Izumi Suzuki, bilimkurgu camiasında sayıları epeyce fazla olan erkek yazarların genel olarak bayıldıkları basmakalıp kadın imajından çok daha farklı bir kadınlıktan bahsediyor. Bu yüzden başlığımızda onun “kadın elinden” dem vuruyoruz. Önce onu biraz yakından tanıyalım. Izumi Suzuki (1949–1986) kısa süren yaşamı boyunca birbirinden farklı pek çok sektörde çalışır. Delgi operatörlüğü, bar hostesliği, sansasyonel bir fotoğrafçı olan Nobuyoshi Araki için nü modellik, bir Japon erotik film türü olan “pembe film” yıldızlığı ve tiyatro oyunculuğu bunlardan bazılarıdır. Fakat hepsinden önemlisi Suzuki bir yazardır; bir bilimkurgu yazarı.
Suzuki’nin ilk kısa öyküsü The Witch’s Apprentice, 1975 yılında, ünlü Japon bilimkurgu dergisi S-F Magazin’de yayımlanır. Derginin bu sayısı kadın yazarlara ithaf edilmiştir ve içerisinde Pamela Sargent, Ursula K. Le Guin ve Marion Zimmer Bradley gibi tanınmış Batılı yazarların eserleri vardır. Onların yanında Suzuki ve Japon romancı Yūko Yamao da Japon okuyucularla tanıştırılmış olur. Bu ilk adımdan sonra Suzuki, bilimkurgu dergilerinde etkileyici kısa öyküler yayımlamaya ve kendi mütevazı külliyatını oluşturmaya devam eder. Nihayet 2021 yılında da Suzuki’nin çalışmalarının bir kısmı İngilizceye çevrilir. Yazarın bilinçaltına büyüleyici bir yolculuk bileti niteliğindeki yedi öyküden oluşan Terminal Boredom isimli seçki, Polly Barton, Sam Bett, David Boyd, Daniel Joseph, Aiko Masubuchi ve Helen O’Horan tarafından İngilizceye çevrilip Verso tarafından yayımlanarak tüm dünyaya sunulur. Ne yazık ki bu seçki henüz dilimize çevrilmemiştir.
Yaşadığı dönemin dinamikleri ve sorunlarına karşı derin bir farkındalığa sahip olan Suzuki, 1960’lardaki öğrenci protestolarıyla, 70’lerdeki – Japonya’da “ūman ribu” ya da “Woman’s Lib” olarak anılan – kadın hareketiyle ve 80’lerde yükselişe geçen tüketim çılgınlığı konusuyla yakından ilgilenir. Nihilizm ve varoluşsal bulantının dibine kadar hissedildiği öykülerinde, huzursuz olmasına sebep olan konuları işlerken keskin eleştiri oklarını kullanmaktan hiç sakınmaz. Aynı zamanda, öykülerinde geleceğin dünyalarını resmederken pop kültürüne göndermeler yapmaktan da geri durmaz. Örneğin; That Old Seaside Club öyküsünde, uzak bir gezegendeki bir barda Velvet Underground’ın Heroin’ini çaldırır. Ya da Forgotten öyküsünde bir uzaylıyı, Terran sevgilisi Brigitte Bardot’un reenkarnasyonu olduğu için sevindirir.
Kısacası öykülerinde galaksiler arası çatışmalar, aşırı nüfusu engellemek adına kullanılan hibernasyon uygulamaları ya da varoluş bunalımlarıyla savaşmak adına sanal gerçeklere sığınmak gibi konuları işlese de öykülerinin bir ayağı hep geçmişe ve dünyamızın gerçekliğine bağlıdır. Olaylar – örneğin Night Picnic isimli öyküsündeki gibi – Dünya’dan çok farklı gezegenlerde cereyan etse bile, bu yerler gerek kültürel gerekse coğrafik açıdan bize hep dünyamızı anımsatır.
Suzuki’nin metinlerinde ilgi çekici olan şeylerden biri de kadın hareketine kendi kültürel çevresinden hareketle yaklaşmasına rağmen, öykülerin oldukça evrensel, ileri görüşlü ve de yenilikçi bir bakış açısına sahip olmasıdır. Bu bağlamda Suzuki toplumsal cinsiyet meselesini ele alırken yalnızca alışılmadık kadın karakterler kullanmakla yetinmez; akışkan kimlikler meselesine de farklı bir perspektiften yaklaşır. Bunun yanında, erkek egemen bilimkurgu edebiyatı dünyasında Suzuki, erkek yazarların eserlerinde bol miktarda bulunan cinsiyetçi klişelerden uzak, farklı bir kadın imajını ortaya koyan ilk yazarlar arasındadır. Bunu yaparken de Japon edebiyatının shi-shōsetsu (“I-novel”) denilen – yarı otobiyografik ve birinci tekil şahıs anlatımına dayanan – türünün ifade tarzıyla spekülatif kurgunun yalın anlatımını birbirine eklemleyip kendine has bir üslup yaratmıştır.
Suzuki’nin hemen hepsi iç gözleme dayanan ve birinci tekil şahıs tarafından aktarılan öykülerinde dünyaya hep kadın karakterlerin gözlerinden bakarız. Terminal Boredom’da üçüncü şahsın bakış açısını benimseyen tek bir öykü vardır; Night Picnic. Bu öyküde de ana karakter bir kadın değil, genç bir erkektir ve daha da önemlisi bir insan değildir. Suzuki’nin Night Picnic’de klasik anlatısını birden değiştirmesi belki de tesadüf değildir.
