“Bilimkurgu, -şiiri hariç tutarsak- hiçbir sınırı, hiçbir parametresi olmayan tek edebiyat alanıdır. Sizi sadece geleceğe değil; ‘öteki’ olarak adlandırılan, başka bir evrenin, başka bir gezegenin, başka bir türün beklediği o harika yere de götürebilir.”
“İyi bilimkurgu iyi edebiyattır” düsturunun mimarı Theodore Sturgeon bilimkurguyu böyle tanımlamıştı. Yazmak Sturgeon’a göre bir iletişim yöntemiydi. Kısa kurgularıyla ve Star Trek orijinal seri başta olmak üzere yazdığı senaryolarla hak edilmiş bir üne sahip olan Hugo ve Nebula ödüllü yazarın kuşkusuz en iyi romanı İnsandan Öte‘dir (More Than Human). Muhteşem hikâyeciliği aslında burada, başyapıtında da kendini göstermiştir. Zira İnsandan Öte, esasında ikinci bölümünü oluşturan Bebek Üç Yaşında adlı uzun öykünün etrafında şekillenmiştir. Yazar bu öyküyü merkeze koyup bir ilk, bir de son bölüm ekleyerek romanı mevcut hâline getirmiştir. Belki romanın bu kadar iyi olmasının sebebi Sturgeon’ın usta bir öykü yazarı olmasıyla da ilişkilidir, çünkü kurgunun inşası çok sağlam, dili ise şiirseldir.
Çoğu roman, yemeden önce çeşidini, malzemelerini, neyle karşılaşacağımızı az çok tahmin edebildiğimiz yemeklere benzer. Porsiyonumuzu alırken, keserken, lokmaları tartıp ağzımıza götürürken gizemi yavaş yavaş çözülür, az sonra alacağımız tada kendimizi hazırlarız. Sadece lezzetini derecelendirmek kalır. Kahramanların amacı, olayların aşağı yukarı ne yönde evrileceği, hikâyenin ne üzerinde inşa edileceği bellidir. İnsandan Öte ise malzemelerini, dokusunu, tatlı mı tuzlu mu, sert mi yumuşak mı olduğunu çiğnemeye başlayana kadar anlayamadığımız bir yemek gibi. Kurguya dair her şeyi katmanlar açıldıkça adım adım ve azar azar öğreniyoruz, kitap sırrını okura kolay kolay teslim etmiyor. Sturgeon burada, okurun, neler olup bittiğini bilmeyen kahramanlardan daha çok bilgiye vâkıf olmasını istemiyor. Yani kitaba başladığımızda tamamen karanlıktayız ve ampuller bir anda yanmıyor. Beklenen aydınlık, heyecanı son ana kadar diri tutarak son satırlara kadar kontrollü şekilde bize ulaşıyor. Karakterlerin bilinç gelişimi, iç gözlemleri, kendilerini ve birbirlerini keşifleri, ilişki kurabilmeleri, bastırılmış hatıralarını geri kazanmaları, yavaş yavaş büyüyen dünyaları tamamen empatik bir süreçle aktarılıyor. Eser karakterlere dayanır ve anlatılan tek tek olaylar değil bir süreçtir. Bu hazırcı-kolaycı okurlar için yorucu olabilir ama, bittiğinde tadı hep damakta kalacak bir yemek için buna değer -ki bu yemeği lezzetli kılan unsurlardan biri zaten ağır ağır pişmesidir. Belki de yayınlandığı 1953’ten bugüne tazeliğini korumasının da bir sebebi budur.
Theodore Sturgeon, kendisiyle özdeşleşen, yana doğru bir ok işareti eklenmiş Q harfi şeklinde bir kolye takardı. Bu sembolün anlamı kendisine sorulduğunda kolyenin “Ask the next question” cümlesini simgelediğini söylemiştir: “Sıradaki soruyu sorun”. İnsandan Öte, insanlığın geçmişi ve bugününü aşıp geleceğinde ne olacağına, olayların nerelere varacağına dair o muazzam soruyu soruyor. İnsanlıktan bir sonraki evrimsel adımın atılışını anlatıyor. Romanın ilk bölümü Muhteşem Alık’ta önce bir adı olmayan, daha sonra kendine kaderine uygun bir isim seçecek olan Alık’la tanışırız. Bu bölümde bir anlatıcı vardır, karakterleri ve olup biteni ondan öğreniriz. Alık bedenen güçlü zihnen zayıf, başlarda konuşma yetisine bile sahip olmayan bir karakter. Karakterler ne kadar farklıysa romanda tasvir edilen dünya da o kadar empati yoksunu ve kötülüğe kayıtsız. Alık da çok zor bir hayatta kalma mücadelesinin içinde. Ve zekâ olarak nasipsiz olsa da güçlü bir telepati kabiliyeti var. İstediğinde insanlara yaptıramayacağı şey yok, ama o sadece karnını doyurmaktan fazlasını istemez.
