kutlu kanatlar altinda

Yazarı Kemal Sinan Özmen’in Kaleminden: Kutlu Kanatlar Altında

Yetkin okurlar için romanın türünün ne olduğunun çok da önemi yoktur. Gerçek okur romanda doğru analiz edilmiş insan psikolojisi, sağlam ve tutarlı bir kurgu, bu kurguyu oluşturan alt unsurlar ve tüm romanı bir arada tutan güçlü bir söylem estetiği arar. Bu arayışta ise romanın polisiye türünde olması, tarihi roman olması veya bilimkurgu olması eserin değerini belirlemez. Öte yandan yazar açısından romanın türü yazara ifade, argümanlar ve estetik katmanlarında farklı imkânlar tanır. Tarihi romanlarda yaşanmış bir olay bağlamında gerçek karakterleri hayali karakterlerle buluşturup okurun geçmişi daha iyi özümsemesini sağlayabilirsiniz. Bilimkurgu türü ise yazara tarihi roman türünü sunduğu imkânın benzerini bahşedebilir: Somut verilerle geleceğe bakmak ve güncel sosyal psikoloji alan yazını açısından insana, topluma ve yaşama dair projeksiyonlar sunmak.

Bu anlamda bilimkurguyu yaşanmış olayları ele alan tarihi roman türüne benzetmek uçuk, belki temelsiz bir görüş gibi görünebilir, fakat son yüzyılda yazılmış kimi eserlere baktığımız zaman bu benzetmenin çok da yanlış olmadığını fark ediyoruz. Orwell ’in 1984 romanı, yazıldığı dönem açısından geleceğe bakan tarihi bir roman değil midir? Romanın resmettiği düzenin bir versiyonunu tam şu an yaşamıyor muyuz? O halde 1984, geleceğin tarihini doğru bir biçimde betimlemiştir demek yanlış olmaz.

bilimkurgu kulubu tefrika

Burada ifade etmeye çalışılan nokta, bilimkurgu türünün hatta belirli miktarda fantastik unsurlarla bezenmiş bilimkurgu romanlarının bizlere geleceği çözümleme ve anlatmak için kıymetli bir fırsat verdiğidir. Bu argüman dışında, bu konuda yapılacak tartışmalar beyin jimnastiğinin ötesine geçmez. Geleceği tartışmak en az iki sebeple elzemdir. Birincisi gelecekte insanlığı bekleyen yaşam olasılıklarını tartışmak, günümüzün uzantısı olabilecek tehditleri belirlemek açısından neredeyse kaçınılmazdır. İklim krizinin nereye varacağını veri temelli rakamlarla da anlatabilirsiniz, gezegeni iklim krizinin sonunda nasıl bir felaketin beklediğini bir bilimkurgu romanıyla da ifade edebilirsiniz. Edebi ifade türü olarak roman, insanların empati kurma güdüsünü tetikleyecek ve sorunun ne olduğunu daha iyi anlamalarını sağlayacaktır. Benzer bir biçimde Mars’ta koloni kurma çalışmalarının ne aşamada olduğunu bilimsel dergilerden de takip edebiliriz, bu konuda güçlü bir simülasyon sunan ve insanların psikolojisine eğilen bir bilimkurgu romanından insanları kolonilerde nelerin beklediğini, tehditlerin neler olduğunu öğrenebilirsiniz.

Geleceği çözümlemenin ve anlatmanın neden önemli olduğuna dair ikinci unsur ise bu tür romanların günümüz için etkili bir ayna sunuyor olmasıdır. Geleceğe bakarak günümüzü daha iyi anlayabilir, yaşamımızı evrensel bir skalada derecelendirebiliriz. Bu sayede denize balıkların öznel açısından değil de martıların perspektifinden bakma şansımız olur. Büyüme temelli kapitalist ekonomiyi insanlık suçu olarak gören, zorunlu göçmenliği kölelik düzeni olarak algılayan veya salt sisteme eleman yetiştirmek için tasarlanmış, eleme ve yarıştırma odaklı eğitim sistemini canilik olarak tasvir eden bir roman bize günümüze dair çok kıymetli bilgiler vermez mi? Denizden çıkıp semalardan denizi ve ötesini görmemizi sağlamaz mı? Günümüzde neyin önemli ve önemsiz olduğunu, neyin canice ve neyin insanca olduğunu ancak böyle görebiliriz. İnsan ve toplum psikolojisi özelinde sağlam ve tutarlı temellere oturtulmuş bilimkurgu türü, diğer birçok katkısının yanı sıra, geleceği tahayyül etmek ve günümüzü okura alabildiğince gerçekçi bir söylemle anlatabilmek adına yazara çoksesli bir ifade imkânını böylece sunuyor.

