politeknik’ten mezun oluyor. Ama asistanlık başvurusu reddediliyor. Mileva ise sözlü sınavı geçemiyor. 1901’deki denemesi de başarısızlıkla sona eriyor. Mileva bu sırada hamile ve evlenmek istiyor. Ancak Albert’in ailesi buna şiddetle karşı. Bunda Mileva’nın Albert’den dört yaş büyük olması, Albert’in işinin olmaması, Albert’in ailesinin bu Sırp kadını küçümsemesi rol oynamış gibi görünüyor.
Albert Einstein 1902’de Bern’de bir patent bürosunda işe giriyor. Mileva ve Albert 1903’de evleniyorlar. Evlilik öncesi doğan çocuklarının akıbeti bilinmiyor. Evlatlık olarak verildiği söylentiler arasında.
Evlilik öncesi, 1899-1903 yılları arasındaki mektuplaşmaları, yakınlıklarını ve akademik konularda çalışmalarını ortak yürüttüklerini gösteriyor. Mileva’nın hayatıyla ilgili çalışma yapan bazı tarihçiler çiftin bütün akademik çalışmaları beraber yaptıklarını ama yalnızca Albert Einstein’ın adıyla yayınlamayı tercih ettiklerini iddia ediyor. Mileva’nın buna izin vermekteki amacının Albert’in akademik dünyada bir pozisyon ayarlamasına yardımcı olmak ve evlenebilmek olduğu söyleniyor. Başka bir iddia da o dönemde bilim alanında kadınlara karşı önyargının makalelerin ciddiye alınmasını zorlaştırma olasılığı.
Mucize yıl 1905’de Özel Görelilik, Fotoelektrik Etkisi ve E=mc2’nin de içlerinde bulunduğu beş makale yayınlanıyor. 1908’de Albert Einstein Bern’de ücretsiz de olsa dersler vermeye başlıyor. 1909’da ise ilk akademik pozisyonunu kazanıyor. Bu süre içinde çocukları oluyor. 1911’de Albert kuzeni Elsa ile ilişki kuruyor. Evlilikleri bu yüzden 1914’de sona eriyor.
Gerek evliliklerinden önce ve evlilikleri sırasında, gerek daha sonra kendi aralarındaki mektuplaşmaları gerekse çocuklarıyla yazışmalarından ele geçenler, Albert Einstein’ın çalışmalarını tek başına yapmadığını, Mileva Maric’in ona kahve getirmekten başka destekler sunduğunu işaret eder nitelikte. Bir başka enteresan gerçeklik beraberliklerinin 1900-1914 yıllarını kapsadığı göz önüne alınırsa Albert Einstein’a ün ve prestij kazandıran çalışmaların hemen hepsinin 1905-1915 yılları arasında gerçekleşmesi. Sonraki yıllarını büyük ölçüde bir birleşik alan kuramı geliştirmeye ve kuantum mekaniğini yanlışlamaya adıyor ama ikisinde de başarılı olamıyor. Çalışmalarında yalnızlaşsa da popülerliği ölümünden sonra da devam ediyor. Elbette popüler kültüre de yansıyarak.
Popüler Kültürde Einstein
Yirminci yüz yıl boyunca Bob Dylan’dan Moody Blues’a Mariah Carey’den Beatles’a ünlü fizikçiye atıf yapan şarkılar, imgeler, romanlar, video oyunları, sinema filmlerine sıkça rastlanır. Steven Spielberg’in 2001 tarihli Artificial Intelligence filminde Rogue City’deki her şeyi bilen hologramik ve eğlenceli karakter Dr. Know, dağınık beyaz saçları ve pos bıyığı ile Einstein modellemesi.
Bir oyundan uyarlanan 1985 yapımı Insignificance’da adları anılmasa da izleyici kadının Marilyn Monroe, erkeğin Albert Einstein olduğunu bilir. Bir otel odasında yıldızlardan, ünden, görelilikten konuşurlar. Gerçekte çok sorumluluğu olmamasına rağmen yapımcılar filmin sonlarına doğru Einstein’a Hiroşima’yla ilgili suçluluk itiraf ettirirler.
