Rus edebiyatının izleri Gogol’a dek sürülebilen hicivsel anlatı geleneğinin 20. yüzyılda bilimkurgu alanındaki en önemli temsilcilerinden Mihail Bulgakov’un “Ölümcül Yumurtalar” adlı novellası, ilk kez 1925 yılında yayımlandı. Dolaşıma girdiği andan itibaren lehinde ve aleyhinde politik tartışmaların nesnesi haline gelen eser, Rus tarihinde büyük bir kırılmaya karşılık gelen 1917 Bolşevik devrimi sonrasında kurulan Sovyetler Birliği’nin 20’li yıllardaki toplumsal ve siyasi dokusuna dair çeşitli yansımaları barındırıyor. Bu yansımalar elbette ki gerçek hayatın birebir analojik karşılığı değil, bilimkurgu türünün kullandığı yadırgatma ve abartma edebi enstrümanları ile simgeler eşliğinde harmanlanmış bir izdüşüm. Bulgakov da mesajını okura metindeki bu izdüşüm üzerinden aktarıyor.
“Ölümcül Yumurtalar”ın barındırdığı mesaja değinmeden önce, içeriğine değinmek gerekiyor. Yakın bir gelecekte, 1928 yılındaki Moskova’da geçen novella, amfibiyan canlılar üzerinde uzman bir yaşlı zoolog olan Vladimir Ipatyevich Persikov’un laboratuvarında keşfettiği “kızıl ışın”ın yol açtığı hadiseler dizisine dayanıyor. Persikov’un keşfettiği ışın, embriyon halindeki canlıların büyüme hızını muazzam ölçekte artırmakta, yumurtalardan çıkan hayvanlar orijinal hallerinden çok daha güçlü ve iri cüsseli olmaktadır. O sıralarda, Rusya genelinde patlak veren tavuk vebası yüzünden ülkedeki bu kanatlı hayvanlar telef olmuş, yumurta kıtlığı baş göstermiştir. Persikov’un keşfinin devlet yöneticilerinin dikkat radarına girmesi de bu şekilde olmuştur. Soyları tükenme noktasına gelen tavuklar, yurtdışından ithal edilecek tavuk yumurtalarının kolhoz adı verilen kolektif devlet çiftliklerinde kızıl ışına maruz bırakılmasıyla yeniden yetiştirilecektir, üstelik orijinallerinden çok daha büyük, etli ve yumurtlama güçleri daha fazla olacak şekilde. Fakat işler planlandığı gibi gitmez, bürokratik bir hata sonucu kolhoza tavuk yerine yılan ve timsah yumurtaları gönderilir. Dolayısıyla yumurtalardan beklendiği üzere tavuklar değil, devasa yılanlar ve timsahlar çıkar. Önlerine çıkan her şeyi yiyip yutan ve vahşice katleden bu canavarlar, köylerdeki evleri kırıp geçirip Moskova’ya doğru ilerler ve şehrin de altını üstüne getirir. Bu canavarlarla hiç kimse baş edemez, hatta Persikov da dolaylı olarak var olmalarına yol açtığı bu canavarlar tarafından öldürülür. Fakat tarih boyunca Moskova’yı işgal etmeye yeltenen bütün güçlerin baş edemediği çetin soğuklar bu yaratıkları da dondurarak onları etkisiz hale getirir.
Anlatıda yer alan kişiliklerin ve yaşanan olayların dönemsel karşılığı üzerine yapılan analizlerde bazı ortak noktalar üzerinde durulmaktadır. Bunlar arasında en bariz olanı şüphesiz “kızıl ışın”ın mahiyetidir. Kızıl ışın, rengi itibariyle de çağrıştırdığı üzere, Çarlık Rusyası sonrasında Sovyetler Birliği’nde Bolşeviklerin giriştiği sosyalizm çabasına denk düşmekte. Elbette sadece rengi itibariyle değil, işlevi itibariyle de kızıl ışın sosyalizmi akla getirmekte. Çünkü tıpkı “Ölümcül Yumurtalar” eserindeki kızıl ışının embriyon canlıların büyüme hızını artırması gibi, çağdaşı kapitalist Avrupa ve ABD gibi ülkelerle kıyaslandığında geri bir sosyo-ekonomik bileşime sahip Rusya’da da sosyalizmin erekleri arasında ülkenin bu devletlerle arasındaki kalkınmışlık farkını hızla kapatarak onları aşması bulunmaktaydı.
Aslında bu sorunsal, Türkiye dâhil olmak üzere son birkaç yüzyıldır Batının ilerlemesi karşısında geri kalmış ve aydınları ile bürokratları bu durumun bilincindeki ülkelerde ortak bir kader olarak halen geçerli. Aydınlara ve bürokratlara göre, Batının birkaç yüzyılda yaşadığı ekonomik ve toplumsal dönüşümler, hızlandırılmış bir tarihsel formatta sıkıştırılmış bir programla bu geri kalmış ülkelere uygulanmalıdır, kısacası “az zamanda çok ve büyük işler” yapılmalıdır. Aksi halde tarih dışına düşülerek aradaki makas hiç kapanmayacak ölçüde açılacaktır. Fakat her sıçramanın bir bedeli olacağı gerçeği işte burada karşımıza çıkar. Halk, bu hızlandırılmış tarihe ayak uydurmakta zorlanır, tepkiler doğar ve devrimsel yenilikler geçmişin alt edildiği düşünülen canavarlarının güçlenmesiyle püskürtülür.