Genel okurun teknolojik harikalar, ilginç buluşlar ve insanın hayal gücünü zorlayan gereçler beklediği bilimkurgu türü, tartıştığımız özellikleriyle aslında yeni sosyal teknolojiler de sunuyor. İnsanlığın çok kısa zamanda toplumsal paradigmalarını nasıl hızlı değiştirebildiğini görünce ister istemez, “İnsanlığın inanç ve normal dinamiklerinin evrensel bir çerçevesi var mıdır?” diye soruyoruz. Daha altmış yıl önceye kadar ABD’de siyahi vatandaşların uğradığı ayrımcılık, aynı dönemlerde Güney Afrika’daki apartheid (Afrikaanca: ayrılık) uygulamasıyla yerel halkın uğradığı korkunç zulüm o zamanların toplumlarının normali ve olağanı değil miydi? Georgia’da yaşayan kaç beyaz vatandaş, siyahilerin gördüğü muamelenin canilik olduğunu düşünüyordu? Tam şu anda da benzeri canilikler aynı bilinçsizlikle algılanıyor: Zorunlu göçmenlik büyük bir çoğunluğu üzüyor, fakat zorunlu göçmenliğin en az kölelik kadar korkunç olduğunu kaçımız görebiliyor? Çeşitli sebeplerle ülkesinden kaçarak gelişmiş ülkelere sığınan insanlar iki yüz yıl önce kölelere yaptırılan işleri yapmıyor mu, benzer hatta daha kötü çalışma koşullarında çalışmıyor mu? Dolayısıyla köleliğin olmadığı bir dünyada yaşamadığımızı söylemek yanlış olmaz. Görüldüğü üzere zamanın normlarına, bu normlar ekseninde oluşmuş normallere bakış açımız onların anlamını radikal bir biçimde değiştiriyor. İşte bilimkurgu türünün odağına aldığı yeni sosyal teknolojiler okura aslında günlük normali oluşturan kimi normların delilikle ve canilikle yoğrulduğunu gösterebilir.

Bu argümanlar çerçevesinde kaleme aldığım Döngü Üçlemesi birey ve toplum düzleminde farklı psikoloji ve sosyoloji kuramları sunuyor. Bu kuramların tamamının kurmaca olduğunu söylemeliyim. Elbette bu kuramları ve kavramları tanımlarken bilim literatüründen yararlandım, fakat bu kuramlara şu an ihtiyaç olmadığı için bu tür kuram ve kavramların henüz var olmadığını ve önerilerimin bir roman kurmacasının parçası olduğunu ifade etmeliyim. Bilgi Yayınevi etiketiyle yayımlanan, Döngü Üçlemesi’nin ikinci kitabı Kutlu Kanatlar Altında bu kuramların bazılarını içeriyor ve bu kuramlar dramatik aksiyon içinde, eylemin doğal gelişiminde okurun önüne seriliyor. İşte romanın içinde sessizce duran aynalardan bazıları bunlardır. Okur, geleceğin sosyal psikolojisine bakarken hem tehditleri görecek hem de kendine ve yaşamına bakacak. Kendini izlediği aynada ise buğular ve çatlaklar olmamalı; başka bir deyişle okurun zihnindeki değerlendirmede bu kuramlar ve kavramlar sığ veya saçma durmamalıdır. Geleceğe bakarak günümüzde neyin önemli olduğunu anlama çabasıyla önerilen iki temel kuramı size tanıtmak isterim. Bu iki kuramda toplumsal düzlemde insan davranışının nasıl şekillendiğini anlatırken hem psikoloji hem de sosyoloji alan yazınına göz kırpıyor. Toplumsal bir sahada pivot ayağını bireyin psikolojisine basan bu iki kurama da kurmacada sosyal psikoloji teorisi demek yanlış olmaz.

