Yaşadığımız zamanın şartlarını çoğunlukla sabit ve değişmez zannederiz; oysa aynı zaman dilimi içinde farklı coğrafyalarda bile hayatın algısı ve alnımızda bıraktığı izler farklıdır. Bir Türk genci için yaşama atılmak ve tutunmak zordur, fakat bir Alman genci aynı zorluklarla çoğunlukla yüzleşmez. Bu gerçek, bizi çevreleyen çemberler genişledikçe aynı biçimde devam eder. Zihinsel mekanizmalarımızı şekillendiren tüm bilgi, yargı ve inançlarımızı sabitler olarak ele alır, onların temelinde düşünürüz. Kültürel kurallar, farklı yaşam biçimleri, türlü siyasi görüşler; bunlar sanki milyonlarca yıldır Ay gibi, Güneş gibi etrafımızda dönmekte ve bizi bazen aydınlatıp bazense karanlıklar içinde bırakmaktadır.
Oysa bu içgüdüsel düşünce eğilimi, kişiyi aydın veya cahil olarak tanımlamakta kullanabileceğimiz ilkel bir zihinsel alışkanlıktır. Evrensel ölçekte; yani Dünya, Güneş Sistemi veya bir koluna tutunup hızla savrulduğumuz Samanyolu Gökadası düzeyinde bin yıl, hatta yüz binlerce yıl kısa bir andan başka bir şey değildir. Biz de bu evrenin parçası ve doğal bir sonucu olduğumuza göre, kendimizi nesnel bir biçimde gözlemleyebilmemiz için bilincimizi ve farkındalığımızı evrenin saatine göre şekillendirmeliyiz; ancak bu sayede bireysel ve toplumsal anlamda somut ve gerçekçi bir insan tanımına ulaşabiliriz.
Bu anlamda güncel değerleri ve kuralları evrensel sabitler olarak almanın ne denli hatalı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Günü anlayabilmemiz ve kendimizi doğru tanımlayabilmemiz için zaman algımızı içinde yaşadığımız evrenin mekaniklerine göre kurmamız gerektiğinin altını çizmeliyiz. Şimdi bu açıdan insanlığın kısa tarihine bakalım; günümüzün sorunları, kavgaları, kutupları ve tüm debdebesi; yani dini ayrımlar, kültürel önyargılar, ülke sınırları, küresel refahın paylaşımı, vesaire… Bunların hiçbirinin daha 6 bin yıl önce olmadığını düşünmek kulağa oldukça garip geliyor. İsa daha çarmıha gerilmemiş, İstanbul fethedilmemiş, sanayi devrimi gerçekleşmemiş, insanlar sırf farklı dinlerden veya kültürlerden diye modern çağın büyük savaşlarında birbirini hunharca öldürmemiş, Facebook’ta ilk kedi videosu yayınlanmamış; gördüğünüz üzere, bize çok uzak gelse de evrensel ölçekte daha dün gibi olan zamanlarda bugünümüzü oluşturan neredeyse hiçbir etiket ve tanım yok. Daha dünyanın en kadim ırkları bile ayağa kalkıp klan işaretini savanda bir taşa çizmemiş bile. Kimler sahnede? Bir tarafta Mısır, diğer tarafta Anadolu medeniyetleri (Sümer, Akad, Babil, vs.) ve onların kurduğu gerçeklik; en az bizim gerçekliğimiz kadar değişmeyeceği düşünülen, tanrılarıyla, kanunlarıyla, sosyal yaşamıyla kadim medeniyetler.
Sürece tersten de bakabiliriz. Birkaç milenyum önce yaşamış insanlara inanç ve değer sistemlerimizi anlatabilir miydik? Çağdaş insanın dini inançlarını, milli ve kültürel aidiyetlerini, evlilik kurumunu, sosyal ilişki normlarını ve iş yaşamını ortalama bir Sümerli nasıl algılardı? Bizim için somut ve nesnel olan her türden kültürel değer, onların gerçekliği açısından nasıl görünürdü?
İşte Döngü Üçlemesi‘ni bu aşamada düşledim. Bir birey olarak bizleri oluşturan normları analiz etmemiz önemlidir; neyin sabit neyin değişken olduğunu görmemiz, inançlarımızı ve değerlerimizi oluşturan mülki ve politik dinamikleri anlamamız ve nihayetinde insanoğlunun özünde neyin kalıcı, neyin geçici olduğunu bulmamız gerekiyor. Bu sayede bizleri bekleyen gelecek alternatifleri içinden kurmaca distopyalara taş çıkaracak karanlık ihtimalleri bertaraf edebiliriz.
Döngü Üçlemesi’nin yazılma amacı tam olarak budur; insanoğlunun evrensel düzlemdeki temel karakteristiğine ulaşabilmek ve onu tanımlayabilmek. Satın aldığınız bilgisayarla gelen hazır yazılımlar gibi, genetik kodlarımızda bulunan mizacımızı betimleyerek geleceğimize dair dolaylı tavsiyelerde bulunmak ve bir yandan da insanoğluna olan inancımızı pekiştirmek yegâne amacımdı. İnsanlara güvenmeyebilirsiniz, fakat insanoğluna güvenmek zorundayız. İnsanlara anlatacak tek bir sözünüz dahi olmayabilir; günümüze bakıp başınızı karanlık bir umutsuzluk bulutuna sokabilirsiniz, fakat insanoğluna günümüzü, geçmişimizi ve yaşadıklarımızı anlatmalıyız ki bir gün cesaretle doğrulup yeni bir dünya kurmaya kalktıklarında eski hatalar onları gerçeğe ve doğruya yönlendirebilsin.
Bilimkurgu: Doğru Söze Doğru Ezgiyi Bulabilmek
Aslında yukarıda anlattıklarım Döngü Üçlemesi’nin neden bilimkurgu türünde olduğunun ve neden fantastik unsurlar içerdiğinin dürüst ve gerçekçi bir ifadesidir. İnsanlara, sıkı sıkıya bağlı oldukları düşünce ve değer sistemlerinin aslında kalıcı olmadığını nasıl ifade edebilirsiniz? Zaman içinde sosyo-kültürel değişimlerin kaçınılmaz olduğunu, bugünün normalini oluşturan normların hızla dönüştüğünü, dolayısıyla gerçeklik diye algıladığı birçok kanısının aslında sadece düşünsel bir sapma olduğunu nasıl anlatırsınız? Hele bu sapmalar, yığınların gözünü kör ediyor, gerçeği görmesini engelliyorsa; yani karnınızdaki sözünüz gerçekten çok önemliyse, size büyük bir deprem lazım demektir.
Döngü Üçlemesi, 2177 yılında böylesine bir depremle açılış yapıyor ve bir dizi felaketler silsilesiyle karşılaşıyoruz. Bu yıla gelmeden önce kısaca aradaki 160 yıllık döneme de bakalım: Bilgisayar sektöründeki kriz biyoteknoloji alanındaki gelişmelerle aşılır fakat çok geçmeden 2102 yılında Kuzey Amerika’da kıtasal bir felaket yüzünden ABD yaşanmaz hale gelir. Bu ülke insanları Avusturalya’yı dünyanın yeni başkenti olarak benimser ve ilk göçmen akını bu yıllarda gerçekleşir. Aynı dönemde göçmenlik algısı küresel anlamda değişime uğrar. 1800’lü yıllarda köleliğe karşı verilen mücadeleye benzer bir çaba, göçmenlik için verilir. Her insanın bu dünyada yaşam hakkı olduğu karinesinden hareketle, Birleşmiş Milletler yerine Küresel Konfederasyon kurulur ve üyesi olan ülke vatandaşlarına Dünya Vatandaşı kimliği sağlar. Bu, birçok romantik devrimci için zafer günüdür, fakat herkesin atladığı büyük bir değişken vardır. Büyüme temelli ekonomi 2130’lı yıllara doğru öylesine şahlanmıştır ki kısa zaman içinde Konfederasyon yönetimi küresel kartellerin kuklasına dönüşür.
Dünya bu dönemde çok daha teknolojik, çok daha bütün ve rafine görünse de aslında refah ve yoksulluk arasındaki makas tarihi ölçekte artmış, kapitalizmin kurallarına göre şekillenen düzen, dünya ülkelerinin yüzde doksanından daha güçlü dev şirketler yaratmıştır. Artık insanlar bir ülke vatandaşı olmaktan ziyade bu şirketlerin birinde çalışıyor olmak yoluyla toplumsal kimliklerini algılar ve betimler olmuştur. 2150’li yıllara kadar süren bocalama döneminden dünyayı Mansur Hoca’nın keşfi kurtarır. İranlı, Türk asıllı bir biyoteknoloji profesörü olan Mansur, insan bilincini dünyayı birebir modelleyen sanal bir dünyaya yüklemeyi başarmıştır. Beş duyu organımız sonuçta elektrik sinyalleriyle çalışmaktadır. Mansur’un yaptığı ise insan bilincini ölümünden sonra bir bilgisayar simülasyonuna yüklemek ve gerçeğinden ayırt edilemeyecek sanal bir dünyada (Eternium) insanlara sonsuz bir ömür vaat etmektir. Her ne kadar Mansur’un amacı bu olmasa da fark etmeden bocalayan kapitalizmin eline yeni aracını sunmuştu. Bu yıllardan 2177 yılına kadar olan süreçte insanların büyük bir çoğunluğu için yaşam artık geçici bir bekleme dönemiydi. Aslolan ve kuramsal anlamda yüz binlerce yıl sürecek olan ömürleri onları Eternium’da bekliyordu; hastalık, acı, dert ve tasa olmayan kusursuz bir yaşam.
