2007’de Nobel Edebiyat Ödülü’nün Doris Lessing’e verildiği ilan edilirken komite sözcüsünün açıklaması şu şekildeydi: “Kuşkuculuğu, ateşi ve hayal gücüyle, bölünmüş bir uygarlığı derin bir incelemenin hükmü altına alan, kadın deneyiminin destancısı.” Lessing’in edebi atmosferine dair yapılan bu değerlendirmenin satır aralarında, onun yazarlık yolculuğunun ana hatlarına ulaşmak mümkün. Kuşkuculuk, hayal gücü, uygarlık, kadın deneyimi gibi ifadeler, bu kısa açıklamada bile yazarın tüm yazı eylemlerinin şifrelerini veriyor. Burada özellikle amacımıza hizmet eden iki kavram üzerinde durmak isabetli olacaktır. Birincisi hayal gücü, ikincisi uygarlık. Hepsinden önce ise bir durum tespiti yapalım. Nobel Edebiyat Ödülü almış yazarlar listesine baktığınızda büyük çoğunluğun “gerçekçi” diye ifade edilen akıma yönelik eserler ürettiğini fark edersiniz. Bilimkurgu gibi (buna fantastiği de katabiliriz) daha çok hayal gücü etkisiyle kaleme alınmış yapıtlar dışarıda kalmıştır. Tabii ki tek başına Nobel Edebiyat Ödülü bir yazara veya onun eserlerine en yüksek değeri atfetmez, ancak bu konu uzun süredir tartışıldığı için üzerinde durmak kaçınılmaz hâle gelir.
William Golding, Jose Saramago ve ödülün son sahibi Kazuo Ishiguro yakın temaslarda bulunsalar da, gerçek anlamda türe dair anıtsal eserlere imza atmış bir yazarın adı listede yer almaz. Bu durumun Nobel Edebiyat Komitesinin kibirli bir tercihi olup olmadığı konusu tartışılabilir. Tepeden bakmacı bu yaklaşımın, edebi eserlerin niteliklerine göre estetik (yüksek) veya popüler (hafif) şeklinde sınıflandırılmasından türediği de anlaşılabilir. Bilimkurgu, fantastik gibi türlerin hangi sınıfa dahil ediliğini söylememe sanırım gerek yok. Doris Lessing ise bilimkurguyu edebiyatın en özgün dalı olarak ifade etmiş, onun temel izleklerini kullanarak bir seri üretmiş ve buna rağmen Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazardır. İşte bu gerçek bizim için değerlidir. Sadece -bu yazımızın esas konusu olan- Argos’taki Kanopus Arşivleri serisini yaratması değil, uzun hayatı boyunca onlarca roman, öykü, şiir üretmesi, tüm bunları da anlamlı bir şekilde yapması, dünyaya kelimelerle yön vermesi aldığı birçok ödülün kaynağıdır. Komitenin yaptığı ödül sunumunda üzerinde durmamız gerektiğini belirttiğim hayal gücü ve uygarlık kavramları bu noktada önemli. Hayal gücü, gerçeği farklı yerlere taşır; uygarlık ise yerel değil evrenseldir ve tüm dünyaya hitap eder. Bu ikisini aynı evrende eritmenin en başarılı yollarından biri de bilimkurgudur.
Toplumcu Gerçekçi Kurgudan Bilimkurguya
Ailesi Birinci Dünya Savaşı’nın etkilerinden kurtulmak için İngiltere’den ayrılan Doris Lessing 1919’da İran’da doğdu. Bir süre sonra o sıralar ismi Rodezya olan Zimbabve’de yaşamaya başladı. Birtakım acı ve zevklerin dengesiz bir karışımı diye nitelediği zor bir çocukluk dönemi geçirdiği için on dört yaşındayken eğitim hayatına son verme kararı aldı. Okulu bıraktıktan sonra hemşirelik, telefon operatörlüğü, gazetecilik gibi çeşitli işler yaptı. Başından geçen iki evlilik macerasının ardından 1949’da İngiltere’ye taşındı, bu yıldan itibaren de hayatını yazarak sürdürmeyi tercih etti. İlk romanı 1950’de okurla buluşsa da ona ün getiren eseri 1962’de yayımlanan Altın Defter oldu. Mücadeleci genç bir kadın yazarı anlattığı bu roman, yayımlandığı dönemde artık iyice genişleyen feminizm hareketi tarafından okunup benimsedi.