Büyüme temelli ekonomi, küresel kapitalizm, neoliberalizm… Dünya düzeninin ana karakterini belirleyen bu kavramları nasıl tanımlarsanız tanımlayın, hepsi tek bir noktada birleşir: Ekonomik sistemin aksamadan işleyebilmesi için özel sektörün (şirket, holding, kartel, vs.) sürekli büyümesi gerekiyor. Tıpkı bisiklet sürmenin mekaniği gibi kapitalist ekonomi modelinde sürekli ilerlemek zorundasınız, aksi takdirde yere çakılırsınız. İşte bu sürekli ilerlemek ise büyüme kelimesiyle ifade ediliyor. Bu noktada insan sormadan edemiyor: Bu şirketler daha ne kadar büyüyecek? Bugün bile koca koca ülkelerden çok daha zengin küresel şirketlerin, özel finans yapılarının olduğunu biliyoruz. Devletlerden kudretli şirketlerin tarihini 1911 yılında ABD’de anti-tröst yasasıyla bölünen Standard Oil Company dönemine kadar indirgeyebiliriz. Bu sürecin bir sonu var mı, yoksa şirketler sürekli bir biçimde büyümeye devam edecek mi? Trilyon dolarlık bütçeleri yöneten bu şirketler küresel bir topluluk olmaya doğru ilerliyor ve artık hiçbiri anti-tröst yasalarıyla bölünmüyor. Bu düzen günümüze değin din, millet aidiyeti veya kültür aidiyeti gibi temel çatılar altında toplanan insan topluluklarını nasıl şekillendirecek? Birinci Dünya Savaşı’nın ana atmosferini belirleyen milliyetçilik rüzgârlarıydı; sonuçta imparatorluklar çöktü. Sonraki dönemde toplumların çimentosu olarak din, millet ve kültür aidiyeti değişen miktarlarda hep öne çıktı. Büyüme temelli kapitalizmin doğal bir sonucu olarak gelecekte başka bir aidiyetin belirmesi mümkün mü?

Kendini Fransız, Müslüman, Amerikan olarak tanımlamanın yanı sıra Google çalışanı, Samsung personeli, Alibaba mensubu olarak tanımlayan mikro toplulukların ortaya çıkması çok mu zor? Bakınız; ülkemizde iyi bir bilgisayar mühendisliği programından mezun olan yetkin bir genç, küresel bir yazılım şirketinde iş bulduğu an tüm aidiyetleri değişmeye başlar. İstediği ülkeye gidebileceği vizeleri ona hemen sağlanır, bir ay Avrupa’da yaşar, üç ay Hindistan’a çalışır, ekonomik anlamda birkaç basamak atlar ve bu genç artık yaşıtlarının sahip olduğu aidiyetlerin onlara sunduğu imkânların çok ötesine geçmiş olur. Bu noktada kişinin güçlü kurumsal aidiyeti iyice pekişir ve kendini tanımlarken bu kurumsal çatının ona sunduğu sosyal statüyü baz alır. Aslında burada bahsettiğimiz toplumlarda hâlihazırda farklı dozlarda var olan sosyal sınıfların küresel bir ölçekte pekişmesi ve kendi normlarını oluşturmasıdır. Sosyal sınıfların küresel bir ölçekte gelişmesi ise makro bir aidiyet yaratabilir ve bu aidiyet binlerce yıldır devletlerin sağladığı toplumsal birliğin yerine geçebilir.

Öte yandan geçer akçesi iyice tükenmiş olan dini, milli ve kültürel aidiyete bağlı olan toplum modelleri günümüzde, bu aidiyetler etrafında mülki düzenini kuran devletlerle birlikte sarsılıyor. Batı, bu konuda zaten oldukça karmaşık bir görüntü çiziyor; mülki düzlemde dini ve milliyetçi söylemler öne çıksa da yükselen yeni nesiller kendilerini küresel vatandaş olarak tanımlamaktan hoşlanıyor. Belçika’da gençler Çin yemeği yerken K-Pop dinliyor ve bir yandan telefonlarından Amerikan gazetelerini okuyor. Doğu da ise karmaşa daha farklı bir düzeyde; dini ve milli paradigmalar bir bir çökerken gençliğin büyük bir hiçlik alanında kendi anlam arayışında olduklarını görüyoruz. Bu kesimler çoğunlukla batıyı idealize etseler de ne kendi kültürleri ne de batı kültürü onları tam olarak benimsiyor. Bu iki temel bakış açısından hareketle şimdi filmi biraz ileri sarıp ve 2170’li yıllara gidelim. Şirketler ne kadar büyüdü? Devlet idaresi ve iradesi bu büyümeden nasibini nasıl aldı? Hâlihazırda dar bir zorba kulübünün uhdesinde olan Birleşmiş Milletler yerine bireyleri temsil edebilen küresel bir mülki yapı gelişti mi? Toplumları bir arada tutan dini, milli ve kültürel değerlere ne oldu? İşte olası yanıtlar:

