Uzaylılarla iletişim kurmak ya da daha cüretli bir kurgulama ile yakın temas sağlamak, bilimkurgu yazarlarının vazgeçemedikleri önemli bir tema konumundadır. Bilindiği gibi evrende milyarlarca gökada var ve her gökada da milyarlarca yıldız… Her yıldızın ise ortalama beş gezegeni olduğu varsayıldığında, evrendeki gezegen sayısı baş döndürücü boyutlara ulaşıyor. Ünlü bilim insanı ve bilimkurgu yazarı Isaac Asimov, “Dünya Dışı Uygarlıklar” adlı incelemesinde, varsayımlar üzerine matematiksel hesaplamalarla sadece Samanyolu gökadasında, teknolojik uygarlığa ev sahipliği yapan 530.000 gezegenin olabileceğini söyler. Evrendeki gezegenlerin sayısı yanında son derece mütevazi olan bu rakam bile, yalnız olamayacağımızı düşündürmeye yetiyor.
Varsayılan uzaylı uygarlıklar, H.G. Wells‘in Dünyalar Savaşı (The War of the Worlds) kitabında anlattığı gibi kıyıcı, William Kotzwinkle‘nin unutulmaz kahramanı “ET” gibi son derece sevimli ve barışçı da olabilirler. Ya da Michael Crichton’un Uzay Mikrobu (The Andromeda Strain) eserinde anlattığı şekilde ölümcül bir mikroorganizma da… Ancak uzaylıların varlığından öte, bilimkurgucuların başını ağrıtan da uzaylılarla nasıl iletişim sağlanacağı sorunudur. Spielberg tarafından sinemaya aktarılan ünlü “Üçünçü Türden Yakınlaşmalar” (Close Encounters of the Third Kind) filminde bu sorun müzikle aşılmakta, müzik her zaman olduğu gibi evrensel bir dil haline gelmektedir. Ama eğer bir de uzaylılar kendilerini gizliyorlarsa… Tıpkı Isaac Asimov gibi bir bilim insanı olan ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke, “Rama” adlı romanında uzaylıları gizemli bir şekilde yansıtıp merakımızı provoke ederken, amaçlarının ne olduğu konusunda ipucu vermekten de kaçınıyor. Arthur C. Clarke, 1963 yılında yayımladığı Geleceğin Çehresi adlı incelemesinde, bilimsel buluntulardan esinlenerek ileride ortaya çıkabilecek gelişmelerin gerçekleşme olasılıklarını tarihlendirmiş ve 2100 yıllarında uzaylılarla bir iletişim kurulabileceğini yazmıştı. Yazarın, Ay’a ve gezegenlere gidiş üzerine yaptığı tahminlerde yanılmadığı düşünülürse, verdiği tarihi aklımızın bir köşesine yazmakta fayda var.
Rama Evreni’nde olaylar, aslında bizim çok da uzak olmadığımız bir gelecekte baş gösterir. 11 Eylül 2077 yılında Dünya’ya hatırı sayılır büyüklükte bir meteor düşmüştür. Söz konusu meteor, küresel bir felakete neden olmamıştır olmasına; fakat Padua ve Verona şehirlerini de yeryüzünden silmiştir. İşte bu sebeple insanlık, gözünü uzaya daha çok dikmiş durumdadır. Yörüngeye oturtulan teleskoplar ve gözlem evleri, bir başka meteor tehlikesine karşı sürekli dış uzayı gözlemektedir. Sonunda beklenen olur; boşluğun derinliklerinden devasa bir cisim çıkagelir. Bu cisme “Rama” adı verilir ve yaklaştıkça onun aslında bir meteor olmadığı anlaşılır! 31/439 numarayla kodlanan bu gizemli cisim; 50 km uzunluğunda, 20 km çapında, içinde geniş caddeler ile bölünmüş bir kaç yüz tane bina barındıran silindirik bir yapıdadır. Otuzbeş metre yüksekliğinde ve dikdörtgen şeklinde olan bu binaların herhangi bir bağlantı ve ek yerleri de yoktur; adeta oldukları yerden fışkırmış gibi durmaktadırlar. Bu gizemli yapay göktaşı, daha romanın başında okuru bilinmeyen bir dünyanın içine çekmeyi başarır.
Öte yandan yapının içinde adeta küçük bir ekosistem var gibidir. Güneş’in doğuşunu andıran elektriksel olaylar, güçlü fırtınalar, uçurumlar, vadiler ve hatta eriyen buzulların etkisiyle oluşan bir deniz bile mevcuttur. Rama’yı araştıran uzay gemisi Endeavour‘un mürettebatını, sentetik genlerle üretilmiş, cinsiyetsiz, örümceğimsi, üç bacaklı, üç dokungaçlı ve basit bir kas sistemine sahip olan karmaşık beyinli yaratıklar karşılar… Bunlar, pile benzeyen bir enerji kaynağı sayesinde, yemeleri ve soluk almaları gerekmeyen biyolojik robotlardır.
Yapay gezegen Rama ile eksik bir paradigma oluşturan Arthur C. Clarke, empirik dünyamızın normlarına, kural ve alışkanlıklarına uymayan konuklarımızla, bilimkurgunun en önemli işlevi olan “yadırgatma” mekanizmasını başarılı bir şekilde çalıştırıyor. Dahası, hepimizi ufkumuzun çok ötesindeki dış dünyalara ve canlılara yönelik bir beyin jimnastiğine zorluyor. Uzaylılar ve amaçları konusunda iyimser bir hava yaratmasına rağmen, yine de konuklarımızın gerçek anlamda niyetlerini açıklamayıp, bizi temkinli olmaya çağırıyor. Eserdeki şu söz, evrende yaratıcı zekanın özgür olması gerektiğini ve sürekliliğini vurgulaması bakımından son derece dikkat çekicidir:
“İnsan ırkı bilinciyle yaşamak zorunda, canlı kalmak her şey demek değildir!”
Sonuç olarak, metafiziğe biraz fazla yatkınlık gösteren Arthur C. Clarke, yine de bilimkurgunun o kendine has tadını bize fazlasıyla vermeyi başarıyor.
Teşekkür: Mustafa Yelkenli