Edebiyatın gerçek işlevine yani insanı, hayatı, dünyayı anlama uğraşına farklı kurgu türlerinde ve geniş yelpazeye yayılan konular çerçevesinde katkıda bulundu. Bireyin bağımsızlık arayışını, toplumsal rollerle mücadelesini, kültürlerin çatışmasını, ırksal eşitsizlikleri, aşkı, Dünya tarihinin pek çok bileşenini romanlarında inceledi. Olayları genellikle iyi bildiği ve beyaz adam tarafından nasıl sömürüldüğüne şahit olduğu Afrika bölgesinde ele aldı, kurgularına otobiyografik katmanlar ilave etti.
Lessing savunduğu fikirleri tıpkı roman kahramanları gibi cesurca ifade etmekten hiçbir zaman kaçınmadı. Özellikle Afrika kıtasında azınlık beyaz ırkın siyahlar üzerindeki hakimiyetini, açgözlülüğünü eleştirdi, bu yüzden Güney Afrika gibi ülkeler tarafından boykot edildi. Aynı şekilde Amerikan emperyalizmini ve kendi memleketi İngiltere’nin Hindistan gibi ülkelerde gerçekleştirdiği zalimce sömürüyü anlatmaktan da geri durmadı. Bir yazarın, daha genel bir ifadeyle bir sanatçının sorumluluğu gereği gerçeği olduğu gibi yansıttı; gerçekleri, hükümetlerin ideoloji aygıtlarıyla kitlelere dayattığı genel kanıların ardına saklamadı. Bu anlayışı devam ettirdiği yazın yaşamı boyunca birçok ödül aldı, en önemlisi şüphesiz ki 2007’de, seksen sekiz yaşındayken layık görüldüğü Nobel Edebiyat Ödülüydü.
Yıldızlar ve Gezegenleri, Kanopus ve Şikeste
1979’da yayımlanan ve Ursula K. Le Guin‘in ölümsüz bir mücevher diye tanımladığı Şikeste serinin birinci cildi, aynı zamanda kökeni Farsça olan bir kelime. Kırılmış, yenik düşmüş, kederli anlamlarına geliyor. Tam da romanın dayanağı olan gezegenimize ve hatta yaşadığımız Dünya’ya yaraşır bir sıfat. Eser tek bir kitap olarak düşünülse de yazdıkça kurgu evreninin ve fikirlerinin genişlediğini gören Lessing onu bir seri yapmaya karar verdi. Beş kitapla tamamlanan serinin ana başlığı Argos’taki Kanopus Arşivleri şeklinde belirlendi. Kanopus’un Samanyolu Galaksisi’nde Sirius’tan sonra Dünya’dan görülen en parlak yıldız olduğunu ekleyelim. Bize uzaklığı yaklaşık 310 ışık yılı, Güney Yarımküre yıldızı olduğu için Türkiye’den görülmez. Romanda ise bir galaktik imparatorluğun merkezidir. Şikeste (başka bir deyişle Koloni Gezegen 5) başı belada, kozmik felaketlerle solmuş bir gezegendir. Tarihi, ülkeleri ve toplumsal olayları bakımından onun galaksideki izdüşümü Dünya’dır. Bir anlamda Kanopus uygarlığının Dünya’ya Şikeste adını verdiğini düşünebiliriz.
