1957 yılında İngiliz yazar Nevil Shute (1899 – 1960) tarafından yazılan Kumsalda, nükleer bir savaş ve ardından gelen radyasyon serpintisi esnasında Melbourne’de bir grup insanın başından geçenlerin anlatıldığı post apokaliptik bir roman. Roman 1963 yılında geçer, Üçüncü Dünya Savaşı gerçekleşmiş, dünya nüfusunun çoğu yok olmuştur. Dünyanın büyük kısmı bir atom savaşıyla yok edilmiş ve radyoaktif bir serpinti yaşadığınız yere doğru olanca hızıyla yaklaşmakta olsa, son günlerinizi nasıl geçirmek isterdiniz? Nevil Shute’un klasik post apokaliptik romanı Kumsalda işte bu soruya cevap arıyor.
Kumsalda, Holokost’un açığa çıktığı, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atıldığı, ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş’ın giderek kızıştığı bir dönemde yazılmış olan az sayıdaki post apokaliptik romandan biri. Roman, Üçüncü Dünya Savaşı gezegendeki nüfusun büyük bir kısmını yok ettikten sonra, Avustralya’nın Melbourne şehrinde yaşayan bir avuç insanın yaşamlarının son sekiz ayını mercek altına alıyor. Son yıllarda post-apokaliptik türünde zombi sürüleri, bebek öldürüp yiyen yolcular ve insanları köleleştiren savaş baronları gibi adrenalin dolu senaryolarla epey haşır neşir olduk. Eğer kitabı bir Mad Max beklentisiyle elinize aldıysanız belki de geri bırakmanız en iyisi olacak, zira Kumsalda gelmiş geçmiş en sakin kıyamet sonrası romanlarından biri olabilir.
Ana karakterimiz Avustralya’da görevli bir ABD Deniz Kuvvetleri subayı olan Binbaşı Dwight Towers. Karısı ve çocukları Connecticut’ın Mystic şehrindeki evlerinde yaşamaktadır ve Towers, onların da hayatta kaldığı umuduna sımsıkı sarılmaktadır. En yakın arkadaşı, USS Scorpion savaş gemisinde birlikte çalıştığı Avustralya Deniz Kuvvetleri’nde görevli Teğmen Peter Holmes’tur. Holmes’un da bir eşi ve yeni doğmuş bir çocuğu vardır. Yakın arkadaşlarından biri olan Moira Davidson bekar bir kadındır ve Binbaşı Towers ile yakınlaşacaktır. Başta, kitabın Melbourne’ün banliyösündeki günlük yaşamın üstünde neden bu kadar ısrarla durduğunu anlayamayabiliyorsunuz. Fakat romanın sessiz ritmine kendinizi kaptırdıkça, sıradan insanların dünyanın sonunu getirecek çapta bir yıkımla nasıl başa çıkmaya çalıştıklarını göstermeyi amaçlayan bu anlatımın gücünü de kavrıyorsunuz.
Üçüncü Dünya Savaşı bir anda başlar. Arnavutluk İtalya’yı bombalar. Mısır, İngiltere ve ABD’yi bombalar. ABD Rusya’yı bombalar. Rusya Çin’i bombalar. Tonlarca hidrojen bombası bir anda atılır ve yeryüzünü kavurarak tüm canlı yaşamı silip atar. Güney Yarım Küre ise bu yıkımdan en az etkilenen yerler olur; Güney Amerika’nın en güney kısımları, Güney Afrika ve Okyanusya neredeyse el değmeden kalmıştır. Fakat bu sükûnet daha ne kadar sürebilir? Daha ilk sayfalardan itibaren kıyametin sessiz sakin yaklaştığı okuyucuya veriliyor; sonumuzun yakın olduğunu iliklerimizde hissediyoruz. Yine de hayat devam etmektedir. İnsanlar Kumsalda güneşlenir, bahçeleriyle ilgilenir, market alışverişi yapmaya ve işlerine gitmeye devam eder…
Roman okuyucuya iki gizemli soru soruyor: Bir zamanların Seattle’ı olan ancak artık radyoaktif bir çöle dönüşen yerden gönderilen radyo sinyallerini kim veya ne gönderiyor ve radyoaktif serpinti Avustralya’ya ne zaman ulaşacak? İlk sorunun cevabını öğrenmek üzere Towers, Scorpion’u Pasifik açıklarına, ABD’nin batı kıyılarına götürüyor. Okuyucu bu yolculuğun kitabın büyük bir kısmını kaplamasını bekliyor ancak öyle olmuyor, zira konuyu ilerletecek bir yaşam belirtisi görünmemekte. Golden Gate Köprüsü’nün olması gereken yerin beş mil açığından San Francisco’yu incelerler ancak tek öğrenebildikleri köprünün ve birçok binanın yıkıldığı, hiçbirinin bir yaşam belirtisi taşımadığı olur.
Diğer soruya gelindiğinde ise, bilim insanları radyoaktif dalganın Avustralya’ya yazın sonlarında ulaşacağını öngörmektedir. Bu bilgi okuyucuyu diken üstünde tutmaya ve pek bir aksiyonun olmadığı kitapta gerilimi sürdürmeye yetiyor. Kumsalda, kara roman atmosferine sahip bir kitap. Kitabın çoğu güneşli Melbourne’de geçse de yüzeyin hemen altında kabaran kötü bir şeyler olacağı hissi daima baki. Ayrıca, tanrının öldüğü ve anlamsızlığın hüküm sürmeye başladığı bir dünyada, insanların olup bitenleri kendilerince anlamlandırmaya çalışmaları bakımından da varoluşçu bir bakış açısına sahip.
Hikaye akışı oldukça yavaş olsa da üçüncü bölümde Shute’un zorla araya sokuşturmuş gibi hissettirdiği bir yarış sahnesiyle bu akış hissiyatı da parçalanıyor. Yarış bir anlamda hayat koşuşturmacasını, ölümden başka kaçışı olmayan yaşamın içinde bir kaçış arayışını simgeliyor. Sürücülerin yarışı bitirme mücadelesi, yaşamlarını radyoaktif dalga sona erdirmeden kendilerinin erdirmeleri için bir yarışa dönüşüyor. Yine de bu, sahnenin zoraki hissiyatını yok edemiyor.
Kumsalda, orta sınıf Avustralyalılar’ın (ve bir Amerikalının) ve dünyanın sonunu nasıl karşıladıklarının öyküsü. Bu insanlar aradıkları kaçışı anlamsız şiddette bulmuyorlar. Bunun yerine içlerine dönüp onları en çok rahatlatan şeylere, kişisel tutkularına ve sevdikleri insanlara sarılıyorlar. Kitaba asıl gücünü veren ve unutulmaz kılan şey tam olarak bu sessiz ve gerçekçi kabulleniş oluyor…