Blake Crouch’un yazdığım en zor roman dediği Sahte Bellek (Recursion), insanın beden-zihin birlikteliğinin hâlâ çözülememiş süreçlerine ve aksaklıklarına, hafıza ile zamanın geçmiş, şimdi, gelecek paradokslarının da eklemlendiği sıra dışı kurgusuyla öne çıkan bir roman. Beyin yaşamsal faaliyetlerin devam etmesini sağlayan sistemin patronu konumundadır, tüm organizasyonu üstlendiği gibi ayrıca bilinç düzeyinde karmaşık bir yapıya sahiptir. Bilişsel kavrayışta gerçekleşen ve bize farklı yetenekler bahşeden zihinsel etkinliklerimiz belleğimizle sıkı bir ilişki içindedir. Sinirsel aktivitenin senfonisi olan hafızamız, geçmişten bu zamana tuttuğu kayıt ve anılarla aynı zamanda kişiliğimizi yansıtır, ancak tıpkı yapay belleklerde rastlanabileceği gibi beynimizde yer edinen bilgilerin de kalıcılığı garanti değildir. Sahte Bellek, çıkış noktasını insanın hafızasında beliren ölümcül hastalıkların yok edilip edilemeyeceği sorusunda bulurken, iyi bir bilimkurgu eserinin yapması gerektiği gibi tek bir katmanda hareket etmeyip hafızayı zaman, parçacık fiziği ve solucan delikleriyle de ilişkilendiriyor.
Öncesinde yazarın Karanlık Madde isimli eserini de yayımlayan Doğan Kitap‘ın piyasaya sürdüğü Sahte Bellek, geçmişe yolculuk ve alternatif gerçeklik gibi kavramları hafıza üzerinde gerçekleştirilen birtakım deneylerle ele alıyor. Hafızanın direkt zamanla ilişkilendirilmesi, bu anlamda fiziksel temeller üzerinde öngörüler yaparken ayrıca felsefi bir bakış açısı da sunması, sürükleyiciliğinin yanında esere bir derinlik de katıyor. Blake Crouch’un, Karanlık Madde’de olduğu gibi eseri yazarken dersine iyi çalıştığını anlıyoruz. Sahte Bellek özellikle kurgusuyla fark yaratan bir roman. Doğrusal bir zaman çizgisinde ilerlemeyen kurguda, yazarın altından kalkması zor bir işe kalkıştığını görüyoruz.
Barry Sutton (bir polis) ve Helena Smith (bir nörolog) isimli karakterlerin on yıllık bir zaman farkıyla yaşadıkları olaylar, romanın ilk yarısında sıralı bölümler hâlinde aktarılıyor. Barry, özel hayatında sorunlar yaşayan orta yaşlı bir polis ve olayların başlangıcında bir intihar vakasını engellemeye çalışıyor. Kendini bir binanın kırk birinci katından atmak isteyen kadının Sahte Anı Sendromuna yakalandığını öğreniyor. Bu sendrom, dejavu’nun daha gerçekçi ve sarsıcı bir versiyonu gibi görünüyor. Öyle ki, insanlar eş zamanlı farklı bir hayat yaşadıkları hissine kapıldıklarından gerçeklik kayması yaşıyor, son derece gerçek gelen anılarından dolayı psikolojik bir yıkıma savruluyor. Dolayısıyla Sahte Anı Sendromuna yakalananların bir kısmında intihara meyil görülüyor. Helena ise sahip olduğu mesleği, annesinin alzhemir hastalığını yenmesi için kullanan otuz sekiz yaşında bir bilim insanı. Annesini iyileştirmek, hafızanın nasıl zapt edilebileceğini öğrenmek, anıların silinmesini önlemek, insanların kişiliklerini kaybetmelerinin önüne geçmek için bilimsel bir proje yürütüyor.
Helena, beyinlerinde oluşan hasar yüzünden hafızalarını kaybeden insanların anılarına tekrar kavuşabilmeleri için tasarladığı kompleks koltuğu ve ona bağlı diğer sistemleri tamamladığında uygulamaya giren insan deneklerde bazı yan etkiler gözleniyor. Belirli anıların snaptik modellerinin çıkarıldığı, kişiyle yeniden eşleştirildiği ve son adımda etkinleştirildiği koltuk, anıları tekrar yaşamanın ötesinde, onların var olduğu zamana, geçmişe gidebilmenin mümkün göründüğü, bekleneni aşan bir gelişme sergiliyor. Eşsiz koltuğun vadettiği güç artık Helena’nın hafızayı iyileştirme üzerine yürüttüğü kişisel amacını aşıyor, güçlü insanlar, örgütler ve devletler için elde edilmesi gereken bir hedef hâlini alıyor.
Tarihten bugüne gördüğümüz üzere bilimsel devrimler insana fayda sağladığı gibi yüksek oranda yıkımı da beraberinde getiriyor, bunu en yakın ve etkili hâliyle Oppenheimer’da gördük. Atomu parçalamayı başaran bilim insanları, kaydettikleri ilerlemenin nükleer bir bomba yapımında kullanılması ve bombanın insanlığın en büyük felaketlerinden birine neden olmasıyla büyük bir pişmanlık duydu. Hafıza eşleştirme ve etkinleştirme makinesi de Helena’ya benzer duygular hissettiriyor, kendi doğurduğu o sihirli koltuğun, onu ortaya çıkaran tüm bilimsel birikimin yok olması için yine en çok kendisi uğraşıyor. Teknolojinin, insanlar için fayda sağlayabilecekken bin bir farklı yorum ve amaç doğrultusunda nasıl bir yıkıcı güce dönüşebileceğinin göstergesi bu defa onun koltuğu oluyor. Günümüzde sınırları aşmamızı sağlayan teknolojilerin yine de birey veya toplumu bazı durumlarda soktuğu açmazın bir yansıması da diyebiliriz. Romandaki koltuk gerçeklikte kayma yaratıyor. Koltuğun farkına varan hırslı, güçlü kişiler veya devlet kurumları ise niyetlerde yaşadıkları kaymayla onun ortaya çıkmasını sağlayan düşünceden saparak her şeyi mahvedebiliyor.
Hem iki karakterin farklı zamanlarını art arda gelen bölümlerle anlattığı hem de hafıza eşleştirme ve etkinleştirme programı dolayısıyla geçmişin tekrar tekrar yaşanabilmesinden dolayı eserin dikkatle okunması gerekiyor. Olaylar arasındaki bağlantıyı, Helena’nın koltuğuyla gidilen zaman tünellerini, orijinal zamanı, sahte ve anıları, bir zaman tünelinde ölen ancak diğerinde tekrar ortaya çıkan karakterleri anlamak, neden-sonuç ilişkisini kurabilmek için satırlara yoğunlaşmak önemli. Aksi hâlde doğrusal bir zamanda ilerlemeyen, hatta çok boyutlu mekânlarda tekrar eden olayları anlamak güçleşeceğinden geride bırakılan sayfalar koca bir boşluk duygusu yaratabilir. Sahte Bellek, genel anlamda bilimkurgu okurlarına hitap edeceği için bu farklılığının çoğu okurun hoşuna gitmesi de mümkün.
Sahte Bellek, satır aralarında bazı bakış açıları yansıtıyor. Mesela insanın doğrusal bir zaman düzleminde yaşarken gerçeklik algısını deneyimleriyle elde ettiğini, bunun sınırlı yetenekler ve dar bir alanda gerçekleştiğini, ancak ötesine geçmenin bir şekilde mümkün olduğunu ifade ediyor. Bu noktada zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek yorumlarının hatalı göründüğünü, zamanın sadece anlardan oluştuğunu ve anların doğrusal bir şekilde yaşanması gerekmediğini dile getiriyor. Evrimsel yaklaşıma temas ederek bilgiyi elde etme ve kullanma bakımından sudan karaya çıkan atalarımıza değin bir örnek oluşturuyor. Kuantum mekaniğinin atom altı ölçekte zamanı nasıl ele aldığını işliyor. Zamanı hem felsefi hem de bilimsel bir bakış çerçevesinde yorumlamakla birlikte, hafızanın ona biçim veren en büyük katman olduğunun altını çiziyor. Zamana dair bir şeyleri değiştirecek, duyusal hacmimizin ötesine geçeceksek eğer işe hafızamızdan başlamalıyız mesajını veriyor. Romanda yeniden etkinleştirilen hayatlar çeşitlendikçe kurgu da zenginleşiyor ve Hafıza Tünelleri, Zaman İllüzyonları kavramları açıklamasını parçacık fiziğinde, CERN’de yapılabilecek bir deneyde aramaya girişiyor.
Başarılı çevirisini Solina Silahlı’nın yaptığı eserin iyi bir son okumaya ihtiyacı olduğunu da belirtelim.