Şikeste yaşamın birçok kez sona erip tekrar doğduğu bir döngüde varlığını sürdürürken Kanopus, Sirius, Puttiora isimli galaktik imparatorlukların, özellikle Puttiora’ya bağlı Şammat isimli bir gezegenin kıskacındadır. Sömürülmek, üzerinde deneyler yapılmak istenmektedir. Sirius güney yarımkürede çeşitli deneyler yaparken, Kanopus ise Şikeste’nin kuzey yarımküresine hakimdir. Ayrıca Kanopus Şikeste’yi himayesinde tutmak, özellikle yıldızların hizadan çıktığı, bu sebeple gezegenin enerji fazlarını kaybettiği, radyasyonla eridiği dönemlerde ona yaşamsal enerji sağlamak için uğraş verir. Şikeste’ye ajanlarını yollayarak hem orada olan biteni kayıt altına aldırır hem de tüm evrimsel ve sosyal yaşamı biçimlendirmeye çalışır. Taş ve çölden oluşan korsan gezegen Şammat ise tam tersi bir şekilde Şikeste’ye ulaşan enerji akımlarına müdahale edip onu sömürme amacını devreye sokar. Varlığı hissedilse de tam olarak nerelere konuşlandığı belirsizdir. Sonuçta Kanopus ile Şammat arasındaki rekabette Şikeste iyice ezilir.
Bilimkurgu romanlarında -Lessing’in deyimiyle uzay edebiyatında- galaktik imparatorluklar ve onların yayılmacı politikaları alışıldık temalardır. Muazzam teknolojilerini, kurdukları imparatorluklarla güçlendirmek, gezegenlerden çıkar sağlamak için uzun vadeli planlar yaparlar. Bununla birlikte, teknolojinin tepe noktasında birey olabilme imkanının neredeyse kaybolduğuna, gezegen ve galaksiyi felakete götürebilecek korkutucu bir gücün varlığına, yeni dünyaların tek tip bir toplumla hayat bulduklarına birçok bilimkurgu romanında rastlarız. Teknoloji tahmin sınırlarını zorladığında gücün tek elde toplanması, demokratik yapının izlerinin kaybolması gibi öngörüler üzerinde tartışılmaya değer konulardır. Argos’taki Kanopus Arşivleri’nin birinci kitabında Puttiora’nın Şammat’ı korsan bir gezegen olarak ifade edilse de onun farklı ülkelere sahip olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak Kanopus’un Şikeste’si tıpkı Dünya gibi farklı kültürler, ırklarla kendine yer bulur.
Ajanlar, Elçiler ve Arşivler
Serinin adından da anlaşılacağı üzere, sözü edilen galaksi, gezegen, kişiler ve onlarla ilgili anlatılan hemen hemen her şey arşiv raporlarından ibarettir. Arşiv kayıtlarını tutanlar ise Kanopus’un Şikeste’ye gönderdiği elçi ve ajanlarıdır. Romanın alt başlığında belirtildiği gibi, Son Devrin 87. Elçisi Johor’un (George Sherban) ziyaretine ilişkin kişisel, psikolojik ve tarihi belgeler eserin tüm çatısını oluşturur. Raporlar galaksi ve gezegenlerin durumunu, hayatın döngüsel olarak nasıl başlayıp son bulduğunu, Kanopus’un Şikeste’deki canlı türlerinin ortaya çıkma sürecindeki müdahalelerini; ülkeler, gelenekler ve dinlerin doğuşunu; kişiler, savaşlar ve yaşamın evrimsel süreçlerini kapsıyor. Kanopus hem Şikeste’ye hem de hâkimiyet kurduğu diğer gezegenlere elçi ve ajanlar yollayarak doğayı, insanları satranç tahtasındaki taşları hareket ettirir gibi yönetir. Şikeste’deki durumu raporlayan elçi ise Johor’dur. Kanopus’ta ortalama insan ömrü beş bin yıl olduğu için çeşitli felaketlerle ortalama yaşam süresinin seksen yıla düştüğü Şikeste’de uygarlık yaratıp yıkmak onlar için sadece bir ömürlük iştir.
