seran demiral sanal kent kapak

Modern Toplumun Panoraması: Sanal Kent

“Dünyanın ortasıdır, benim gerçek yuvam.”

Seran Demiral hiç şüphesiz yeni neslin en güçlü kalemlerinden biri. Hâlihazırda isminden övgüyle söz ettiriyor ve bilhassa yerli bilimkurgunun kendi sesini bulmaya gayret gösterdiği günümüzde özgün söylemleriyle değer katıyor. Henüz on altı yaşında yayımladığı Yaşayan Ölü Avcısı: Münzevi adlı kitabıyla başladığı kariyerine pek çok öykü ve romanın yanı sıra, bir akademisyen olarak yürüttüğü çalışmalar kapsamında hazırladığı kapsamlı makaleleri de sığdırmış durumda. Sosyolog gözüyle toplumsal dönüşümleri ele aldığı bu metinlerde, kurgu dışı güncel analizleri kurgusal düzlemde irdeleyerek tezini hem sağlam temellere dayandırıyor hem de anlatıyı tezin aktarım aracı olmaktan öteye, evrensel bir noktaya taşıyor. Sanal Kent ise bu evrensel noktayı göstermesi açısından önemli bir yerde bulunuyor.

Sanal Kent romanında, Binalılar ve Ormanlılar arasındaki ikilik üzerinden insanlığın kurduğu medeniyete dair eleştirilerini sıralıyor. Yazının sürprizbozan kısmında etraflıca incelemeye çalışacağımız olay örgüsüne bağlı yaşanan her şey, bu eleştirinin kurgusal düzlemde açımlanmasına hizmet ediyor. Ursula’ya göre Dünyaya Orman Denir’di ve doğanın kendi içinde süregelen düzeni belirtmek için bu ifadeyi kullanıyordu. Avatar filminde James Cameron’ın anlattığı gibi gezegenin kolektif bilincine işaret ediyordu. Sanal Kent’teyse günceli yakalayan bir bakış açısıyla bu mevzunun irdelenmesi söz konusu. Antroposen çağın gereği olarak insanların doğayı iyiden iyiye işgal ettiği günümüzde, dünyaya artık orman demek olası değil. Dolayısıyla, yeni dünyaya taze bir tanım gerekiyor ve o da karşımıza bu romanda çıkıyor.

Not: Yazının devamı muhtemel sürprizbozanlar içermektedir.

Bir düşünün; gün boyu masanın başında kısıtlı hareketler dışında sabit kalıyor, mesainiz bitince de saatlerdir oturduğunuz sandalyeden bel ağrısıyla kalkıyorsunuz. Esniyor, geriniyor ve rahatlamak için geçen hafta eczaneden aldığınız kas gevşeticiden kullanıyorsunuz. Aksi taktirde kasların gerginliğinden ötürü sıkıntı yaşayacağınızı biliyorsunuz. Havasız da kalmış oda. Her akşam yaptığınız gibi ilaç etkisini gösterinceye kadar hava almak için balkona geçiyor ve etrafa bakıyorsunuz. Dört yanınız beton sarılı, sağınız solunuz grinin can sıkıcı tonlarıyla bezeli, şehrin gürültüsü hemencecik çepeçevre sarıyor ve yeşillik olsun diye özenle baktığınız çiçeğin boynu bükük duruyor. Fazla geçmeden yeniden içeri giriyor ve pencereyi sıkıca kapatıyorsunuz. Yeterince gördünüz ve mağaraya döndünüz. Yaşam bu kadar. Şimdi gidip gün boyu aksattığınız ne varsa yapmaya başlıyorsunuz.

Birçok insanın yaşamı aşağı yukarı böyleydi; hele ki pandemi şartlarında iyice bunaltıcı bir hâl almıştı. Küçücük dairelere sıkışmış ve tekdüzeliğe kapılmış bir hâlde. Oysa hikâyemiz başkaydı. Ormanlardan şehirlere doğru yolculuğunda insanlığın pek çok macera yaşadığı muhakkak. Avcı-toplayıcı yaşamın önce tarım ve ardından sanayi toplumuna evrilişini düşününce, bugünün yaşamı uğraşılar açısından biraz daha basit görünebilir. Zira yaşamlarımızı makinelerin giderek rolleri devralması hasebiyle sıradanlaşmış ve tekdüzeleşmiş eylemleri yürüterek idame ettiriyoruz. Avcının avıyla, işçinin, çiftçinin emeğiyle kurduğu bağdan yoksunuz; sürdürdüğümüz eylemlerin bizde ya da toplumda doğrudan bir karşılığı yok, tanımsız bir bütünün kimliksiz parçalarıyız. Bütün varlığımız bunun üzerine inşa edilmiş vaziyette ve değiştirmek için çabamız ya da arzumuz da yok. Cesur Yeni Dünya’ya doğru seyrimizi sürdürerek sonsuz tatminin yollarını aramakla yetiniyoruz; hepsi bu.

