Okunması Gereken 10 Bilimkurgu Romanı

“Bir romanın değerini nihai olarak ona duyduğunuz sevgi belirler.”

E. M. Forster, Roman Sanatı

Forster’in bu sözüne uyarak listeye sadece çok sevdiğim, defalarca okumaktan bıkmadığım romanları aldım… Listedeki her romanı en az dört kez okumuşluğum vardır. (Bazılarını ondan fazla kez…)

Bu romanlar sadece bilimkurgu sayılmaz, birçoğunu bilimkurgu sevmeyenler bile rahatlıkla okuyabilir.

Listede Isaac Asimov’un üç kitabı bulunmakta, çünkü hiç birini feda etmeye gönlüm razı olmadı. Ayrıca gelmiş geçmiş en büyük bilimkurgu yazarının Asimov olduğunu kim inkar edebilir ki?

Vakıf Serisi/Isaac Asimov

foundation

Vakıf serisi yedi kitaptan oluşuyor. Ancak, serinin çekirdeği üç kitap:

  1. Vakıf
  2. Vakıf ve İmparatorluk
  3. İkinci Vakıf

Vakıf serisi dediğimde bu üçünü kastediyorum. Diğerleri de okunabilir ama orijinal üçlünün tadını vermediklerini düşünüyorum. Zaten otuz yıl boyunca seri bir üçleme olarak kalmış; sonradan yayıncıların ve okuyucuların baskısıyla dört roman daha yazarak seriyi oluşturan roman sayısını yediye çıkarmış Asimov.

Kitap, çökmekte olan Galaktik imparatorluğun öyküsünü anlatıyor. Çöküş, Harry Seldon adlı bir matematikçi tarafından öngörülmüşse de önlenemeyeceği ortadadır. Seldon, yeni imparatorluk kuruluncaya kadar yaşanması kaçınılmaz olan barbarlık döneminin 30 bin yıldan bin yıla indirilebileceğini hesaplamıştır. Bu amaçla galaksinin iki ucunda iki ayrı Vakıf kurulur. Bu iki vakıf, gelecekte kurulacak olan yeni imparatorluğun çekirdeğini oluşturacaktır.

Asimov, bu görkemli ve sürükleyici romanında galaksi tarihinde belli dönüm noktalarına ulaşıldığında çok ciddi krizlerin patlak vereceğini ve bu krizlerden çıkış için Vakfın önünde daima tek bir seçenek kalacağını anlatır. Bu şekilde gelişen olaylar okuyucuyu büyük bir merak içinde bırakır.

İkinci ve üçüncü bölümlerde hikaye bambaşka boyutlar kazanır. Tarihin akışı giderek öngörülemez bir hale gelmeye başlamıştır çünkü; hatta işler birkaç kez çığırından çıkma noktasına gelir. Vakfın gerçek misyonu ve kaderi ile ilgili okuyucuyu birçok sürprizler beklemektedir.

Vakıf serisi, içerdiği orijinal fikirler ve sürükleyici anlatımıyla okunmaya değer. 1966 yılında bir defaya mahsus olarak verilen “Bütün Zamanların En İyi Serisi” temalı özel Hugo ödülünü “Yüzüklerin Efendisi” gibi bir rakibe rağmen kazanmayı başarmıştır. Asimov biyografisinde bu durumun kendisini bile şaşırttığını belirtir. (Bence şaşırmaması gerekirdi.)

Seriyi mutlak okunması gerekenler listesine rahatlıkla alabilirsiniz.

Ben, Robot/Isaac Asimov

i-robot

Asimov’un gözünden yine görkemli bir gelecek vizyonu daha… Bu romanda büyük usta robot psikolojisini ele almaktadır. Ona göre robotların köleliğinin sürdürülmesi, basit psikolojilerine kazınmış olan ve değiştirilemeyen üç temel yasaya bağlıdır. Bu yasalar:

  • Hiçbir robot bir insana zarar veremez ve tepkisiz kalarak bir insanın zarar görmesine müsaade edemez.
  • Birinci yasayla çelişmeyecek şekilde, her robot insanlar tarafından verilen emirleri yerine getirmek zorundadır.
  • Birinci ve ikinci yasalarla çelişmeyecek şekilde, her robot kendi varlığını ve bütünlüğünü korumak zorundadır.

İşte meşhur üç robot yasası budur. (Günümüzde bu yasalara bazen ‘Asimov Yasaları’ dendiği de oluyor.)

Roman, bu yasaları konu alan dokuz öyküden oluşmaktadır. Öykülerin kahramanları robot psikoloğu Susan Calvin ile test mühendisleri Gregory Powell ve Mike Donovan’dır.

Her bir öykü, üç yasanın değiştirilmesi ya da bozulması sonucu ortaya çıkan bir krizi ele alıyor. Daha ilk cümleden okuyucuyu kıskıvrak yakalayan öykülerde krizler ve çözümleri dedektif öykülerini hiç de aratmayacak nitelikte.

Roman, daha sonradan Will Smith’in başrolünü oynadığı bir sinema filmine de uyarlanmışsa da bu filmin Asimov’un romanı ile hemen hemen hiç alakası yoktur.

Bu küçük kitap hakkında söyleyebileceğim tek şey şu olabilir: Kitabı bulun ve okuyun!

Ne yazık ki şu an basımı bulunmayan bu romanın Türkçesini ancak sahaflardan elde edebilirsiniz.

İşte Tanrılar/Isaac Asimov

asimov_final_retreat_by_acemanonthescene-d6dg0up

Asimov’un uzunca bir süre edebiyata ara verdikten sonra yazdığı şaheser olan İşte Tanrılar, muhteşem anlatımı ve bilimsel alt yapısı ile dikkat çeker.

Roman, paralel evrenden gelen bir mesajla başlar. Paralel evrendeki akıllı varlıklar (para-adamlar) iş birliği teklif etmektedirler. İki evren arasında kurulan köprüde ‘elektron tulumbası’ adı verilen bir reaktör kurulacak ve tulumbadan her iki evren de yararlanacaktır. Elektron Tulumbası bedava ve sınırsız bir enerji kaynağıdır. Tulumba iki evrenin yasalarının birbirinden farklı olması sayesinde çalışır. (Diğer evrende çekirdeği bir arada tutan nükleer kuvvet, bizim evrenimizden biraz daha güçlüdür.) İnsanlık tulumba sayesinde yepyeni bir refah dönemine girmiştir. Ancak, bazı kişiler tulumbanın iki evrenin birbirine karışmasına yol açtığını ve birbirine karışan fizik yasaları yüzünden nükleer reaksiyonların hızlanarak Güneş’imizi patlatabileceğini iddia etmektedirler.

Ancak, elektron tulumbasının babası sayılan ve aslında yeteneksiz bir budaladan başka bir şey olmayan Frederick Hallam, kendisine karşıt olan herkesi şöhretiyle ezmektedir.

Romanın ikinci bölümünde Asimov bizi paralel evrenin yaratıklarıyla tanıştırıyor. Bu yaratıklardan biri olan Dua, yok olmak istemez; bu nedenle de sağ ve sol eşleriyle birlikte erimeyi reddeder. Aynı zamanda da yeteneklerini kullanarak (duvarlardan geçebilmekte, kayaların içine sızabilmektedir) kendi toplumuna savaş açmıştır.

Üçüncü bölümde, gençliğinde Hallam tarafından bozguna uğratılan Denison adında bir fizikçi Ay’daki gelişmiş teknolojik aletlerden faydalanarak insanlığın karşı karşıya olduğu tehlikeye bir çözüm bulmayı ummaktadır. Bu arayışında ona Selene adlı gizemli ve güzel bir Aylı eşlik eder.

Kitap, birbirinden çarpıcı ve şaşırtıcı birçok konuyu ustalıkla birleştirirken okuyucuyu hiç sıkmıyor. En karmaşık fizik konularını bile herkesin anlayabileceği şekilde romana ustalıkla yedirmiş Asimov. Adeta bir bilim kurgu kitabının nasıl yazılması gerektiğine dair bir ders niteliğindedir İşte Tanrılar.

Kitabın bir diğer özelliği de Asimov’a yıllarca yöneltilen “eserlerinde hiç uzaylı ve seks yok” eleştirisine yanıt olarak, hem uzaylıları (üstelik paralel evrende yaşayanları) hem de cinsellik konusunu ele alıyor; ama onu eleştirenlerin asla düşünemeyeceği bir şekilde tabi.

