Dünyada iki süper güç vardı bir zamanlar ve bu ikisi birbirini bitirmeye kafayı takmış durumdaydı. Ötekini korkutmak ve gerekirse hızla yeryüzünden silmek için durmadan yeni silahlar çıkarıyorlardı. Nagazaki ve Hiroşima’da patlayan atom bombaları bu yeni silahlara kıyasla çata pat düzeyinde kalıyordu. İnsanlar bir gün bu nükleer bombalardan birinin her şeyi sona erdireceğini düşünüyor ve korkuyordu.
Bu korku bilimkurguya epey yansıdı. Dönemin paranoyak hissiyatı ve dünyanın sonu bir araya geldi. Nükleer post-apokaliptik kurgular yağmur sonrası mantarlar gibi türedi. Ancak o devirde yazılmış çok az bilimkurgu, A Canticle for Leibowitz’in ihtişamına ve gerçekçi yapısına yaklaşabildi. Kitap, günümüzde bile türün en iyi örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Üstelik yazarının tek romanı. Tek atımlık kurşun gibi. Walter M. Miller Jr. bu romanı yazdı ve post-apokaliptik bilimkurguda bir daha erişilmesi çok zor bir zirveye imza attı.
1997’de Miller’ın ölümünden sonra, Terry Bisson yazardan arta kalan notları toparlayıp Saint Leibowitz and the Wild Horse isimli bir devam kitabı çıkarsa da esas kitabın yeri çok ayrı. Kitap kimi zaman, isminden de anlaşılacağı gibi dini düşünceler ile harmanlanmış, kimi zaman kederli, kimi zaman da insanın midesine sancılar sokan bir yapıda. İnsanlığı karanlık bir pencereden seyreder gibi geçip gidiyor sayfaları.
İnsan türü bir gün nihayet hatalarından ders çıkarmayı öğrenecek mi? Kitaptan anladığımız kadarıyla Miller bunu umut etse bile, hiç de öyle düşünmüyor. Kitap insanlık için yazılmış bir ağıt adeta. Ağıt demişken, kitabın ismine de kısaca değinelim. Türkçe’ye Leibowitz İçin Bir İlahi olarak çevirilmiş. İlahi dediysek bu, “Sordum Sarı Çiçeğe” tadında bir ilahi değil. Hikaye, 1500 yıllık bir alternatif gelecek tarihi sunuyor. İnsanlığın düşüşünü, yükselişini ve yine bir şekilde kendini harap etmesini anlatıyor. Kitapta olup bitenler Utah’taki bir manastıra kapanan keşişlerin bakış açısından aktarılıyor.
Kitapta öğreniyoruz ki, uzak geçmişte (yani bizim yaşadığımız zaman dilimi) Ateş Tufanı diye bir felaket dünyayı yakıp yıkmış. Ateş Tufanı bildiğimiz nükleer kıyamet. Bir nükleer savaş yaşanmış ve insanlığı taş çağına geri yollamış. Bu kıyametten sağ çıkanlar da başlarına gelen her şeyden bilimi sorumlu tutmuş. Böylesi bir ortamda ihanete uğrayıp ‘şehit edilen’ bilim insanı Leibowitz‘in izinden giden bir grup keşiş, eskiden kalan tüm bilimsel bilgiyi korumaya ve kopyalamaya adamış kendilerini. Bilime dair tüm belgeleri manastırlarında saklıyor, onları koruyup, özenle kopyalıyorlar. Bu belgelerde saklı duran dünün hatalarını görmekten korkmuyorlar, bu belgeler zaten mahzenlerini hiç terk etmiyor. Dünyada okuma yazma bilen çok az insan var.
Ancak bir değişim dalgası geliyor. Francis isimli bir keşiş adayı, pejmürde durumda görünen bir öncüyle karşılaşınca –ki bu kelimenin tam anlamıyla Gezgin Yahudi’nin vücut bulmuş biçimi- nükleer bir sığınak keşfediyor. Burada Leibowitz’in elinden çıktığı düşünülen yazılar var. Bu büyük bir şok yaratıyor. Francis’in keşfi önce küfür olarak algılanıyor, lakin daha sonra dini yetkililer bu keşfedilmiş materyalleri inceleyince Francis birdenbire Leibowitz’in en ilginç artefaktını kopya ederken buluyor kendini. Bu artefakt ne işe yaradığı çözülemeyen gizemli bir aletin taslağı… Yeni Roma’daki kilise nihayet Leibowitz’i kanonlaştırınca Francis’in çalışmaları ve keşifleri biraz da olsa saygı kazanmaya başlıyor.
İkinci ve üçüncü bölümler insanlığın yavaş yavaş kaybettikleri bilgiyi yeniden kazanmasını anlatıyor. En nihayetinde pek çok teknolojinin yeniden canlandırıldığı bir çağ başlıyor. Otomobiller, televizyonlar, hatta uzay seyahati. Ve tabii ki bir kez daha insanlık yıkımın eşiğine geliyor. Kitap hakkında başlangıçta çok iddialı konuşmuş olabiliriz. Aslında bu iddiayı hak edecek kadar sağlam bir yapıt olsa da, Batı dünyasından olmayan, hatta Katolik olmayan okuyucular için biraz sıkıcı kaçabilir. Kitapta Katolik adetleri, kanonlaştırma prosedürleri, keşişlerin hayatları oldukça detaylı bir şekilde tasvir ediliyor ve bunlar da elbette Türk okuyucu için epey sıkıcı ya da anlamsız görünebiliyor. Kitabın omuriliğini oluşturan şey din ve teknoloji ikilisi.