Üçleme’nin ilk kitabı Göklerden Gelen Umut’ta ele aldığım Toplumsal Çözülme Kuramı 2150’li yıllardan itibaren gözlenmeye başlayan toplumbilimsel bir gerçekliği açıklamak için yaygın bir biçimde kullanılan kuramların genel ismidir. Millet bilincinin eriyerek zayıflaması, belirli bir ülkenin kültürüyle yetişen bireylerin kültürel kökenlerine karşı geliştirdikleri tepkinin sonucu olarak toplumsal kimliklerini kaybetmesi olarak tanımlanabilir. Genelde klandan, süper klana ve topluma doğru sosyolojik bir uzamda betimlenen beşerî topluluklar, bu uzamda gerileyerek ülküsüz gruplar seviyesine iner. Birey artık kendini belirli bir millete, topluma, kültürel bir gruba ait hissetmez. Kendini çoğunlukla dışlanmış görür, yaşadığı toplumun değer yargılarını ve kurallarını hiçe sayar. Bu fenomenin ortaya çıkmasına sebep olan en temel etmenin, zengin ve yoksul arasındaki uçurumun tarihi bir seviyeye çıkmasıdır. Bu uçurumu da büyüme temelli ekonominin doğal bir çıktısı olarak görebiliriz. Kapitalizm, oligarşik şirket yapılarının demokratik devlet yönetimleri içinde rahatça insan ve hammadde kaynağı bulmasını sağlar. Aslında devletin ne kadar demokratik olduğunun çok da bir anlamı yoktur. İnsanın günlük yaşamını asıl şekillendiren çalıştığı kurumdaki idari yapıdır ve bu idari yapı, en azından günümüzde, ağırlıkla oligarşik özellikler gösterir; aslında küresel şirketler bir nevi krallıklardır. Yarattıkları yapay ideoloji, kralın ve maiyetinin heyecan veren yaşam öyküleri ise çağdaş dinlere dönüşür. Öte yandan devlet otoritesinin artık tamamına hâkim olmaya başlayan bu şirketlerin mavi ve beyaz yakalı sınıfların yaşam kalitesini büyük ölçüde düşürmesi de toplumsal çözülme sürecinin ana tetikleyicilerinden biri olarak görülür.

Toplumsal çözülmenin en önemli belirtilerinin başında, bireylerin özel yaşamlarının büyük bir kısmını metaevrende geçirerek kendilerine alternatif bir gerçeklik kurma ihtiyaçları olarak gösterilmektedir. Metaevren (Üçlemedeki ismiyle Sen-Tez), tüm şehirlerin üzerini kaplayan üç boyutlu bir simülasyondur ve insanlar bu simülasyonla virnet isimli gözlükler veya göze enjekte edilen biyonetler sayesinde etkileşime girer. Ellere ve vücuda yaptırılan nano dövmeler yoluyla sanal içerikle fiziksel düzeyde de etkileşime geçilebilir. Sanal ve gerçeklik iç içe girdiğinde tanımı değişen klasik gerçeklik olur ve bu gerçeklik artık bireyselleştirilebilir; başka bir deyişle Sen-Tez kişisel bir sanal-gerçek evren yaratmak için tasarlanmıştır. Artık kimsenin elinde telefon, önünde ekran yoktur. İnternete erişmek için bu araçlar gereksizdir çünkü insanlar artık internetin içinde sanal yazılımların etkin özneleri olarak yaşamaktadır; her yer ekrandır ve gerçeklikle öylesine iç içedir ki aslında sanal evren hiçbir yerdedir. Dolayısıyla toplumsal çözülmenin sonuçlarından biri de bu yoğun metaevren kullanımıdır; içine kapalı yaşam tarzı, kalabalıktan uzak durma, toplumsal olaylara karşı kayıtsızlık da diğer belirtiler olarak addedilir.

Toplumsal çözülme, Toplumdilbilim çalışmalarında da bir kuramla ele alınmıştır. Toplumsal çözülmeyi ileri seviyede deneyimleyen insanların ana dillerine ve yaşadıkları ülkenin resmi diline/dillerine karşı istemsiz bir tepki geliştirdiği, bu tepkinin sonucunda birden fazla dili karıştırarak konuşmayı tercih ettikleri tespit edilmiştir. Tepkisel Ağız (Reactive Variety) olarak tanımlanan bu fenomene göre bireyler, ana ve varsa resmi dillerini Çince gibi uluslararası dillerle karıştırıp bozarak dil aidiyetlerini yok etme yoluna giderler. O hâlde Toplumsal Çözülme Kuramı, büyüme temelli politik ekonominin olumsuz sonuçlarına işaret etmektedir. İnsan odaklı olmayan, toplumsal refahı öncelemeyen küresel bir ekonomik modelin günün birinde muhakkak kıyıya vuracağını dile getirir. İnsanların rakamlardan daha önemli olmadığı tüm yönetim sistemlerinin distopik olduğuna işaret eder.

Dünya dışı bir medeniyet bizi ziyaret ederse ne olur? İyi niyetli bir ziyaretin bile küresel değerleri alt üst edeceği aşikâr. Eğer ziyaret iyi niyetli değilse ve bir işgalden bahsediyorsak o halde insanlığın ne tür psikolojik tepkiler verebileceği hakkında spekülasyonlar yapmamız gerekiyor. Bu, kulağınıza keyifli bir fantastik tartışma olarak gelebilir, fakat anımsayınız; Hawking ölmeden kısa bir süre önce bu olasılığın yüksek olduğunu ve Dünya dışı medeniyetlerle iletişim kurma çabalarının korkunç sonuçları olabileceğini dile getirmişti. Bu konuda iki ayrı görüş olduğunu belirtmeliyim. Halihazırda bilim insanları (METI Programı) dünya dışı medeniyetlerle iletişim kurabilmek için uzaya mesaj göndermekle meşgul (Bkz: Scientific American) Diğer taraftan Hawking’in görüşünü savunan bir grubun da olduğunu biliyoruz (Bkz: Space Policy Dergisi).

Pirm Sendromu, galaktik iletişim düzeyine çıkmamış tüm medeniyetlerde görülebilen, olumlu ve olumsuz sonuçları olan psiko-sosyal bir sendromdur. Gezegenleri işgal edilen medeniyet, evrende yalnız olmadığını öğrendikten sonra hiyerarşik aşamalı üç temel psikolojik bir dinamik sergilerler. Birinci aşamada; gezegenleri barışçıl bir medeniyet tarafından tahliye edilir de yok olmazlarsa, şok ve korku tetikleyicileri sebebiyle misafir oldukları gezegende uzun süreli bir yabancılaşma duygusu yaşarlar. Gezegenleri kurtarılana değin yaşadıkları yeni gezegene uyum sağlayamazlar. İkinci aşamada; bu yabancılaşma aşaması oldukça ağır bir toplumsal depresyona sebep olur. Bireysel ve toplu intihar olayları sıklıkla gözlenir. Üçüncü aşamada misafir medeniyet yaşamın her alanında tatminsizlik ve mutsuzluk yaşamaya başlar; geçici olarak yaşadıkları evler, yaptıkları işler, günlük uğraşları onlara bireysel tatmin ve başarı duygusu sunmaz. Bu sendrom ilk kez Pirm gezegeninden kurtarılan varlıklarda gözlendiği için sendromun adı Leshrin bilim insanlarınca Pirm Sendromu olarak belirlenir.