Bu kitabın da ne yazık ki şu an Türkçe baskısı bulunmuyor. Yine de eğer sahaflarda karşınıza çıkarsa mutlak alın derim. Özellikle de fizik, kimya, astronomi, paralel evrenler gibi konulara meraklıysanız hiç kaçırmayın.

Mülksüzler/Ursula K. Le Guin

mülksüzler

Dikkat! Bu kitap siyasi görüşünüzü ve dünyaya bakış açınızı değiştirebilir. Roman, birbirinin etrafında dönen ve birbirinin ezeli düşmanı olan Annares-Urras sisteminde geçiyor. Urras, içinde birbirine rakip iki devlet barındırmakta: birisi, A-İo adında kapitalist bir devlet, öteki totaliter/sosyalist Thu.

Annares ise Odocuların kendini sürgün ettiği bir “ikircikli ütopya”dır. İkircikli denmesinin sebebi, Annares’in ağır koşulları yüzünden kişisel zenginliğe ve refaha izin vermemesi…

Ancak, Annares’teki Odoculuğun (anarşizmin bir türü) var olabilmesi de koşulların böylesine ağır olmasına bağlı. Çünkü Annares’te “sahip olunabilecek” hiçbir şey yok. İnsanlar, kim olurlarsa olsunlar, hayatta kalmak için diğerleriyle birlikte çalışmak, alın teri dökmek zorundalar. Her şey ortak olmak zorunda… Herkes diğeri için çalışmak zorunda.

Ancak, bu şartlar altında dahi Annares’te diğerlerini el altından yöneten, baskı altında tutan yöneticilerin ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor.

Ve Shevek adlı dahi bir fizikçi, bu düzeni yıkmak, başka dünyalarla köprü kurmak amacıyla gezegeni Annares’i terk ederek Urras’a gidiyor. Orada karşılaştığı ise bolluk ve bereket içinde yaşayan mutsuz, hırslı, hastalıklı tiplerdir.

Ursula K. Le Guin siyasi görüşlerini yazmış bu romanda. Ancak, romanın bilimkurgusal yönünün zayıf olduğu da sanılmasın. Guin, yapıtını oldukça mitolojik bir alt yapıya da dayandırıyor. Hatta kurduğu evrende bizler de varız, yani biz dünyalıları temsil eden bir elçi de bulunuyor Urras’ta…

Shevek başarılı olursa, onun buluşlarından bütün evren yararlanacaktır. Ancak, Urras’ın hırslı yönetimleri, onun bu buluşuna sahip olmak için Shevek’i görünmez camdan bir hücrenin içine tıkmaya çalışmaktadırlar. Elbette o bir Odocudur ve sonuna kadar da felsefesinin özüne sadık kalacaktır.

Kitap, sınırları aşmak, köprüler kurmak üzerinedir. Evrensel bir anlayışa kavuşabilmek için başkalarının gerçeği üzerine düşünmemizi ister. Varlık içinde yokluk çeken kapitalist toplumları ve ona alternatif olarak ortaya çıktığı halde ondan daha da kötücül hale gelen totaliter rejimleri eleştirir ve insanlığa orta yolu, yani Odoculuk/anarşizm yolunu tavsiye eder.

Adem’den Önce/Jack London

ademden önce

Jack London’un gençler için yazdığı bu küçük kitap, bana göre yazılmış en iyi bilimkurgulardan biri.

Öykünün kahramanı, düşler yoluyla geçmişteki benliğinin anılarını yaşayan bir adamla ilgilidir. Jack London, romanın uzun giriş bölümünü nasıl olup da modern bir insanın geçmişte yaşamış olan bir atasının anılarına sahip olabildiğini açıklamaya ayırıyor. Bu girişi biraz bilim-dışı bulabilirsiniz, ama okumaya devam edin. Takip eden sayfalarda olağanüstü bir enerjiye sahip ilkel yaratıkların o muhteşem serüvenlerinin içinde bulacaksınız kendinizi. Yüzbinlerce yıl öncenin ormanlarında gezerken, yılanlardan ve Kızıl Göz denen korkunç canavardan kaçarken, ince dallarda büyük bir ustalıkla hareket eden Tezcanlı’yla gerçek bir sevgi bağı kuracak ve İridiş’in budalalıklarına şahit olacaksınız. Sarkık Kulak’la olan dostluğunuz da cabası.