Yolu önce hasta ruhlu babalarının dünyanın geri kalanından tecrit ettiği iki kız kardeşle kesişir. Küçük kardeşle daha önce kimseyle kurmadığı bir iletişim, daha doğrusu zihinsel temas kurabildiğini fark eder ama sonu hazin biter. Ağır yaralanır, onu ölmek üzereyken bulup evlerinde bakan bir çiftçi karı-kocayla beraber yaşamaya, çiftliklerinde çalışmaya başlar. O zamana kadar bir isme ihtiyacı yoktur çünkü hiç çağırılmamış, kendisiyle hiç konuşulmamıştır. Bu aileyle kalmaya başladığında, kendisine adı sorulduğunda hayatı boyunca yapayalnız olduğunu düşünür ve bu sebeple “Lone” ismini seçer. Lone, yıllar sonra kendi çocukları olacağını anlayınca, kıt kanaat geçinen çiftin ona kibarca yol vermesini beklemeden kendisi ayrılır.
“Öfke ona yabancıydı; bu duyguyu daha önce sadece bir kez hissetmişti. Şimdiyse geldi, onu deniz gibi kabarttı, bitkin düşürdü, zayıf bıraktı ve ardından silinip gitti. Burada söz konusu kendisiydi. Çünkü bilmiyor muydu? Kendine bir ad vermemiş miydi; bu ad şimdiye kadar olduğu ve yaptığı her şeyin resmi değil miydi? Ne yaparsa yapsın, her hâlükârda yalnızdı. Neden yanlış bir hisse kendini kaptırsın ki? Yanlış. Kuş tüyünden postu olan bir sincap, ya da tahta dişli bir kurt kadar yanlış. Adaletsizlik değil, haksızlık değil, sadece bu göğün altında var olamayacak bir yanlışlık: bir yere, bir şeye ait olabileceği hissi…”
Kâh avlanıp kâh çalarak hayatta kalmaya çalıştığı ormanda karşısına çıkan, kendisi gibi insanüstü özellikleri olan evlerinden kaçmış üç kız çocuğunu da himaye etmek zorunda kalır. Kızlardan büyük olan Janie’nin telekinezi gücü vardır, küçük ikizler Bonnie ve Beanie ise teleport yeteneğine sahiptir; konuşamazlar ama bedenlerini istedikleri yere ışınlayabilirler. Derken Lone çiftçi ailesinin yeni doğan bebeğini de yanlarına alır. Zira annesi ölmüştür, babası ise akıl sağlığını yavaş yavaş yitirmekte, güçten kuvvetten düşmektedir. Doktorlar babaya bebeğin Mongol olduğunu, büyüyüp gelişemeyeceğini söylemiştir. Lone bebeği ormandaki sığınaklarına getirdiğinde ikizlerle iletişim kurabildiğini fark ederler. Bebeğin beyni “bir hesap makinesi gibi” çalışmaktadır, kendisine yöneltilen soruların cevabını ikizlere telapati yoluyla verir, ikizler aralarındaki özel, sözsüz iletişimle Janie’ye aktarır, Janie de Lone’a söyler. Lone, bebekten bu yolla aldığı talimatlarla, çiftçinin kamyonetini traktör gibi kullanabilmesini sağlamak amacıyla dünyanın ilk anti-yerçekimi jeneratörünü inşa eder. Kendi ifadesiyle bebek beyin; Janie vücut, ikizler kol ve bacaklar, Lone ise baştır. Bu sıradan insanlar içinde ucube muamelesi gören, dışlanmış ve hayata nasıl tutunacağını bilmeyen, amaçsız, garip grubu belki kader bir araya getirmiştir; ama onları yetenekleri bir arada tutar. Kendilerine simbiyotik bir hayat düzeni kurarlar. Tek başlarına aciz ve zayıfken büyük bir varlığın parçaları olarak bir araya geldiklerinde bir şeyler başarırlar.
İkinci bölüm Bebek Üç Yaşında, bir psikoterapi seansı şeklinde geçer ve anlatıcı ekibe yeni katılan kahraman Gerry’dir. Öfkeli ve istismara uğramış bir çocukken Lone tarafından sokaklardan kurtarılmıştır. İlk bölümün bittiği tarihin üzerinden yedi yıl geçmiştir, bu zaman diliminde olanları Gerry’nin anıları olarak okur; daha doğrusu doktorla beraber dinleriz. Bu kısım Sturgeon’ın psikiyatriye duyduğu ilginin güzel bir yansımasıdır.