İşte 2177 yılı aşağı yukarı böyle bir düzende gelişmiş oldu, fakat teknolojiler ve yenilikler ne kadar farklı olursa olsun yaşam yine alabildiğine bizimkine benziyor; o yıllarda Eternium kredisi ödemek modaydı, günümüzde ise insanlar yıllarca konut kredisi ödüyor. Krediyle ayağına pranga takılan insan daha uysal, daha tepkisiz ve daha umursamaz olabiliyor. Özetle gelecekte torunlarımızın yaşamında hem çok şey değişiyor hem de aslında hiçbir şey değişmemiş oluyor.
Bu noktada denizi bulandırmak için büyükçe bir taşa, bir dizi distopyaya ihtiyaç vardı. Bu sayede düzeni bozarak bu düzenin beslendiği değerleri, inançları ve düşünsel sistemleri alt üst edebildim; insanlara neyin kalıcı neyin geçici, neyin evrensel neyin bir sanrı olduğunu gösterebilmek adına.
Felaketler ve Sonrası
Biyoteknoloji hekimi olan Lale’nin yaşamına eğilen Döngü Üçlemesi, dünyaya yaklaşan devasa bir asteroid kümesiyle başlıyor. Asteroid yavaşlayarak Ay ile Dünya arasında durana değin Lale’nin geçirdiği sıra dışı nöbetlere şahit oluyoruz. Mansur’un Konfederasyon düzeninden kaçmak için inşa ettirdiği dev yüzen şehir olan Akana’yı izliyoruz. Eşini ve oğlunu bir suikastla kaybeden Dr. Robert Lee’nin yaşamdan kopup Eternium’a yüklenerek ailesine kavuşma çatışmasına şahit oluyoruz.
Dünya düzenine düşen ilk taş olan asteroid, aslında içinde beklenenden fazlasını içeriyor. İnsanlık önceden hiç bilmediği bir gerçekle yüzleşirken, hiç tanımadığı yeni düşmanlar ve dostlar ediniyor. Küresel bir felakette asıl yıkılan camdan gökdelenler değil, değer yargılarıydı ve yeni insanın bu değerleri yeniden oluşturabilmesi için 24 bin yıl sürecek bir yolculuğa çıkması gerekiyordu.
Lale ve onun etrafında gelişen olaylar, Mansur, Luna, Ben, Can, Kurt ve Will gibi sıradan insanların kahramanlara dönüşmesine yol açar. Vicdani farkındalıklarıyla hareket etmeye çekinmeyen bu insanların tercihleri, milyarlarcasının yaşamını ve geleceğini şekillendirir. Göklerden Gelen Umut, bu uzun destanın ilk romanında önümüze bu iyi ve cesur insanlarla çıkıyor.
Bir Ayna Olarak Leshrinler ve Drahalmler
İnsanoğlu için sabitleri ve değişkenleri yeniden belirlerken bir aynaya da ihtiyaç vardı. Dünyanın düzeni son bulmuş, her türlü kanı, değer sorgulanır olmuş ve insanları bir arada tutan çok az değer kalmıştı. Pekâlâ kafası alabildiğine karışık olan insan, kaybettiği değerleri yerine ne koyacaktı, nasıl ilerleyecek ve yaşayacaktı? Bu noktada önümüze iki farklı medeniyet çıkıyor; leshrinler ve drahalmler. Döngü Üçlemesi’nde bizden yüz binlerce yıl ileri medeniyetlerin değer yargılarıyla, inanç ve düşünce sistemleriyle de karşılaşıyoruz. Leshrinlerin evrensel bir norm olarak sunduğu Leiharm kavramı, evrenin bilinci ve farkındalığı olarak önümüze çıkan Döngü ve onun kadim yasaları, diğer varlıkların bedenlerine girerek o medeniyet için önemli işler yapan evrensel gezginler olan Sahlalar ve sınırsız bir ömrü gerekçelendirebilmek için geliştirilmiş sahlalık kurumu gibi makro unsurlar romanın düşünsel katmanlarını oluşturuyor. Öte yandan Pirm Sendomu, Rulqur Sistemi, Eptderm Vakası gibi çeşitli kültürel kavramlar da bize, bizim dışımızda ve ötemizde oluşmuş farklı düşünsel gerçeklikleri temsil ediyor.
– Prof. Dr. Kemal Sinan Özmen (Gazi Üniversitesi, İngiliz Dili ve Eğitimi ABD)