Ateş adamlarının saldırısı ile kabile yok oluşun eşiğine gelirken kahramanımızın nasıl olup da hayatta kalmayı başardığına şaşıracaksınız. Öykü öylesine sıcak, öylesine canlı bir şekilde anlatılıyor ki kendinizi o ilkel dünyada hissetmeniz işten bile değil. Kitabı okurken yabani mersinlerin, çileklerin ve böğürtlenlerin tadını alacak, oranıza buranıza dolanan sarmaşıkları ve yaklaşan buzul çağının dondurucu soğuklarını iliklerinizde hissedecek, yaprakların arasından sızan güneş ışığının sıcaklığı ile ısınacaksınız.

1984/George Orwell

John-Hurt-in-1984-001

İşte gerçek bir başyapıt… Belki de distopyaların en ünlüsü ve en hüzünlüsü… Düşünmenin suç, savaşın barış, özgürlüğün kölelik sayıldığı bir dünyada, bir yangın yerine dönmüş Londra’nın yakıcı soğuğunda bacağınızdaki varis ülseri kaşınırken Ağbi tarafından sürekli gözetim altında tutulduğunuzu bileceksiniz. Sonra bir anda karşınızda aşkın ve özgürlüğün umudunu buluvereceksiniz. Ama düşünsuçu ölümün ta kendisidir, bunu baştan biliyordunuz.

Yarattığı hüzünlü ve umutsuz atmosferi, gerçekçi anlatımı, melankolik bakış açısı ile insanlığı totaliter rejimlerin tehlikesine karşı uyarmak amacıyla yazılmıştır roman. Birçok şaşırtıcı fikir ve yenilik içerir. 1984’ün dünyasında düşünmenin sadece ifadesi değil, bizzat kendisi suçtur. Çocuğunuz bile her an sizi ihbar edebilir. 3 dakikalık toplu nefret adlı film gösterileri sırasında yüzünüzdeki ifadeye dikkat etmeli, sevmekten ve sevişmekten asla zevk almamalısınız.

Sözcük sayısı azaltılmış yeni-dilin amacı insanların düşünmesini değil, düşünmemesini sağlamaktır. İyi bir vatandaş olarak vak-konuş denen anlamsız ve kısa cümlelerle konuşmak erdemdir. Tarih yoktur ve sürekli değiştirilir. Kahramanımız Winston Smith’in Gerçek bakanlığındaki görevi, ironik biçimde gerçeği sürekli olarak değiştirmek, tarihi yeniden yazmaktır.

Ama karşısına Julia çıkar. Julia cinsellik karşıtı gençleri simgeleyen kırmızı kuşağını dolgun kalçalarını ortaya koyacak şekilde sımsıkı bağlayan ve sevişerek düzene isyan eden bir genç kızdır. Ama sevişmenin kendisi bir yana, sevişmek ve mutlu olmak düşüncesi bile düşünsuçudur bu evrende. Orwell, kitapta bir taraftan güç ve iktidarın analizini yaparken, bir taraftan da ezilen insanın psikolojisini inceler.

Daha fazla anlatmaya gerek yok. Hala okumadıysanız, nerede bulacağınızı biliyorsunuz.

Sineklerin Tanrısı/William Golding

sineklerin-tanrisi

Çocuklarını atom savaşından kaçırmak için bir uçağa bindiren yetişkinler, elbette uçağın kaza yapacağını ve yaşları 6 ile 15 arası değişen evlatlarının ıssız bir adada hayatta kalmak için ilkelliğe geri döneceklerini bilemezlerdi. Biz de insanlığın atom savaşı çıkaracak denli budala olduğunu bilemezdik.

Roman, birbirine taban tabana zıt kişiliğe sahip iki çocuğun (Ralph ve Jack) iktidar mücadelesini anlatır. Yıkıcılığı simgeleyen faşizm ile, uygarlığı simgeleyen demokrasinin savaşıdır bu. Ancak, Ralph’in çabaları boşa çıkar ve işler giderek daha da kötüye gider.

Konusu basit gibi görünüyor. Üstelik o güne kadar çocuk edebiyatında hep masum, iyi ve uygar gösterilen çocuklar ilk kez bu kitapta içlerindeki karanlık vahşetle birlikte ele alınmıştır. Yani Golding’in yaptığı Mercan Adası’nı tersine çevirmektir. Birçok okuyucuyu yadırgatmıştır bu yaklaşım.

