ABD’li yazar John Holbrook “Jack” Vance (1916-2013), Kaliforniya Üniversitesi’nde önce madencilik mühendisliği, daha sonra fizik ve nihayetinde gazetecilik eğitimi aldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında, gemisi Ticari Deniz Kuvvetleri’nde iki kez torpido ile vuruldu ve bu olayı 1945 yazında Thrilling Wonder Stories dergisinde yayımlanan “The World-Thinker” adlı ilk öyküsünde işledi. 1940’ların sonunda ve 1950’lerin başında, Startling Stories ve Thrilling Wonder Stories başta olmak üzere, daha çok pulp dergilere yönelik çok çeşitli kısa hikayeler yazdı. Bu hikayelerin çoğu, Lost Moons (1982), Narrow Land (1982), The Dark Side of the Moon: Stories of the Future (1985), The Augmented Agent ve Other Stories (1986) When The Five Moons Rise (1992) ve Hard-Luck Diggings: The Early Jack Vance (2010) adlı toplama kitaplarda yayımlandı. Futures Tense‘de (1964) ise daha çok olgunluk dönemi çalışmalarını okuma şansı yakalarız. Magnus Ridolph’un yıldızlararası maceralarını içeren erken Magnus Ridolph dizisi, The Many Worlds of Magnus Ridolph adı altında toplandı. Bunu son olarak Complete Magnus Ridolph izledi (1984).
Vance, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bilimkurgu ve fantezi türlerinde etkili ve yenilikçi bir anlatı ortaya koymaya girişti. Başarılı da oldu. Zira çalışmaları öylesine etki yarattı ki, ikinci dünya savaşının sonrasında Planetary Romance türünün öncüleri sayılan Leigh Brackett, C.L. Moore veya Clark Ashton Smith gibi isimleri bile geride bıraktı. Bu etkinin derinliği ve süresi, Vance’in yaratıcı bir figür olarak çok uzun yıllar akıllarda yer etmesini sağladı. Çünkü kendi tarzını oluşturmasından yaklaşık yarım yüzyıl sonra bile yüksek kalitede eserler yazabiliyordu. Vance’den açıkça etkilenen yazarlar arasında, Jack L Chalker, Avram Davidson, Terry Dowling, George R.R. Martin, Michael Moorcock, Dan Simmons ve Gene Wolfe, Harlan Ellison, Ursula K Le Guin gibi geniş yelpazeden isimler de bulunmaktadır.
Vance, geniş bir yazım alanı olan Planetary Romence’in içinde iki ayrı tür yaratmıştır. Bunlardan biri, adını ilk kitabından alan The Dying Earth türüdür. Çok uzak bir gelecekte bilim tamamen devre dışı kalmıştır ve yerini sihir almıştır. Milyonlarca yıl içinde dünya toksik bir yer haline gelmiş, insan türü ise genetik mühendisliğin bir ürünü olarak doğal evrimden uzaklaşmıştır. Roman daha önceden yayınlanmış olan altı masaldan oluşur. Bu ölümle dolu dünyada hayatta kalabilmek için çok farklı yeteneklere ve sürekli olarak öğrenilen farklı mücadele biçimlerine ihtiyaç vardır. Vance’in kahramanları, antropolog olarak bu dünyalar arasında yol alan göçmenlerdir. Bu göçmenler, içinde bulundukları yabancı dünyaların verdiği uyarı sinyallerini çözerek umutsuzluğun ve ölümün üstesinden gelmeye çalışırlar.
Vance’in belki de The Dying Earth hikayesi ile ilgili tek talihsizliği, kariyerinin her köşesinde onu takip edecek olmasıdır. Konuların ve olayların bazen kafa karışıklığına yol açacak kadar uzun olduğunu söyleyebiliriz. Son dönemdeki The Dying Earth romanları daha çok The Eye of Overworld (1966), Morreion: A Tale oft he Dying Earth (1979), The Bagful of the Dreams (1979), The Eyes of The Overworld (1974, 1979), Cugel’s Saga (1983) ve Rhialto The Marvelous (1984) gibi kısa hikayelerden oluşur.