Şikeste diye adlandırılan yerin aynı zamanda yaşadığımız Dünya olduğunu belirtmiştim. Kanopus arşivleri on binlerce yılı kapsayan zaman aralığında nelerden söz ediyor? Dünya tarihinde ülkeler ve kültürlerin ortaya çıkışı, 1-2. -ve olası 3.- Dünya Savaşı, iki kutba ayrılan dünya düzeni, silahlanma, ekolojik felaketler, teknoloji, uzay çağı, sömürgeci yapılanmalar, kıtlık, hastalık, salgın ve kitlesel facialara yol açan olaylar, diktatörlükler, demokrasi-eşitlik kavramlarıyla kandırılan toplumlar bunlardan bazıları. Lessing toplumsal ve sosyal konuları ele alırken Hitler’in yaşattığı vahşeti, kültür emperyalizmini, kitleleri uyuşturan ideoloji mekanizmalarını, Rusya komünizmini, beyaz adamın siyahları nasıl sömürdüğünü bir tarih kesiti şeklinde, Kanopus’un bakış açısıyla aktarıyor. Bunu öyle etkili yapıyor ki Lessing’e hem saygı hem de hayranlık duymamak elde değil.
Şikeste’de dinler, gizli örgütler, siyasi akımlar, kültler, inançlar, ilkeler oraya gönderilen elçiler vasıtasıyla ilmik ilmik oluşturuluyor. Sayfalar ilerledikçe, bir süre sonra aklınıza bazı sorular takılıyor: tüm bu acının, kötülüğün kaynağı ne? Biz hiçbir şeyin farkında değilken, bir galaktik imparatorluk olan Kanopus’un uzun vadeli planları için gezegenimize gönderdiği ajanların faaliyetleri olabilir mi? Kanopus’un iyi niyetli amaçları dışında Şammat’ın Şikeste’deki yıkımı güçlendirmek adına yaptıkları da belirgindir. Şammat Şikeste’nin kanını emen bir vampir, üzerine çökmüş bir akbaba gibi. Tarih sayfalarında iz bırakan her şey -arşivlerde aktarıldığına göre Nuh Tufanı bile- gerçekten de Kanopus’un Şikeste için tekrarlı doğumlarla, defalarca görevlendirdiği elçi ve ajanlarının eseri mi? Johor topraklarımızda birden çok kez yeniden doğup Sümerlerden bugüne tarih çizgimizin nasıl şekil alacağını belirlemiş olabilir mi? Tüm bu soruları dünyamızın hâlâ kabuklar ardında saklı kalmış gizli tarihinden yansımalar şeklinde değerlendirebiliriz belki.
Yıkım Yüzyılı, İdeoloji Yüzyılı ve Dünya Tasviri
Şikeste’nin içinde bulunduğu yıkım, onun başına musallat olanlar düşünüldüğünde her bir kötülük için Dünya’dan bir karşılık bulmak zor değil. Yazar gezegenimizin geçmişine ışık tutarken arşivler aracılığıyla gelecekte bizi neyin beklediğinin ipuçlarını da veriyor. Arşivler evrimin ilk basamaklarında insanın ayakları üzerinde nasıl durduğunu, dünya savaşlarının hüküm sürdüğü Yıkım Yüzyılı’ndaki acıları, gezegenin nüfusunun milyarlardan milyonlara düştüğü felaket dönemlerini de kapsıyor. İdeoloji Yüzyılı’na odaklandığımız bölümlerde ise yazarın üzerinde durduğu birey türleri hem dönemi yansıtma hem de karakter zenginliği anlamında oldukça güçlü. Öyle ki bu bölümlerde ele alınan her birey ve onların yazgıları genişletilip roman yapılmaya müsait.
Raporlarda numaralandırılmış bireylerin yaşam ve kişilik özelliklerinin anlatıldığı bu kısımlar ayrıca önemli. Onlara dair dışa vurulan tüm ayrıntılarda, dünyadaki benzer coğrafyalarda hüküm sürmüş binlerce tür yıkım ve zorlayıcı hayatın izlerini görüp hissetmek çok kolay. Yazarın Şikeste’nin girift atmosferi ve onu yaşatan insanları daha anlamlı kılmak için farklı birçok hikayeye yoğunlaştığını görüyoruz. Gerek siyasi gerek toplumsal anlamda önemli bireylerin doğma, büyüme, olgunlaşma dönemlerine Kanopus ajanları tarafından müdahale edilmesi, aslında hafızlara kazınmış gerçeklerin illüzyondan ibaret olduğuna dair bir yoruma zorlayabilir.
Yazarlar geleceği anlatsalar da yaşadıkları dönemde dünyayı etkilemiş felaket ve yıkımlardan uzak duramazlar, tıpkı Lessing gibi. Birinci Dünya Savaşı’ndan babasına kalan acı hatıralar çocukluk döneminde ona eşlik ederken ikincisini bizzat deneyimledi, üçüncüsünü ise kendi öngörüleriyle Şikeste’de tasvir etti. Toplumu ve bireyleri savaşların şekillendirdiğini düşündü ve onun alçaltıcı, insan onurunu ayaklar altına alan tüm etkilerini anlatmaya devam etti. Romanda iletişim, bilgi aktarımı, ortak bilinç, seyahat, evrimsel süreç, tekrarlı insan yaşamı, insan ömrünün uzunluğu, enerjinin elde edinimi ve kullanımı, uzay araçları gibi birçok konuda bilimkurgusal öğeler kendine yer buluyor. Beş yüz elli sayfalık roman, okura sanki elli bin yıllık bir zaman aralığını tecrübe ettirdiği için burada tüm bu öğelere ayrı ayrı değinmek olanaklı değil.
Romanın iklimiyle ilgili yaptığım bu kapsayıcı özetin akıcı bir tempoda, bilimkurgu eserlerinden beklenen alışılagelmiş bir kurguyla ilerlediğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu yüzden normalde kitap incelemelerimde konuya yüzeysel değinip alt metinlere ve anlama eğilsem de Şikeste’nin kendine has yapısı farklı bir yol izlememi kolaylaştırdı. Zaman, mekân, kişiler ve olay akışı gibi bileşenlerde birbirini takip etmeyen bir sırada yol alan eser biçim bağlamında deneysel bir rota izliyor. Biçimsel özellik anlatımı da doğrudan etkilediği için eserin çoğu sayfasında macerayı seven, akıcılık uman okuru sıkabilecek ağır bir ilerleme, anlatım mevcut. Bu kurgu-hikâye aktarım tercihinde merak öğesi gibi önemli bir katman işlevini kaybediyor ve iş yüksek oranda okuyucu sabrına kalıyor. Yine de bir romandan veya herhangi bir anlatıdan sadece merak ve akıcılık beklemeyen deneyimli okurların, yer yer ağır ilerleyen, herhangi bir aksiyon barındırmayan, haliyle sabır isteyen Şikeste’ye son kelimesine kadar devam edeceklerini düşünüyorum. Deneyimli okur, herhangi bir roman veya öykünün A noktasından B noktasına yapılan heyecan verici bir yolculuktan ibaret olmadığının bilincindedir çünkü. Ayrıca bilimkurgu da olsa hikâyeyi aksiyon, akıcılık, kısa sürede sönüp giden duygusal yoğunluk gibi katmanlara sıkıştırmak gerekmediğinin farkındadır.
Bu farkındalık, Doris Lessing’e neden Nobel Edebiyat Ödülü verildiği ve bu onurlandırmada Argos’taki Kanopus Arşivleri’nin payını anlama noktasında muhtemelen yardımcı olacaktır. Yazarın Şikeste’de önce sonsuz bir tablo çizdiğini, sonra o tabloya hâkim bir noktadan bakarak tüm ayrıntıları anlattığını, bunu da ustalıkla yerine getirdiğini görmek biraz sabır ve çabayla mümkün.
Argos’taki Kanopus Arşivleri Türk okurla ilk kez doksanların sonunda Çiviyazıları’nın girişimiyle buluştu. Çeviride Erol Özbek’in yer aldığı serinin baskısı uzun süredir bulunmuyordu. 2017’de bu kez Deli Dolu Yayınları devreye girdi ve Doris Lessing’i Niran Elçi’nin çevirisiyle okura sundu. İşte benim okuduğum da bu ikincisiydi. Niran Elçi’nin başarılı çevirisinin, yayınevinin titiz çalışmasıyla tamamlandığını söyleyebilirim.