Kişisel olarak ben de kitabı ilk kez ortaokul yıllarında “Çocuk Adası” adıyla okumaya başladığımda güzel şirin bir adada geçen bir macera okuyacağımı sanıyordum. Elimdeki kitabın yetişkinlere yönelik olduğunu bile bilmeden ve bana biraz zor gelen anlatımına rağmen, büyük bir merak ve acı duygusuyla kitabı okumuş, biraz da dehşete kapılmıştım. Çünkü çocukları beklediğini düşündüğüm macera kısa zamanda vahşi bir iktidar mücadelesine dönüşüvermişti.

Aklı temsil eden Domuzcuk’un kötü kaderi beni fazlasıyla etkilemişti. Sanırım bu listedeki tek Nobelli kitap olan Sineklerin Tanrısı, bilimkurgunun tipik özelliklerini taşımasa da gelecekteki bir distopyayı ele alması bakımından bu listeye girmeyi hak etmiştir bence.

Solaris/Stanislaw Lem

solaris

Solaris iki kez sinemaya uyarlandığı halde, her iki film de (evet, Tarkovski’nin uyarlaması dahil) kitabın hakkını verememiştir. Eğer, bu filmlerden birini izleyip de kitabın okunmayı hak etmeyeceğini düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz.

Solaris küçük bir kitap… Tüm yüzeyi okyanusla kaplı olan iki güneşli Solaris gezegeni düşünebilen canlı bir varlıktır. Ancak bilimadamları Solaris’le iletişim kurmayı bir türlü başaramazlar. Gezegen, içe kapanık ve otistik bir tanrı gibi davranmaktadır. Normal şartlarda düzensiz olması gereken yörüngesini bizzat kendisi ayarlamakta, zaman zaman tuhaf şekillere sahip devasa nesneler yaratarak derin düşüncelere dalıyormuş gibi görünmektedir. Dahası, zihnini okumak için X-ışınları kullanan bilim adamlarının bilinçaltını okumuş, onların derinlerde gizledikleri utançlarını ve ızdıraplarını kanlı canlı yaratıklar olarak onlara göndermiştir. Solaris’in tek silahı da budur.

Rhea adlı sevgilisi intihar eden Kevin, Solaris’e indikten kısa bir süre sonra benzer tuhaflıklarla kendisi de karşılaşır.

Solaris bir varoluş destanı, iletişimin imkânsızlığını anlatan bir trajedidir. Solaris tanrı mertebesinde güce sahip olmanın getirdiği yalnızlığa, kaybolup giden geçmişe, yitirilenlere, tek yönlü akıp giden zamana, gidenlerin geride bıraktığı acılara yakılmış bir ağıttır.

Solaris’i okurken “bir roman nasıl da bu kadar çok şey anlatırken, aslında hiçbir soruya yanıt vermez?” diye merak edersiniz.

Solaris’in tanrısal zekâsı ve uçsuz bucaksız yetenekleriyle nasıl da kendi sınırsızlığının mahkûmu olduğunu görürüz.

Telafi edilemeyen şey’in edebiyattaki anlamı üzerine bir yazı için bakınız: Edebiyat Ne Zaman Sanattır

Kıyamet Kitabı/Connie Willis

kıyamet kitabı

Zaman yolculuğu ile ilgili bir kitap, ama birçok yazarın yaptığı gibi zaman yolculuğunun yarattığı paradokslarla hiç ilgilenmiyor… “Geçmişe gidip dedemizi öldürürsek ne olur?” Bu soru aklımıza bile gelmiyor kitabı okurken. Kıyamet Kitabı, paradokslardan çok, inandırıcı bir tarih duygusu üzerine yoğunlaşıyor. Bir taraftan da geçmişi günümüzle karşılaştırarak aradaki uçurumun derinliğine dikkatimizi çekiyor.

Kitap, içinde mizah da barındırıyor, ama bu ancak yazarın kendisini güldürebilecek türden bir mizah… Kitap boyunca tam açıklama yapacakken yeniden bayılan zaman makinesi teknisyeni gibi şeyler… Öykü ilerledikçe tarihte yaşanmış acı gerçeklerin içine gömüldüğünüzü hissediyorsunuz ve giderek Orta Çağ’ı yaşamaya başlıyorsunuz. Geçmiş o kadar inandırıcı bir şekilde anlatılmış ki adeta karların üzerinde, çaputlar içinde gezerken taşranın sessizliğini ve kuşların ötüşünü işitir gibi oluyorsunuz.