“Mantık ve gerçek çok farklı iki şeydir, ancak mantığı kullanan bir zihne genellikle aynı şeymiş gibi görünürler.”
Çocukların yeni bir hâmileri olmuştur: Lone’un en başta tanıştığı genç kızın ablası. Bu durum yetenekleri ve birbirleriyle ilişkilerini etkilemiştir. Bu bölümde ilk kez “Gestalt” tabiriyle karşılaşırız. Ekibin bir vücudun parçaları gibi hareket etmesi Gestalt Kuramı’yla açıklanır. Ve artık Gestalt güç kazanmaya başlayacaktır.
“İnsanların burnunun dibinde peyderpey gerçekleşiyor ve görmüyorlar. Zihin okuyan insanlara sahipsiniz. Zihinleriyle bir şeyleri hareket ettirebilen insanlara sahipsiniz. Sadece sormayı düşündüğünüz soruların cevabını verebilecek insanlara sahipsiniz. Sahip olmadığınız şey, hepsini bir araya getirebilecek türde insandır. Tıpkı bir beynin bastıran ve çeken ve ısıyı hisseden ve yürüyen ve düşünen ve diğer tüm şeyleri yapan parçaları bir araya getirmesi gibi. Ben bunlardan biriyim.”
Son bölümde ise yine bir anlatıcı; ama önceki iki bölüm gibi kendine has, farklı bir anlatım tarzı vardır. İlk bölümde kısaca tanıtılan Hip adlı karakterin rolü burada başlar. Bölümün adı “Ahlak”tır. Gestalt güçlenmiş, olgunlaşmıştır, ama bu yapı vicdan gibi önemli bir kontrol mekanizmasından yoksundur. Burada insanüstü yeteneklerin ahlakî yönü, etiği sorgulanır. Öyle ya, yapmak istediklerini yapabiliyorken, böyle bir lütfa sahipken onları, yani “Homo Gestalt”ı ne durduracaktır?
“O zaman anladı ki onu utandıran şeylerin her biri, insanların insanlara yapabileceği, ama insanlığın yapamayacağı şeylerdi.”
Sturgeon aslında Homo Gestalt ile Nietzsche’nin Üstinsan öngörüsüne atıfta bulunur. Evet, Nietzsche’nin dediğince insan aşılması gereken bir varlıktır, ancak kendisinden aşağı bir türün ahlak kuralları Homo Gestalt’ı bağlamaz, etiği kendi içinde bulması gerekir. Çünkü üstinsan olarak onlardan insanlara örnek, koruyucu ve rehber olmaları da beklenecektir.
“Etik, arayabileceğiniz bir gerçek değildir. Etik bir düşünme biçimidir.”
“Ve sizin türünüz yeterli sayıya ulaştığında, etiğiniz onların ahlakı olacaktır. Ve ahlak sistemleri artık türlerinin ihtiyacını karşılamadığında, siz ya da etik sahibi başka bir varlık yenilerini kuracak. Mevcut ahlakı daha yukarılara taşıyacak. Size saygı duyacak, sizi ve onları o günlere getirenlere saygı duyacak, bir yıldız gördüğünde kalbi yerinden oynayan o ilk vahşi yaratığa saygı duyacak o etik sahibi varlık yenilerini kuracak.“
Bu noktada Sturgeon’ın insancıl ve iyiliği merkeze alan yaklaşımını ayrıca takdir etmek gerekir. Bu yaklaşımın bir tezahürü olarak roman boyunca “kaynaşma” tabiri tekrar edilir, ahlakın yanına bir gereklilik olarak sevgi de eklenir. Bu hümanist bilimkurgu romanı, türü ve türün yazarlarını önemli ölçüde etkilemiştir. Ayrıca yayınlandığı tarih itibariyle siyahilere olan tutumu incelikle ama açıkça eleştirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortamı eserine başarıyla aksettirmiştir. Özellikle romanın doğada geçen kısımlardaki ustalıklı anlatım, Sturgeon’ın uzaktan akrabası olan Ralph Waldo Emerson’ın üslubunu çağrıştırır. Eser üç bölümü birbirine kusursuz şekilde bağlayarak temasındaki Gestalt yaklaşımını yapısında da sergiler. İlk bölümde “vücutta” zihinsel bir engel söz konusuyken, ikinci bölümde ahlakî bir engel vardır. Son bölümde ise bu ahlakî engelin nasıl aşılabileceğini gösterir. Böylece üç bölüm tek bir büyük hikâyede birleşir. Eşsiz anlatımı, incelikle işlenmiş kurgusu, felsefi boyutuyla İnsandan Öte, bilimkurgunun Altın Çağı olarak adlandırılan dönemin altın; dolayısıyla değeri ve güncelliği hep sürecek eserlerinden biridir.