Bugün din, bilimin ezeli düşmanı olarak çıkıyor karşımıza. Mesela şu Akıllı Tasarım hareketi, Adnan Oktar’ın Yaratılış Atlası vesaire…. Lakin şunu unutmayalım ki aslında, tarihin başlangıcında bilimle uğraşan ilk insanlar rahiplerdi. Mesela Sümerliler’in zamanına gidelim. O zamanlar rahipler, bilimle de oldukça haşır neşirdi. E tabii rahip olunca bir bakıma rahata eriyorsun, gökyüzüne bakıp yıldızları görünce hayal kurmaktan ziyade, onların aslında ne olduğunu, nasıl öyle parladıklarını düşünecek kadar vaktin oluyor.
Bir zaman sonra Batı dünyasında bir grup insan ortaya çıkıyor, bunlar Kopernikus, Galileo, Bruno ve kilisenin dogmalarına karşı yeni fikirler ortaya atıyorlar. Böylece din ve bilimin düşmanlığı o tarihlerde başlamamış olsa bile, iyice ete kemiğe bürünüyor. İşte burada Miller çok ilginç bir sentez sunuyor. Orta çağ ve daha önceki dini gelenekleri, bilim ile buluşturuyor. Miller’ın tasarladığı kilise tamamen Katolik bir kilise. Hizipleşmeler, politikalar hepsi Katolikliğe işaret ediyor. Yine Leibowitzen rahipler yaşamlarını bilime adamış durumda. Tabii dini geleneklerini terk etmeden. Çoğu roman, bilimkurgu olsun ya da olmasın, dini esas motivasyon olarak kullanıyorsa eğer gerçek müminler tarafından yazılmıştır ve kayıp ruhları imana getirmek amacını güder. Tam bir din propagandası yani. Bahsettiğimiz kitap bu bakış açısından dini bir metin bile sayılmaz. Ancak kesinlikle din ile ilgili ve tabii dinin toplum üzerindeki rolüyle. Bir de elbetteki din ve bilimin ortak paydada buluşması…
İşte Leibowitz İçin Bir İlahi’nin parladığı nokta da burası sayılabilir. Yeteneksiz ya da dar görüşlü bir yazarın elinde bu eser tek boyutlu bir klişeye dönüşebilirdi. Mesela yüreği tertemiz bir imanla dolu din adamlarına karşı alçakça işler peşinde koşan bilim insanları yahut gerici, yobaz din soytarılarına karşı yalnızca insanlığın istikbali için çalışan kahraman bilim insanları… Miller zekice davranarak bu çukura düşmekten kurtulmuş. Onun kurgusundaki rahipler taşıdıkları bilginin yüzünden dolayı ızdırap çekiyor, medeniyetin nasıl geliştiğini seyrediyor ve yakında müdahale etmeleri gereken sorunları tetikte bekliyorlar. Bu, iyiler ve kötülerin arasında geçen mücadeleyi anlatan geleneksel bir hikaye değil elbette. Hakikatte olduğu gibi tüm insanlar kötüden de, iyiden de nasibini almış.
Sonlara doğru, ürpertici bir sahne Miller’ın karakterlerine ve onların zaaflarına karşı sergilediği tarafsız tutumu gösteriyor. Tabii bir de dramatizm konusundaki becerisini. Başrahip ve bir doktor, bir kadın ve çocuğuna ötenazi uygulanması konusunda büyük bir tartışmaya kapılıyor. Kadın ile çocuğu yüksek radyasyona maruz kalmış ve çok feci acı çekiyorlar. Belki çoğu okur, bu tartışmada doktorun tarafını tutacaktır, lakin iki tarafın da düşünceleri son derece içten, son derece tarafsız bir şekilde aktarılıyor. İkisi de hayata kıymet veriyor. Başrahip kimsenin hayatını, ne şartlar altında olursa olsun, o kişi ne kadar acı çekiyorsa çeksin sonlandıracak yetkiye sahip olmadıklarını düşünüyor, doktor ise yaşamlarını cehenneme çeviren acılardan kurtaracak son çareyi sunmanın en merhametli yol olduğu fikrinde.
Leibowitz İçin Bir İlahi’yi birkaç başlık altında özetleyebiliriz ama ne dersek diyelim, Miller’ın kurgusal dehasını görmezden gelemeyiz. Üstelik çiğ mesaj verme gibi bir kaygısı da yok. Sadece dev bir kurgu ve bu kurguya ustaca yerleştirilmiş düşünce anahtarları var karşımızda. Kitap birbirinden 600 yıl arayla anlatılan üç bölümden oluşuyor. Bu üç bölümde insanlığın bir ouruboros gibi kendi kendini aslında nasıl yiyip bitirdiğini okuyoruz Miller’ın ellerinden…
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade