“Başa sarılan bir filmdi zaman.”
Bilimkurgu edebiyatının önde gelen yazarlarından Ray Bradbury, 1920’de Amerika’da doğdu. Tüm hayatını yazmaya adadı ve pek çok türde eser kaleme aldı. Fahrenheit 451, Mars Yıllıkları, Resimli Adam, Sonbahar Ülkesi, Güneşin Altın Elmaları gibi kültleşen kitaplarına ek olarak sayısız öykü, roman, şiir, deneme ve makale yazan Bradbury’nin adını edebiyat tarihine yazdırdığını söylemek mümkün. Yazarlık hayatı kısa öykülerle şekillenen Bradbury’nin her hafta en az bir öykü yazdığı da bilinen bir gerçek. Gençlere ısrarla öykü yazmalarını ve bir yılda üst üste elli iki kötü öykü yazamayacaklarını söyleyen yazarın motive edici bu sözü, genç yazar adayları için oldukça büyük bir öneme sahip. Genellikle insan doğası ve davranışları, hayal gücünün sınırsızlığı, toplumsal eleştiriler ve doğa-insan ilişkisi üzerine yazan yazarın aynı zamanda teknolojinin insan üzerindeki etkisini de pek çok eserinde masaya yatırdığını görüyoruz.
Eserleri pek çok kez sinemaya, tiyatroya ve televizyona uyarlanan Ray Bradbury’nin “Dinozor Öyküleri” de onun nevi şahsına münhasır eserlerinden biri. İthaki Yayınları’nın Bilimkurgu Klasikleri içinde yayımlanan eseri Elif Ersavcı çevirisiyle okuyoruz. İçinde dört öykü ve iki de şiir barındıran derleme, Bradbury’nin o eşsiz mizah ve anlatı geleneğini sürdürdüğü eserlerinden biri olarak öne çıkıyor. “Hayatım boyunca tanıdığım en zengin çocuktum artık,” diyor Bradbury, kitabın hemen başında yazdığı önsözde. Bunun sebebi olarak ise King Kong ve Mumya’ya iki bilet kazanmasını gösteriyor. Fantastik ve bilimkurgu dünyalarına daha çocukken düşkün olduğunu belirten yazarın dinozorlara da büyük bir hayranlığını olduğunu görüyoruz. Bu kitabın içeriğini ise şöyle özetliyor: “Ya şöyle olsaydı hikâyeleri ve şiirleri”.
Ray Bradbury’nin adaşı ve yakın dostu Ray Harryhausen’ın kitaba yazdığı önsözde ise tanışma öykülerinin dinozorlar sayesinde olduğunu öğreniyoruz. Ray’lerden biri yazının izinde gidip dünyanın önde gelen yazarlarından biri olurken diğer Ray ise sinemanın büyüsüne kapılıyor. Şimdi kısaca kitap yer alan öykülere ve şiirlere bir göz atalım.
Büyüyünce Ne Olmak İstiyorsun Dinozordan Başka?
“Vay canına, Peder, anlattığınız canavarlar müthişti!” / “Yine de insan denen canavarın yanından bile geçemezler.”
Dinozorlara oldukça düşkün olan Benjamin Spaulding adlı bir çocuğun öyküsünü okuyoruz. Ben, arkadaşlarından ona bir soru sormalarını istiyor. Çocuklardan biri büyüyünce ne olmak istediğini sorduğunda ise Benjamin’in yanıtı hazır: Bir dinozor. O günden sonra dinozorların dünyasına dair her şeyi öğrenmek isteyen Benjamin’in sayısız kitap okuduğunu ve araştırmalar yaptığını görüyoruz. Dedesinin de ona bu konuda yardımı büyük oluyor. İzlemesine okumasına ek olarak torununu müzelere de götürüp bu ilginç canlıları yakından görmesini sağlıyor.
Çocukluktaki hayallerin canlılığı öyküden taşarak okurun zihnini işgal ediyor öyküde. Anlatılanlar, zamanın geçişindeki hızın baş döndürücü olduğunun da bir kanıtı âdeta. Hayal gücüyle gelen büyümenin insan üzerindeki değişimine şahit oluyoruz. Belki de Benjamin’in dinozor olmak istemesini bir metafor olarak, geçmişe bir özlem, silinip gitmiş bir dünyayı yeniden yaratma arzusu şeklinde görmeliyiz. Çocukken saf ve masum olan hayallerimizin yetişkinlikte kaybolduğu malum. İnsan olmanın getirdiği yükümlülükler, büyümenin psikolojik ve fiziksel sancısı ve kaybolup giden hayal gücü trajik bir öykü de çıkarıyor aynı zamanda ortaya. Ve Bradbury elbette bunu ustaca yapıyor. Büyümek kaçınılmazsa, çocukluğun yok oluşu da yine aynı ölçüde zorunludur fikri aklımızı kurcalarken öyküyü sonlandırıyoruz.
Bir Gök Gürültüsü Sesi
“İşimiz, gerçek bir avcıya hayal edebileceği en müthiş heyecanı yaratmak. Sizi tüm zamanların en büyük av hayvanını vurmanız için altmış milyon yıl geriye götürüyoruz.”
2055 yılında “Zaman Safarisi” ile geçmişte istenilen yıla gidilebiliyor. Bu yolculuğa, seçilen bir hayvanı avlama imkânı da sunulduğu için safari deniyor. Eckels de 60 milyon yıl önceye gitmeye ve dinozor öldüren ekibin içinde yer almaya karar veriyor. Ölümlerine birkaç dakika kaldığı tespit edilen dinozorlar özenle seçiliyor ve silahla vurularak öldürülüyor. Ancak bunu yaparken çok fazla kural var. Geçmişte öldürülen bir kelebeğin bile geleceğin dünyasına etkisi büyük olabilir çünkü. Peki ya gerçekten bir kelebek ölürse?
Eckels bir Tyrannosaurus Rex öldürmek istiyor ama işler planlandığı şekilde gitmiyor. 60 milyon yıl önce karşısına çıkan devasa yaratığı görüp afallıyor ve korkarak kaçıyor. Ancak bu kaçış ona çok pahalıya mal oluyor. Ekibin lideri Travis, bu durumun gelecekte yaratmış olabileceği etkiler konusunda Eckels’i uyarıyor.
Ray Bradbury, kelebek etkisini işlediği bu zamanda yolculuk öyküsünde dinozorların olduğu çağa doğru bir maceraya çıkarıyor bizi. İnsanlığın geçmişe olan merak ve özleminin geleceği değiştirebileceğini anlatıyor. Geçmişte yapılan ve çok küçük bir hata olarak görülen şeyin geleceğin dünyasında büyük sorunlara neden olabileceğini zamanda yolculuk teması eşliğinde aktarıyor. İnsanın doğa üzerindeki etkisi ve eylemlerinin sonuçları üzerine düşündürücü bir öykü.
İşte Bak, Sevgili, Kaçık Dinozorlar!
Kitapta bulunan iki şiirden ilki. Pek çok dinozor türünün adı geçen şiirde, dinozorların ihtişamı ve insanların onlara duyduğu hayranlık esprili bir dille anlatılıyor. Dinozorlar muhteşem yaratıklarr ama aynı zamanda tuhaflar da.
Bir zamanlar dünyanın sahipleri olmalarına rağmen komik yanları da yok değil. Alaycı bir üslupla onların sevimli yanlarını gösteren Bradbury, aynı zamanda bu ihtişamlı canlılara haklarını da teslim ediyor. Sevgi dolu bir mizahla ele alıyor onları.
Sis Düdüğü
“…oysa artık yalnızsın sen, sana göre kurulmamış bir dünyada, saklanmak zorunda olduğun bir dünyada tek başına.”
Bradbury’nin en bilinen öykülerinden biri olan Sis Düdüğü, yazarın birkaç öykü derlemesinde daha yer alıyor. Temelde iki kişi ve bir de ne olduğu bilinmeyen bir canlı ekseninde geçen öyküde, aslında yalnızlık temasını da işliyor yazar. Deniz fenerinde çalışan iki karakterden biri olan McDunn’ın zihni yaşamın gizemleri, denizin verdiği sonsuzluk hissi ve yalnızlık ile meşgul. Fakat bunlara ek olarak bir de sis düdüğünü duyduğunda ortaya çıkan “canavar” var. Her yıl aynı gece sis düdüğünü duyduğunda gelen o yaratık yine geliyor ve McDunn bu kez arkadaşı Johnny’nin de bunu görmesini sağlıyor. Yaratığın denizden çıkıp kıyıya yaklaştığını fark ediyor ve onun sis düdüğünde kendi yalnızlığına çözüm olabilecek bir ses hissettiğini düşünüyorlar. Bu gizemli canavar milyonlarca yıl önceden kalma bir dinozor mu? Eğer öyleyse sis düdüğünün sesinde nasıl bir umut hissediyor ve ona doğru yöneliyor?
Doğayla insan arasındaki birlikteliğe dikkat çeken Bradbury, evrensel duyguların farklı canlı türleri arasında ortak olabileceğini gözler önüne seriyor. Yalnızlık, özlem, sevgi gibi… Gotik bir atmosfere sahip olmasına rağmen sıcak bir anlatı eşliğinde okurunu etkisi altına alan yazar, arka planda insanın bu devasa evrendeki önemine de vurgu yapıyor.
Ya Dersem ki: Dinozor Ölmemiş
Kitaptaki şiirlerden ikincisi. Şiirde, dinozorların aslında yok olmadığı, etrafımızda olabilecekleri ihtimali üzerinde duruluyor. Dinozorların hâlâ var olduğu bir dünya fikri üzerinden ilerleyen eser, trafik polisinden ceza yiyen bir dinozoru anlatılıyor.
Hatıralarının sembolik de olsa dünyamızda yaşadığını ve zihnimizde yer aldığını ifade ediyor Bradbury.
Tyrannosaurus Rex
John Terwilliger, stop motion teknolojisi kullanarak bir dinozor filmi oluşturuyor. Elbette sinema sanatçılarının kalitesini ölçen bir de mekanizma var. Film yapımcısı Bay Clarence’a filmini teslim ettiğinde ise umduğunu bulamıyor. Clarence, filmi pek çok yönden eleştiriyor. Film yapımcısı ondan bir Tyrannosaurus Rex yaratmasını istiyor ve bunun için çok düşük bir ücret sunuyor. Terwilliger, istemeyerek de olsa teklifi kabul ediyor fakat aklında bir plan var. Terwilliger, patronunu küçük düşürmeyi kafasına koyuyor ve tasarladığı dinozorun görünüşüyle Clarence’e tarihi bir cevap veriyor.
Sinema endüstrisinin arka planının gözler önüne seren Bradbury, eleştirel bir yaklaşımla anlatıyor öyküsünü. Yapımcıların eleştirel ve küstah tavırlarını masaya yatırıyor ve eğlenceli bir dil yakalıyor. Yaratıcı sürecin zorluğunu anlamamızı sağlarken aynı zamanda sanatçı ve patron ilişkisine de ışık tutuyor. Kapitalizmin yaratıcılığı körelttiği fikrini de arka planda okuruna veren yazar, öyküsünde otobiyografik öğelere de yer veriyor. Öykü, hicvin yanı sıra çok sevdiği dinozorlara da âdeta bir saygı duruşu niteliğinde.