Bütün bunları düşündüren Sanal Kent’in okuru sorgulamaya yönelttiği bariz bir gerçek. Zaten yazarın amacı da bu görüldüğü üzere. Rahatları rahatsız etmeye geldiğini söylercesine metnin satır aralarına mesajlarını iliştiriyor ve durak noktalarında özenle karşımıza çıkarıyor. Sonra da yüzleşmeyi sağlıyor. Böylece eksiği işaret etmesi bile yetiyor. Yaşamlarımızın noksanlarını görme hususunda ne denli samimiysek metnin vuruculuğu o ölçüde artıyor. Nitekim romanın hemen başlangıcında ormanın belirsiz sınırlarını keşfederek başlıyoruz yolculuğa ve Nigâr’ın kaçışı hepimizin özümüzden kopuşuna dair bir metaforu çağrıştırıyor. Dünyanın devasa bir ormanken, şehirlerin gölgesinde yeniden doğuşunu genç bir dimağın gözünden aktararak dönüşümü derinden hissettiriyor. Zira genç bir zihin her koşula uyum sağlama noktasında daha elverişlidir ve önyargıları henüz yetişkinler kadar şekillenmemiştir. Böylece devamında yaşanacaklara dair ilk ipucunu vermiş oluyor.

Romanın odağında üç ayrı toplumsal kesim bulunuyor: Ormanlılar, Kentliler ve Binalılar. Bu noktada sıralama dün, bugün ve yarın denilerek düşünebilir. İlk önce Ormanlıları ele alırsak; Nigâr’ın, abisi Nedim’in şakası neticesinde ormandan çıkışı, dünyanın büyüsünü yitirişini de sembolize eden bir geçişi anlatıyor. Orman tıpkı Şirinler köyü gibi küçücük bir insan topluluğuna dünyadan bağımsız bir yaşam kurma ve izole biçimde sürdürme imkânı veriyor. Hatta öyle ki, dış dünyadan haberleri olmamasının yanı sıra, oraya dair yarattıkları hikâyelerle özgün bir düş dünyası inşa ettiklerini de gösteriyor. Tıpkı ilkel diye tabir edilen kabilelerin yaşamları gibi. Hâliyle burada büyüyen Nigâr’ın sınıfsal geçişi bir oluş sürecinin yarattığı etkiye benzer keşif aşamalarını da anımsatıyor. Yetişkin birinin bu değişimi benimsemesi yalnızca hayatında bir adım olacakken, gencecik bir insan için devasa bir dönüşüm hâlini alıyor ve dönüşümü hem bireysel hem de toplumsal bağlamda inceleme için yaratılan oldukça akıllıca bir koşutluğu yakalıyor. Hakeza romanın devamında Ormanlılar’ın tepkilerini gördüğümüzde ne kadar gerekli olduğunu da rahatlıkla anlıyoruz. Yetişkinler inkâr yoluna giderek gündelik hesapların peşine düşerken, gelmekte olanı gören yalnızca gençler oluyor. Çünkü değişimi en iyi onlar yakalıyor ve tahlil ediyor.

Binalılar’ın gözünden baktığımızda ise insanlığın bir başka aşamasına tanıklık ediyoruz. Kabuğundan sıyrılan, sınırlarını keşfe çıkan ve kendine dair sorduğu sorulara tatmin olacağı cevaplar bulan bir noktaya geldiğini fark ediyoruz. Doğanın bir parçasıyken ailesinden kopan bir genç gibi ayakları üzerinde durmaya başladığını ve serpildikçe şahsına has kurallar, kaideler geliştirdiğini anlıyoruz. Ancak bu kurallar doğadan kopuk ve yeni düzeni yürütecek şekilde yapılanmış hâlde. İşte Binalı ile Ormanlı ikiliği buradan itibaren belirginleşmeye başlıyor. Hem Ormanlı’nın hem de Binalı’nın yaşamı kendi iradesinden bağımsız bir yapıya uyumluluk sağlaması üzerinden şekilleniyor. Fakat Ormanlı’nın uyum sağladığı mekanizmanın yapı taşlarını ortaya çıkaran unsur ile Binalı’nın ki farklı. Bu da ilk ayrışmaya neden oluyor.