“Ölümcül Yumurtalar”da yer alan karakterler incelendiğinde, aradaki isim benzerliğinden de yola çıkarak Profesör Persikov’un Bolşevik devrimin kurucu figürü Lenin’i simgelediğinde ortaklaşılmaktadır. Devlet çiftliklerinde Persikov’un kızıl ışınını uygulamak isteyen Rokk ise, devrimin sonradan Stalin tarafından sürgüne yollanarak katledilecek başka bir kurucu figürü olan Troçki’yi anımsatmaktadır. Bu tespiti yaparken iki ana hususu kaynak olarak gösterebiliriz. İlki, Rokk karakterinin tıpkı Troçki’nin çeşitli yazılarında ısrarla ifade ettiği üzere bilimsel yöntemlerin tavizsiz ve yoğun şekilde uygulanmasının toplumsal gelişmeyi sağlayacağına dair duyduğu derin inançtır. Diğeri ise, kolhoz adlı kolektif devlet çiftliklerinin bizzat Troçki’nin önderliğinde o dönem Stalin’e karşı duran “Sol Muhalefet” grubunun projelerinden biri olmasıdır. Fakat Sol Muhalefet, başta kolhozları bir sapma olarak görüp reddeden ama sonradan 1928-1932 yılları arasındaki Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planında kabul eden Stalin’in pratikte yaptığı gibi zorla ve tepeden bir uygulama olarak değil, zaman içinde köylülerin daha verimli olduğunu gördüğü için gönüllü şekilde katılacağı bir oluşum olarak tasarlamıştı.
Kırsalda kızıl ışın sayesinde büyüyen ve yumurtalarından çıkarak Moskova’yı işgal eden canavarların simgelediği gerçeklik üzerine neler söylenebilir? Bu konuya değinmek için, o dönem Rusya’sının ekonomik gündemini hatırlamak gerekmektedir. 1917 Bolşevik devrimi sonrasında Kızıllar ve Beyazlar arasında çıkan İç Savaş döneminde uygulanmak zorunda kalınan “Savaş Komünizmi”nin yıkıcı yan etkilerini bertaraf edebilmek için, Lenin tarafından “NEP” adı verilen “Yeni Ekonomik Politikalar” devreye alınmıştı. Bu politikaya göre, durma noktasına gelen piyasanın canlanması için bilhassa köylerde sınırlı ölçekte kapitalist ticarete izin verilmişti. Fakat bu sefer de, Kulak adı verilen zenginleşmiş bir köylü sınıfı ortaya çıkmış ve sosyalist devrimin ideallerine ters biçimde kırsalda sömürü dinamikleri güçlenmeye başlamıştı. O dönemki Sovyet aydınları arasında da NEP’in devam etmesinin zamanla sosyalist devrimi aşındıracağı uyarılarını dile getirenler mevcuttu.
İşte “Ölümcül Yumurtalar”da Moskova’yı işgal eden canavarların bir anlamda bu NEP döneminde palazlanan yeni zenginlere karşılık geldiği söylenebilir. Oldukça ironik biçimde, on yıllar sonrasında bu sefer Sovyetlerin yıkılmasının ardından Yeltsin döneminde uygulanan ve literatürde “şok terapi” ismiyle anılan sert kapitalist müdahalenin ardından Moskova’nın bu sefer de Oligark adlı yeni zenginler tarafından “işgal edildiğini” insan aklına getirmeden yapamıyor. Bu yönüyle aslında “Ölümcül Yumurtalar”daki kızıl ışın, dönemsel bağlamdan daha geniş biçimde yorumlanırsa, kökleri Çar Petro’ya dayanan Rus modernleşmesinde devlet aygıtının Batı ile aradaki farkı kapatmak için tarihi hızlandırma çabalarında bilimden ve teknikten yararlanmasının bir alegorisine de dönüşüyor. Ve bu alegoriyi sadece Rusya için değil, Batı dışındaki diğer ülkelere de –Osmanlı, Japonya vb.- genişletebiliriz.
Devlet erkine ve yönetici sınıflarına yönelik hiciv, Gogol’dan itibaren Rus edebiyat geleneğinin ayrılmaz bir parçası. Yazının başında belirttiğimiz gibi, Bulgakov da Ölümcül Yumurtalar adlı eseriyle bu geleneği bilimkurgu sahasına başarıyla taşıyor. Sonrasında Stalin’in demir yumruğu altında bu türden hicivlere elbette hoşgörüyle bakılmayacaktı. Fakat tarihin bize öğrettiği bir ders varsa, o da sanatı baskı altına almaya çalışan ve sanatçılarının yapıcı eleştirilerine kulaklarını tıkayan her rejimin aslında kendi mezarını kazdığı gerçeğidir. Yola iyi niyetlerle çıkan Rus devriminin ölümcül dönüşümü de, aydınlarının ve rejimi soldan eleştiren muhaliflerin uyarılarını dinlemek yerine onları sürgüne yollayan, yok eden, geride kalanlara ise tek sesi dayatan yönetici sınıfların elleriyle olmuştur.
Yararlanılan Kaynaklar: