Uygarlıkların Batışı ve Lübnan’ın Yitik Uzay Programı

Amin Maalouf yazdığı tarihsel nitelikteki romanları, “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” gibi literatürün klasiklerinden addedilen tarih kitabı ve gezegenimizin yakın tarihine dair düşüncelerini paylaştığı deneme kitaplarıyla ülkemizde de çok iyi tanınan usta bir yazar. 1949’da Lübnan’da doğan ve 1976’dan beri Fransa’da yaşayan Maalouf, sosyoloji biliminin büyük isimlerinden Claude Levi-Strauss’un vefatı dolayısıyla onun Fransız Akademisi’nde boşalan koltuğuna 2011’de seçilmişti.

Maalouf’un geçtiğimiz aylarda çıkan son kitabı “Uygarlıkların Batışı”, kendi ata toprağı Lübnan’ın geçmiş yüzyıldaki serencamından yola çıkarak Ortadoğu’nun ve Arap halklarının öyküsüne hüzünlü bir bakış. Maalouf bu kitabında, “(Lübnan’da/Ortadoğu’da/Dünyada) Yanlış giden neydi?” sorusunu sorarak, günümüzde insanlığın yaşadığı pek çok reel-politik sorunun kökenine doğru düşünsel bir arkeolojik kazı gerçekleştiriyor. Bu yazıda ise, “Uygarlıkların Batışı” kitabında Maalouf’un işlediği konuların – bilhassa Türkiye’yi ilgilendirdiğini düşündüğümüz kısımlarının- geniş bir özetini vererek kendisinin sunduğu gelecek perspektifinden bahsedeceğiz. Ayrıca, kitapta yer almasa da Lübnan’ın bir zamanlar parmak ısırtan ve örnek gösterilen uzay programının, Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı”nda aktardığı olaylarla paralellik göstererek nasıl yitip gittiğine de değineceğiz.

Maalouf, romanlarında Akdeniz’de ve Asya’da geçmişte kök salmış medeniyetlerin seslerine yer verirken, deneme kitaplarında da “kimlik” konusuna ve siyasi yansımalarına yoğunlaşıyor. Yazarın önceki kitapları “Ölümcül Kimlikler” ve “Çivisi Çıkmış Dünya” da bu anlamda, son kitabıyla beraber düşünülmesi gereken eserleri. Bu üç kitabı karşılaştırdığımızda, Maalouf’un karamsarlık tonunun zaman içinde gittikçe arttığını tespit ediyoruz. Kitapta da yer aldığı üzere, Suriye’de yıllardır süren iç savaş, Ortadoğu’daki etnik temelli ve mezhepsel çatışmalar, bu çatışmalardan kaçan milyonlarca göçmenin önce komşu ülkelere, oradan da Batı ülkelerine sığınması, El Kaide ve IŞİD benzeri örgütlerle zirve yapan dinsel şiddet ve terör, Avrupa’da ve ABD’de ırkçılığın artmasıyla Trump benzeri ayrımcılığı kışkırtan otoriter liderlerin sahneye çıkışı, ekonomik alanda neo-liberal politikalar nedeniyle gittikçe ivmelenen eşitsizlikler ve küresel ekolojik felaketlerle beraber düşünüldüğünde Maalouf’un karamsarlığının pek çok haklı sebepleri mevcut.

Aslında Maalouf’un gündeme getirdiği bu uygarlık sorunları, bilimkurguda iyi bilinen bir kavram olan “Kardashev ölçeği”ni akla getiriyor. Rus astrofizikçi Nikolay Kardashev’in 1964’te ortaya attığı kavram, uygarlıkları kullandıkları enerjinin büyüklüğüne ve teknolojik seviyelerine göre Tip 0’dan Tip 5’e dek ayırıyordu. (1) Bu ölçeğe göre, gezegenimizin mevcut seviyesi olan Tip 0’dan, gezegen üzerindeki bütün doğal kaynaklara hakim olabilmeyi ifade eden Tip 1’e geçiş en zor olanı ve Kardashev’e göre çoğu uzaylı uygarlığın maalesef bu geçişi yaşayamadan iç çatışmalarla kendi kendisini yok etmesi oldukça olası. İşte Maalouf da bu son kitabında, insanlığın kimlik temelli ayrışmaları çatışma unsuru yaparak savaşmasının, topyekün yıkımla sonuçlanacağına dair dikkate alınması gereken uyarılarda bulunuyor.