Pirm Sendromuna göre, yuva gezenlerine kavuşmak ümidiyle kendilerini bekleme moduna alan topluluklarda duygulanım bozuklukları da gözlemlenir. Ani öfke atakları temel belirti olarak öner çıkar. Bu sebeple Pirm Sendromundan mustarip olan bireylere kurtarma operasyonunda görev verilmez, çünkü bu bireyler işgalci medeniyete karşı canice suçlar işleyebilirler. Sendromun toplumsal seviyede ilginç bir olumlu etkisi de belirlenmiştir. Dünya medeniyeti gibi dini, milli, kültürel ve mülki ayrımlarla idare edilen gezegenlerde, işgalin sona ermesinden sonra radikal bir değişim gözlenir; tüm bu ayrımların hızlı ve kati biçimde ortadan kalktığı birçok vakada tespit edilmiştir. Tüm ayrımlar artık önemsizdir. Oluşan bu toplumsal bütünlüğün ana sebebiyse, medeniyetin kendi içindeki farklılıkların evrendeki çeşitlilik karşısında anlamsız olmasının geniş kitlelerce fark edilmesi, birinci elden deneyimlenmesidir. Ağır bir yaygın depresyonla başlayan Pirm Sendromu, medeniyetin yuva gezegeninin kurtarılması durumunda bu medeniyete büyük bir fırsat sunar. Asıl tehdidin ve başa çıkılması zor olan tehlikenin gezegenin dışında olduğunun fark edilmesi tüm eski ayrımları, küflü dogmaları ve sınıfları yok eder.

Büyüme temelli ekonominin toplumsal birliği ve uyumu yok etme ihtimali veya gezegenimizin işgal edilme olasılığı hakkında düşünmek, bu konuda ayağı yere basan spekülasyonlar yapmak bize günümüzün değerlerini yeniden ele almak konusunda samimi bir fırsat sunuyor. Günlük yaşamın akışında bu argümanlar önemsiz veya lüks gelebilir, fakat yaşamsal tercihlerimizi yaparken neyin önemli ve kıymetli olduğunu iyi bilmemiz bireysel yolculuğumuzu radikal bir biçimde şekillendirecektir. Bu sürecin en net ve kıymetli çıktısı bireyin kendi entelektüel yeterliklerini geliştirmesidir. Dogmadan, ayrımlardan, aşırı olan her türlü düşünceden, ırkçılıktan, kültürel veya dini duvarlardan zihnini temizlemek gerçekten zordur.   Bilgi Yayınevi etiketiyle ikinci kitabı (Kutlu Kanatlar Altında) yayımlanan Döngü Üçlemesi’nin de yazılma amaçlarından biri bu; bireyin davranışını, doğru ve yanlış algısını etkileyen toplumsal dinamikleri anlamak ve bu sayede o ana soruya yanıt vermek: “İnsanlığa ait evrensel normlar var mı yoksa sürekli olarak radikal bir norm listesinden diğerine mi savruluyoruz? İnsan medeniyetinin evrensel meziyetleri var mı yoksa biyokimyasal varyasyonlar gibi yaratacağımız sosyal paradigmalar da sınırsız mı?” Cevabı bulacağımız yer bilimdir; fakat cevabı anlayıp ona anlam yükleyeceğimiz yer ise sanat ve edebiyatın vahalarında bizi bekliyor.

Sosyal psikoloji kuramlarının romanın deyişine estetik anlamda yaptığı katkıların da altını çizmek gerekiyor. Öncelikle doğru analiz edilmiş insan ve toplum davranışları, ana öyküyü bir arada tutan kolonlardır. Bu davranış analizleri ne kadar sağlam olursa yazarın kullandığı imgeler, metaforlar, açık ve gizli estetik unsurlar (Örn: Betimlemelerdeki üslup, semboller, görsel dramatik aksiyon, vb.) öykünün içine o kadar siner ve tüm romanın doğal bir parçasına dönüşürler. Bu düzeyde yazılmış bir roman, okura bütüncül bir deneyim sunar ve nihayetinde kurmacanın retorik gücü, sağladığı duygusal deneyim pekişmiş olur. Sonuçta tarihi roman da olsa polisiye veya bilimkurgu da olsa yazılan tüm eserlerin ekseninde insan, sadece insan yatıyor.

– Prof. Dr. Kemal Sinan Özmen (Gazi Üniversitesi, İngiliz Dili ve Eğitimi ABD)

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

simdi-ve-daima-kapak

Bir Başlangıç Kitabı: Şimdi ve Daima

Türü ne olursa olsun, yeni bir yazarı okumaya karar verdiğinizde ilk işiniz bir kitap seçmek. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et