Kitap, kara ölüm denen veba salgını ile ilgili… Genç bir tarihçi olan kahramanımız zaman makinesinden geçerek yanlışlıkla tarihin en şiddetli salgınlarından birinin tam ortasına düşüyor, ama bundan haberi yok. Oxford yakınlarındaki taşrada insanlar işinde gücünde, sakin ve sessiz bir hayat sürmekte iken nereden geldiğini bilmedikleri bu hasta kızı (zaman yolcusu tarihçi) bağırlarına basarlar. Sonrasında işler yavaş yavaş karışmaya, gerilim dozu artmaya başlıyor. Etrafta bir şeyler fena halde ters gitmektedir. Şu çocuk niye hastalandı ki birden bire? Ya şu kadının kocası neden gittiği yerden bir türlü geri dönmüyor? Connie Willis Orta Çağ İngilizcesinin zaman yolcusu tarafından tam anlaşılamamasından bile gerilim üretmeyi başaracak denli usta bir yazar.

Üçüncü baskısını yapan bu harika kitabı henüz piyasadayken mutlak okumalısınız. Bu arada insan Connie Willis’in diğer kitaplarının neden Türkçeye çevrilmediğini sormadan edemiyor.

Ender’in Oyunu/Orson Scott Card

Enders-game

6:45 tarafından yayınlandığı halde sinema filmi çıkıncaya kadar ikinci baskısı yapılmayan bir başka başyapıt daha… Oysa film, romandaki heyecanı, merak duygusunu ve hüznü pek de yansıtamıyor. Kitapta sadece tasvir edilen savaş oyunları, onca özel efekte rağmen filmdekinden çok daha heyecanlı…

Orson Scott Card’ı biraz Philip K. Dick’e benzetiyorum. Her ikisi de ne yazsalar okutuyorlar. Yazım tarzları en önemsiz, en saçma olayları bile sanki bir trajediymiş gibi yansıtma konusunda başarılı.

Zaten onuncu kitap olarak aklımdaki diğer isim Philip K. Dick’in “Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?” adlı eseriydi. Bu iki yazarı birbirine çok benzetiyorum. Her ikisinde de romanların bilimsel yönü pek güçlü değil, ama her ikisinin de büyülü bir anlatım tarzı var. Kitapları bilimsel olmaktan ziyade felsefi ya da psikolojik yönden güçlü… Anlatım tarzları ise okuyucuyu mıknatıs gibi sayfalara bağlıyor. Her ikisi de küçük, önemsiz olaylara sayfalar ayırabiliyorlar. Öyleyken, çok önemli olayları birkaç cümlede geçiştiriveriyorlar.

Sözün gelişi “Ender’in Oyunu”nda Ender’in ağabeyi sanki romanda çok önemli bir rol oynayacakmış gibi ele alınıyor, ama beklentimizin tersine, romanın gidişatında hemen hemen hiç rolü olmuyor sonradan. Yine de Card öyküyü öylesine ustaca anlatıyor ki romanın ortalarında onu çoktan unutmuş oluyorsunuz. Bunun gibi kusurlarına rağmen bilimkurgu başyapıtlarından biri Ender’in Oyunu.

Ender yetenekli bir çocuk. Ona herkes “üçüncü” diyor, çünkü Ender, özel izinle doğmuş bir çocuk. Yani en baştan beri bir “fazlalık”, bir “istenmeyen şahsiyet” olmuş…

Ender, okulda ve evde kabadayıların baskısı altında büyümüş. Özellikle batı kültüründe ciddi bir sorun haline gelen “bullying” yani “kabadayılık” sorunu bu kitaba damgasını vurmuş. Kimseye bir zarar vermediği halde, neden kabadayılar tarafından rahatsız edildiğini anlamıyor Ender. Üstelik Ender’in işkencesi eve gelince de devam ediyor; kıskanç ağabeyi tarafından da taciz ediliyor.