Maalouf’un kitabında Lübnan’ın yakın tarihini merkeze aldığını söylemiştik. Çok değil, 50 yıl öncesine kadar Ortadoğu’nun kültürel ve entelektüel anlamda adeta cenneti olarak örnek gösterilen, sayısız etnik grupların ve farklı dinlerin bir arada barış içinde yaşadığı bir yer nasıl oldu da kanlı bir iç savaşın pençesine düşebilmişti? Lübnan’ın başkenti Beyrut, büyük ses Feyruz’un seslendirdiği “Li Beyrut” şarkısında betimlenen cehenneme (2) nasıl dönüşmüştü? Maalouf, yaşanılan olaylarda Avrupa’nın, ABD’nin ve İsrail’in emperyalist müdahalelerinin payını elbette ki teslim ederken, Lübnan’daki etnik ve dinsel grupların çıkar kavgalarının zaman içinde ülkeyi nasıl bir “kimlikler mezarlığına” çevirdiğinin de altını çiziyor. Siyaset kurumunun dinsel motifler üzerinden işlemesinin ve politikacıların kimliklere dayalı demogojilerinin bir ülkedeki bütünlüğü nasıl aşındırdığını ve o ülkeyi parçalanmaya götürebildiğinin örneklerini Lübnan’ın geçmiş yüzyıldaki tarihini anlatarak veriyor.

Maalouf’a göre dini aidiyet denilen şey toplumlar için “sahte çimento”, çünkü birleştirme iddiasında olsa da aslında tam zıt rolü oynuyor. Maalouf, Haberturk’ten Kürşad Oğuz’un kendisiyle kitaba dair yaptığı röportajda (3) bu “sahte çimento” meselesini biraz daha açarak, çözüme ilişkin şu yorumları paylaşıyor:

“(Din) Kültürel olarak iyi bir çimento olabilir. Ama siyasi olarak çözdüğünden çok daha fazla soruna yol açıyor.”

Yeni çimentolar aramalı mıyız ya da bunlar ne olabilir?

Bir ulusa, “Dini inançlarınız, etnik kökeniniz ne olursa olsun siz aynı milletin vatandaşısınız ve aranızda bir dayanışma hissetmelisiniz” denmeli. Ama onlara temel aidiyetlerinin din olduğunu söylerseniz, aynı millet içinde çatışma yaratırsınız.

(Kitapta) Arap dünyasında bir dönem sosyalizmin yaşandığı, “proleter” kelimesinin farklı etnisite ve dinden insanlar arasında bir bağa dönüştüğünü de söylüyorsun.

Sadece Arap dünyasında değil pek çok bölgede Marksist hareketlerin azınlıkları bir araya getirdiği doğru. Hatta bu azınlıklar başka siyasal hareketlerde kendilerine hiç yer bulamadılar. Mesela Irak’ta komünist partide yer alan azınlıkları bugünün siyasi partilerinde görmeniz çok zor. Bu, komünist hareketlerin veya ülkelerin hatalarını görmemizi engellemiyor tabii. Tarih zaten buna cevabını verdi ve geri dönemeyiz. Ama ben, bir azınlık mensubunun vatandaş olarak katılabileceği açık siyasi hareketlerin olmasını isterdim. Eğer bir kimsenin vatandaş olarak rol oynamasını kabul etmezsek ve sadece bir etnik veya dini gruba aitse siyasi rol oynayabileceğini söylersek bu, milleti oluşturan paydaşların ilişkisini zehirler.”

Maalouf’un röportajda bahsini ettiği zehirlenmenin acı sonucunu, Lübnan’ın bir zamanlar Ortadoğu’da ilk ve tek olan uzay programının öyküsünde görüyoruz. Bir ülkedeki bilimsel atılım yolunun, kimlik çatışmalarının neticesinde çıkan bir iç savaşla nasıl tıkanıp son bulduğunu öğrenmek ibret verici. Maalouf’un, kitabında Lübnan’ın bir zamanlar Ortadoğu’nun entelektüel ve kültürel cazibe merkezi olduğuna dair kişisel hayatından da örneklerle pekiştirdiği anektodların arasında bu uzay programına yer vermemesi açıkçası şaşırtıcı.

Şu bağlantı adresindeki Türkçe videoda daha ayrıntılı anlatıldığı üzere, her şey 1960’larda ABD ve SSCB arasındaki uzay yarışı hızlanırken, Manoug Manougian adlı genç bir üniversite öğrencisinin Beyrut’ta kurduğu bir bilim kulübüyle başlıyor. Öğrenciler kendi çabalarıyla roketler geliştiriyorlar. Zamanla çalışmaları Lübnan devletinin de dikkatini çekiyor ve büyük destek görüyorlar. Hatta öyle ki, geliştirdikleri roketler Lübnan bayrağının ve parasının simgesi olan Sedir ağacının ismiyle resmiyet kazanıyor, ülkenin posta pullarında bu roketlerin resimleri basılıyor, Lübnan gazetelerinde de her yeni başarılarının ardından manşet oluyorlar. (4) Manougian’ın öncülüğünde kurulan Lübnan Roket Topluluğu çalışmalarını “Altı Gün” olarak bilinen 1967’deki İsrail-Arap Savaşına dek sürdürebiliyor. Bu esnada ekibin ulaşabildiği yükseklik 145 km olarak kaydediliyor ki, bu neredeyse Dünya’nın yörüngesindeki uyduların mesafesine denk. Fakat savaşın ardından Lübnan Roket Topluluğu üyeleri dört bir yana dağılıyor. Manougian ABD’de akademik bir kariyere başlıyor, Lübnan iç savaşı sürecinde ekibin diğer üyelerinden de ülkeyi terk edenler oluyor, bunların bir kısmı ise daha sonra NASA’nın projelerinde çalışıyorlar. İç savaş, topluluğun arşivlerinin de kaybolmasına yol açıyor ve zamanla herşey hafızalardan da tamamen siliniyor. (5) Kısacası, Lübnan Roket Topluluğu’nun kuruluşundan dağılmasına dek başından geçenler, Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı” kitabında Lübnan’a ve Ortadoğu’ya dair anlattığı makro öykünün mikro bir yansıması aslında. Bir ülkedeki kaotik politik atmosferin ve silahlı çatışmaların beyin göçüne yol açışının acı veren, trajik bir hikâyesi…

“Uygarlıkların Batışı” kitabının son bölümlerinde, Maalouf insanlığın geleceğine dair karamsar bir perspektif sunuyor. Dünya genelinde artan silahlı çatışmalar ve terör faaliyetleri nedeniyle, devletlerin 1984 romanında tasvir edilen totaliter yapıyı çağrıştıran aparatları inşa ettiği tespitini yapıyor. Her yerdeki güvenlik kameraları, elektronik iletişimin denetlenmesi ve izlenmesi romandaki Büyük Birader’i hatırlatıyor diyor Maalouf. Ama durumun günümüzde romanda anlatılandan daha korkunç olduğunu, çünkü insanların bu “güvenlik tedbirlerini” bizzat talep ettiğini, özel hayat ve düşünce özgürlüğü ile güvenlik arasında seçim yapması gerektiğinde ne kadar otoriter ve baskıcı da olsa güvenlik gerekçe gösterilerek uygulanan politikaları gönüllü olarak kabul ettiğini ekliyor.

Fakat her şeye rağmen umudunu ve ümidini tamamen yitirmiş değil Maalouf. İnsanlığın çağlar boyunca kıyımlarla dolu tarihinde çıkış yolları bulabildiğini, bunun gene mümkün olabileceğini söylüyor. Geçmişte sosyalizmin iddia ettiği üzere, -ama reel sosyalist rejimlerin eline yüzüne bulaştırdığı gibi olmayan!- dünya üzerindeki farklı kimlikleri “ölümcül” olmaktan kurtaracak ortak, yeni bir insanlık ülküsü inşa edilmesi gerektiğine işaret ediyor. Yoksa gidişat, Maalouf’un kitapta yaptığı benzetmeyle, tıpkı bütün sınıflardan yolcularıyla batan Titanik gemisinin akıbeti olacak gibi duruyor.

irk ve insan

Dünya üzerindeki eşitsizlikleri giderecek teknolojik imkânlara, tarihte en çok yakın olduğumuz bir dönemdeyiz. Ama aynı zamanda, nükleer silahları, ekolojik krizleri, hemen her ülkedeki kimlik kökenli fay hatlarını düşündükçe kendi kendimizi yok etmeye de bir o kadar yakın gözüküyoruz. Tip 0 uygarlıkla Tip 1 arasındaki yalpalamalarımızın nasıl bir noktada duracağını, seçimlerimiz belirleyecek. Uzaya ulaşmaya ramak kalmışken bütün bir insanlık medeniyetinin dağılıp gitmesi çok yazık olurdu. Tıpkı Lübnan Roket Topluluğu’nun başına geldiği gibi…

Sonuç olarak Amin Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı” kitabı, insanlığın silkelenip kendisine gelmesi adına bir uyarı fişeği. Maalouf, şu adresteki videoda ise bu konuda bizzat Türkiye’deki okurlarına seslenmiş… “Uygarlıkların Batışı”, insanlığın ve gezegenimizin yaşadığı sorunların yakın tarihteki izini sürmek isteyen ve bu sorunları aşmak için -meşhur şarkıda geçtiği üzere- “Bir şey Yapmalı!” diyen herkesin okuması ve üzerine düşünmesi gerekli, kıymetli bir eser.

Yararlanılan Kaynaklar:

  1. Fizikist
  2. YouTube
  3. HaberTürk
  4. BBC
  5. Smithsonian Magazine

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

İnsandan Daha İnsan Robotlar: Benim Gibi Makineler

Benim Gibi Makineler, çağımızın yaşayan en iyi İngiliz yazarları arasında kabul edilen, 1948 doğumlu Ian …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et