2009 yapımı Nutcracker’in 3D filminde alman aksanlı konuşan Einstein görünümlü Albert amca, Einstein’ın ünlü cümlelerini söyler. Yapımcılar Star Wars’daki Yoda’nın gözleri için Einstein’ın bakışlarını kullanırlar. Geleceğe Dönüş filminde zaman makinesinin mucidi Doctor Emmett Brown şaşırtıcı derecede Einstein’ı andırır. Örnekler video oyunlardaki karakterlere kadar uzar. Popüler kültürdeki imge orada durmaz, halk arasında filizlenen söylencelere dönüşür.
Popüler Algıda Einstein
Herhalde en yaygın olanı zeka puanıyla ilgili olandır. Hayatında herhangi bir zeka testine girdiğine ilişkin bilgi yok. Ama medyada IQ puanı 170 ile 220 arasında gidip gelir. Haberlerde zaman zaman Albert Einstein ve Stephen Hawking’i zeka testlerinde geçen rekortmenler yer alır.
Bir diğer söylenti Einstein’in solak olduğu. Dehasının anatomik farklılıktan kaynaklandığına ilişkin bir kanıt olarak çekici olmalı. Kim bilir belki solaklar bu söylentinin yayılmasında etkili olmuşlardır. Oysa resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla sağ elini kullanıyor.
Bir diğer enteresan mit beyninin yapısıyla ilgili. Beyni 1955’de ölümünden birkaç saat sonra Thomas Stoltz Harvey tarafından çıkarılır ve formalin solüsyonuna yerleştirilir. Daha sonra beyinden kesitler alınır ve incelenir. Çeşitli üniversitelerde zaman zaman yapılan çalışmalar beynin belli bölgelerinde yoğunlaşma, diğer insanların beyinlerinden farklılıklar bulunur ve yayınlanır. Ancak bu çalışmalara eleştiriler gelmekte gecikmez. Araştırmaların psikolojik yanlılık taşıdığı, zira araştırmacıların hangi beynin Einstein’a hangisinin diğerlerine ait olduğunu bildiği, beyin gibi karmaşık ve çok özellikli bir organda bazı karşılaştırma bulgularının ihmal edilebileceği bazılarının kolaylıkla öne çıkarılabileceği iddia edilir.
Popüler algıyla ilgili son olarak Einstein’ın güzel sözlerini anmakta yarar var.
“Delilik aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar beklemektir.”
“Uluslararası hukuk ancak uluslararası hukuk kitaplarında bulunur.”
“Şeytan, bir kişinin kalbinde Tanrı sevgisi olmadığı zamanda olanlardan doğar.”
“Herkes dahidir. Ama bir balığı ağaca tırmanma kabiliyetiyle sınarsanız hayatı boyunca aptal olduğuna inanarak yaşar.”
Başka onlarcası gibi yukarıdakiler de ona ait değil. Onun bir resminin altına ya da yanına italik yazılmış olmaları onları söylediğini ispatlamıyor. Ama onun resmiyle yayılmaları onlara okuyanın gözünde mutlak doğruluk kazandırıyor.
Zamanımızda Albert Einstein’a, 2001’deki New York Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıları, İkinci Dünya Savaşı’nı ve bundan sonra olacak önemli olayları yuvarlak cümlelerle tahmin eden Nostradamus muamelesi yapılsa da aslında sadece dönemin önemli bir fizikçisi. Daha üretkenmiş gibi göründüğü gençlik yıllarında dönemin popüler fizik problemleriyle uğraşıyor. Mucize yıl 1905’dekiler de dahil olmak üzere hepsi kendi çağdaşı fizikçilerin de problemi. Elbette kendinden öncekilerden ve kendi çağdaşlarından yararlanıyor. Karısının desteğinin derecesini belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Teorileri bilimin tanımı gereği yanlışlanmaya ya da aşılmaya açık. En azından öyle olmalı!
Hazırlayan: Selim Erdoğan