Ama baskılarla nasıl mücadele edeceğini biliyor Ender. Sümüklünün teki değil yani… Yeri geldiğinde susmayı ve katlanmayı, yeri geldiğinde ise rakiplerini alt etmeyi çok iyi öğrenmiştir. Savaş taktikleri konusunda olağanüstü gelişmiş bir yeteneğe sahiptir. Ona göre hayat büyük bir savaştan ibarettir. Kazanmak için her yol mubahtır. Ender böyle olmasını istemez, ama böyledir işte! Hayatta kalmaya çalışmaktan başka yapacak bir şey yoktur. Bu durum Ender’i üzse de oyunu kurallarına göre oynamayı çoktan öğrenmiştir.

Ve Ender’i izleyen generaller de Ender’in bu yeteneğinin farkındadırlar. Çünkü zaten Ender, bu amaçla, yani savaş için yapay seçilim yoluyla yaratılmış özel bir çocuktur; bir tür silahtır. Ender’den önce ağabeyini incelemişlerdir, ama o psikopat eğilimlerinden dolayı başarılı olamamıştır. Bu nedenle Ender’in ailesine üçüncü bir çocuk için izin verilmiştir. Üçüncü, Ender’den başkası değildir. (Kitabın diğer adı olan “Üçüncü’nü Oyunu” da buradan geliyor.)

Düşman, daha önce Dünya’yı bir kez istila eden böceğe benzer bir uzaylı ırktır. İlk savaşta başarılı olamamışlar, geri püskürtülmüşlerdir. Ancak, Dünya’ya büyük zararlar ve acılar yaşattıkları için insanlar tarafından affedilmezler. Böcekler, insanlığa büyük bir ders vermişlerdir: Su uyur, Düşman uyumaz! En iyi savunma saldırıdır düşüncesiyle insanlık böceklere yönelik büyük bir harekât hazırlığı içindedir. Bu saldırının komutanı Ender olabilecek midir?

Ender’in oyunu bizi birçok açıdan şaşırtmayı başarıyor. Birincisi, mıknatıslı anlatımı elbette… Roman, birçok bilim kurgu klişesini hiç çekinmeden kullanıyor (koloni mantığıyla hareket eden böcek benzeri uzaylılar vs.), hatta başka eserlerden bire bir alıntı yapmaktan da gocunmuyor (Ursula K. Le Guin’den alınan ansible fikri gibi…)  Ancak, bütün bu klişelerden muhteşem bir roman çıkarmayı ve okuyucuları ters köşeye yatırmayı başarıyor. “Düşman kimdir?” Sorusunu sorduruyor bize. Hangisi bizim için daha büyük düşmandır? Bedenimizi yok etmeye çalışan böcekler mi, yoksa benliğimizi ezen en yakınımız, kardeşimiz mi? Hangisi daha çok acı çektirmiştir bize? Ender düşmanın da hakları olduğunu öğretiyor. Bizleri düşmanın motivasyonlarını anlamaya sevk ediyor.

Üstelik savaşmak ve kazanmak üzerine düşünmemizi de sağlıyor. Kazanmak bu kadar önemli midir? Bana acı çektirse de benim başkalarına acı çektirmem doğru mudur? Burada bir çeşit hıristiyan ahlakı eleştirisini de görür gibi oluyoruz. (Sana bir tokat atana, diğer yanağını uzat diyen İsa… Orson Scott Card’ın inançlı biri olduğunu hatırlatalım.)

Acı vermek istemeyen, sadece sevilmek isteyen bir çocuktur Ender. Öyleyken, ancak ve ancak başarılı olduğunda, yani düşmanından üstün olduğu zaman saygı göreceğini de öğrenmiştir. Sevgi, zayıflatır bizi… Yitirdiğimiz sevgili için ağlamamız boşunadır, onun yaşaması için başkalarını öldürmemiz gerekmektedir. Üzerimize düşen görev, kalbimizdeki sevgi açlığına rağmen, görevi başarmaktır. Bundan nefret etsen bile…

Ender, hiç geri dönmeyen, hep ileri, hep ileri giden bir çocuğun öyküsü… O hep kazanmak zorunda olan, ama kazandığı için de mutsuz olan bir çocuktur.

Daha pek çok bilimkurgu kitabını aşağıdaki bağlantıdan temin edebilirsiniz:

https://www.ilknokta.com/bilim-kurgu-kitaplari-c2311.html

Yazar: Sinan İpek

Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyar:TBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgunun Altın Çağından Okunası 10 Eser

1938-1946 arası yıllar Bilimkurgunun Altın Çağı olarak kabul edilir. Pek çok okura göre ise bu …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et