Vance’in ikinci Planetary Romance serisinin adı da yine aynı isimli romandan geliyor: Big Planet (1952). 1950’den önce Planetary Romance tarzı, genelde ya Edgar Rice Burroughs‘un eserlerindeki ya da renkli pulp dergilerindeki bilimkurgu maceralarıyla sınırlıydı. Vance’in eksikliğini hissettiği şey, romantizmin ihtiyaçlarına yetecek kadar iyi tasarlanmış bir mekandı. Big Planet‘te Vance, bu beklentiyi sağlayarak Planetary Romance için için gerekli ve oldukça geniş anlatılmış bir bilimkurgu modeli sağladı. Bu romandaki Dünya benzeri gezegen, yeterli kırsal alana sahip ve ağır metal kaynakları önemli ölçüde düşük olan bir yerdi. Bu da hem nispeten düşük yer çekimi hem de düşük teknoloji sahibi olmak için gelişen geniş toplum demekti. Vance’in “Planetary Romance” dünyası, zaman zaman rasyonel bir bakış açısı ile gerçek dünyaya bağlanabilir, ancak hikayelerinin çoğu masalsı bir arka plana sahiptir.
Vance’in erken çalışmaları arasında Son of the Tree (1951) Slaves of the Klau (1952) ve The Houses of Iszm (1954) yer alır. Bunların hiçbiri iyi organize edilmiş kitaplar değildi. Bununla birlikte, Vance’in çalışmalarının ana motivasyonu, The Miracle-Workers (1958) gibi öykülerde olduğu gibi Planetary Romance temasını giderek daha fazla yalınlaştırmaktı. İlk Hugo’sunu kazanan kısa hikayesi The Dragon Masters (1962)’da bu eğilim açıkça görülür. Uzak bir dünyanın uzak bir geleceğinde geçen ve genetik mühendisliğe dayanan bu hikayede bilim o kadar gelişmiştir ki sihir bilim derecesinde kabul görmektedir. Vance’in yarattığı dünyalar zenginleşip karmaşıklaştıkça tarzı da giderek netleşmeye başladı. Hikayeleri etkili, hünerli ve daima zengin; aynı zamanda da ironikti. Karakterleri ve mekanı betimleme yeteneği, gittikçe artan bir şekilde keskinleşiyordu. Yazarın bu artan hünerini şu üç romanında görmek mümkündür: The Blue World (1964), Emphyrio (1969) ve The Anome (1971)
Yazarlık kariyeri geliştikçe, Vance çeşitli diziler yazmaya başladı. Başlarda yazdığı romanlar daha başarılıyken, kariyerinin sonlarına doğru gözle görülür bir düşüş yaşadı. Vance nispeten az sayıda kısa kurgu yazdı. Buna rağmen “Telek” (Ocak 1952 Astounding), “The Moon Moth” (Ağustos 1961 Galaxy) ve The Last Castle (Nisan 1966 Galaxy) gibi hikayeleriyle Nebula ve Hugo ödülleri kazandı. Vance’in en ayrıntılı öykülerinden biri olan “The Moon Moth”, ikincil iletişim biçimi olarak müziğin kullanımını içerir. Space Opera (1965), Emphyrio, The Anome (1973) ve Showboat Dünyası (1975) gibi birçok Vance öyküsünde müzik ve güzel sanatların önemli bir yeri vardır.
1980’lerle birlikte Vance’in üretiminde bir miktar azalma görüldü. Yine de bu dönemde iki yeni seri kaleme almayı bildi. En çok dikkat çekeni ise Lyonesse dizisi oldu. Vance, 1960’lı yıllarda mistik romanlar da yazdı; bunların en iyilerinden biri olan The Man in the Cage ile (1960) Edgar Ödülü kazandı. Ayrıca televizyon dizisi Captain Video için senaryo da kaleme aldı. Adeta bir manzara sanatçısı ve potansiyel insan toplumlarının vizyoner şekillendiricisi olan Vance, kurgularının merkezine daima bilimkurgu ve fantastiği oturttu. 1984’te Dünya Fantezi Hayat Boyu Başarı, 1997’de SFWA Büyük Üstat ödülü ile onurlandırıldığında bunu çoktan hak etmişti. 2001 yılında ise “Science Fiction Hall of Fame”e kabul edildi.
Yazarın ülkemizde yayımlanan tek hikayesi, Metis Bilimkurgu Serisi içinde yer alan Son Kale (The Last Castle) adı kısa hikayesidir. Hikayede sınıflar genetik olarak belirlenmiş ve birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır. Tüm yük Mek’lerin sırtındadır. Ama Mek’ler ayaklanınca, kaleler de tek tek düşmeye başlar. Jack Vance, arkasında pek çok çığır açıcı eser ve ilham verici bir kariyer bırakarak 26 Mayıs 2013 tarihinde yaşama veda etti.