İlk olarak 1977 yılında, yine SF Magazin dergisinde yayımlanan Women and Women isimli öyküsü, Suzuki’nin başlı başına toplumsal cinsiyet rollerine eğildiği öykülerden biridir. Yakın gelecekte geçen öyküde lezbiyen bir anaerkil toplum resmedilmiştir ve bu toplumda erkekler, (Gender Exclusion Terminal Occupancy Zone – GETO) bir gettoya hapsedilip Roma İmparatorluğu döneminden kalma bir ceza olan damnatio memoriae‘ye mahkûm edilmişlerdir; yani erkekleri ve erkekliği anlatan kültürel miras, tarihi anlatıdan tamamen çıkarılıp yok edilecektir. Fakat cinsiyet rolleri hâlâ geçerliliğini korumaktadır ve en az eskisi kadar zararlıdır. Çiftlerden daha “maskülen” olanı işe giderken daha “feminen” olanı evin bakımıyla ilgilenmektedir. Suzuki bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
“Burada kadınlar, kadınlarla birlikte yaşıyorlar. Acayip olan şey şu ki, bu kadınlardan biri bir gün mutlaka, geçmişte onlara anlatılan ve adına “erkeklik” denen şeye özeniyor; sonunda ona dönüşüyor.”
Şimdi biraz da Suzuki’nin “erkeklerine” bakalım. Genç, son derece yakışıklı, nazik ve de büyüleyici biri olarak idealize edilmiş erkek karakterler, Suzuki’nin pek çok öyküsünde karşımıza çıkar. Örneğin, That Old Seaside Club öyküsünde, anlatıcının sevgilisi Naoshi bu tanıma tam olarak uyar. Yarı insan yarı uzaylı, koyu yeşil saçlı, çoğunlukla ifadesiz biri olan Naoshi, ruhani bir güzellik yaymaktadır; adeta animeden fırlamış bir karakter gibidir. Otorite karşıtı bir öykü olan Forgotten’daki Sol karakteri ise diplomatik uzay çatışmalarına katılan, mor gözlü, yeşil saçlı, muhteşem bir “erkek” uzaylıdır.
Suzuki’nin öykülerinde cinsiyet kimlikleri durmaksızın sorgulanır. Öyle ki bu sorgulamalar, karakterlerinin rüyalarına dahi sızar ve orada çok daha karmaşık bir hâl alırlar. Örneğin, Smoke Gets in Your Eyes isimli öyküsünde, insanlara, “kendi yaratılışlarıyla evrenin yaratılışı arasında müthiş bir bağlantı olduğunu fark etme sevincini” aşılayan ve fakat feci yan etkileri olan bir uyuşturucudan bahsedilir. Bu öyküde Reiko, uzun saçlı ve “kız gibi” güzel bir yüzü olan eski sevgilisiyle tanıştığı zamanı hatırlar. Sonra da onu rüyalarında, “her türlü ev işini yapabilen” ve bu yüzden “asla evlenmesine gerek olmayan”, Jane adında bir kadın olarak görür. You May Dream isimli öyküsünde de anlatıcı, rüyalarında bir arkadaşıyla yaptığı konuşmalar yoluyla cinsiyet rollerini ve kendi cinsiyet kimliğini sorgular; ta ki sonunda ikili cinsiyet anlayışından kurtuluncaya kadar:
“Onunlayken beni bir erkeğe dönüştüren neydi? Sanırım onun olanca kadınlığıydı. Öylesine kadın gibi (toplumun tanımladığı kadın rolü gibi) davranıyor ki sırf dengeyi korumak için benim erkeği oynamam gerekiyor. Peki ya bir oğlana rast gelirsem ne olacak? O zaman da bir kadın rolü oynayabilecek miyim? Her neyse, benim burada erkeklere ihtiyacım yok […] Zaten ihtiyacım olan her şeye sahibim. Ben erkek değilim. Ben kadın değilim. Ayrıca kimin cinsiyetlere ihtiyacı var ki? Ben sadece buradan çıkmak ve kendi başıma olmak istiyorum.”
Bütün bu toplumsal cinsiyet derdinin yanında, Suzuki’nin öykülerine alışılmışın dışında bir umutsuzluk duygusu sinmiştir. Bir yanda kapitalist dünyanın gereklerini yerine getirmek için uğraşırken tamamen kayıtsız ve duygusuz bireylere dönüşmüş olan gençler, diğer yanda fosilleşmiş kültürel gelenekler vardır ve Suzuki aslında öykülerinde teknolojiyi kullanarak bu parçalanmış ilişkileri yamamaya çalışır. Fakat kurgusal dünyalarda verdiği bu çabaya rağmen, kendi dünyasındaki acılarla baş edememiş, 1986 yılında intihar etmiştir. Suzuki, son öyküsü olan Terminal Boredom’da sanki intiharının işaretini vermiş gibidir:
“…esasında sırtınızda taşıdığınız yüklerle baş etmenin basit bir yolu var. Hikâyenin sonuna, mantıklı ya da mantıksız olmasına bakmadan bir son eklersiniz olur biter; yaşam hikâyesi için bir Deus ex machina gibi.”