Ormanlı hâlihazırda süregelen daha karmaşık bir doğal düzene tabii oluyor ve bunu uyumlulukla sürdürüyor; hâlbuki Binalı’nın nazarında düzen zaten kendi elleriyle inşa ettiği bir yapı olduğundan, adaptasyon kavramının farklı bağlamda ele alınması gerekiyor. Ki romanda iki yapıyı derinlemesine analiz eden yazar bize bunu ustalıkla aktarıyor. Ormanlı’nın uyum sağlamaya çalıştığı düzen içerisinde herhangi bir değiştirme talebi bulunmuyor. Var olanı sürdürmekten fazlasını talep etmiyor. Diğer yandan Binalı’nın daimi bir gelişimi arzuladığı ve şevkle karışık bir hırs içinde bunu elde etmek üzere tasarlanmış bir yaşam tasarladığı anlaşılıyor. İlk çatışma öğesi. İkincisi ise Ursula’nın da Dünyaya Orman Denir’de değindiği üzere güçlünün zayıfa olan üstünlük arayışı. Binalılar ya da romanda söylendiği şekliyle komple bir yapı olarak Bina, üstün tür olarak zayıf olanı kendine dönüştürme arzusuyla hareket ederek yıkımdan yeni bir yapı ortaya çıkarmayı hedefliyor. Zira Ormanlılar’ın hassas ve kırılgan yapılarının aksine gelişmiş teknoloji ve imkânla bezeli Bina sakinleri her türlü kusurdan arınmış vaziyette, bu da onları mükemmel kılmakta. Ancak burada ıskalanan nokta mükemmele ulaşma çabasının gerçekten kopuşa sebebiyet verişi.

İnsanlığın tarih boyunca animist bir anlayıştan hümanist bir yaklaşıma doğru geçiş yaptığı hepimizin malumu. Bu da Orman ile Bina arasındaki diğer bir farka işaret ediyor. Ormanlılar’ın gözünde doğa, insanın da parçası olduğu devasa bir mozaik; hepimizin önemi var ve canlı ya da cansız fark etmeksizin her bir varlığın ruhu diğeriyle eşit. Oysa Binalılar’ın nezdinde insanın her şeyi dönüştürme ve arzu ettiği biçime getirme hakkı var; üstün ve güç sahibi olduğundan doğal olarak bu hakkı kendinde görebiliyor ve tüm benliğiyle sahip çıkıyor. Bina’nın ormanı yutarken gösterdiği vahşi duyarsızlığın sebebi de bu hâkimiyet güdüsünün aşılanmış olması aslında. Yüce idealler doğrultusunda aşılacak nice hedefe, belli başlı bazı ayrıntıların feda edilmesiyle ulaşabilir ve ancak bu vesileyle insanı kısıtlayan engeller aşılabilir. Çünkü insan mükemmele en yakın olandır ve muhtemelen varacak olan da odur. Buradaki insan vurgusunun daha feci bir hâle geldiği nokta ise takibinde Ormanlıların vahşi birer parazitten ya da haşereden ötesi sayılmayarak yok edilmeye gerekçe çıkarılması, hatta zorunluluk addedilmesi. Benzeri yayılmacı politikaların izlendiğini başka tarihsel vakaları da rahatlıkla görebiliriz. Sözgelimi, Amerika’yı yağmalayan bir İspanyol askerinin gözünde İnka ya da Maya yerlisinin ‘insan’ sayılmadığı ve bu nedenle yaşamının da önem arz etmediği ne yazık ki herkesçe bilinen bir gerçek.

Ormanlılar ile Binalıların bir başka farkı ise bireyin toplumsal düzlemde konumlanış şekli. Orman’da ilkel bir yaşam sürüldüğü bariz. Bunun eksileri ve artıları da ortada. Vahşi hayvanlara, iklim şartlarına ve pek çok dışsal etkene savunmasız durumdalar. Fakat yaşamları belirli bir düzenin yürütülmesi için gerçekleştirilen tekdüze eylemlerden de ibaret değil. Öte yandan Binalılar ne kadar sağlıklı olsalar ve hava, su, yiyecek gibi ihtiyaçlardan arınmış, doğanın vahşetinden kurtulmuş bulunsalar da, Bina’nın varlığı için yaşamlarını sürdüren ve çarkın dönmesi için durmadan işleyen birer dişliden farklılar mı sorusuna net bir cevap veremiyoruz. Gerçekten de romanın Bina’daki günlük hayatı anlattığı kısımla Orman’ı yansıttığı kısmın mukayesesi bizi bu çıkmaza sürüklüyor. Her seçimin sonuçları olduğunu ve bir noktada seçimin seçeni yönettiğini gösteriyor. Böylelikle tercihlerin ve iradenin hükmü kalmıyor. Haliyle Sanal Kent’te bahsi geçen yok oluş hepimizin yaşamına dair bir ayna tutuyor. Romanın sona erdiği nokta bir son olmadığı için devamına dair yürütülen fikirler yaşamla doğrudan bağ kurduruyor ve son tahlilde yolumuzu şu soruya çıkarıyor: “Ya bir noktada cennetin kapılarını açmanın bedeli cehennemi de peşi sıra getirmek olacaksa?” Sanal Kent ile Seran Demiral, okurun önüne cehennem haritaları açarak kendi elleriyle nasıl inşa ettiğini çarpıcı biçimde anlatıyor.

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

simdi-ve-daima-kapak

Bir Başlangıç Kitabı: Şimdi ve Daima

Türü ne olursa olsun, yeni bir yazarı okumaya karar verdiğinizde ilk işiniz bir kitap seçmek. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et