“Bir kişi yanılıyorsa sorun değil, yanılıyor der geçeriz ama herkes yanılıyorsa ona din deriz.”
KDY etiketiyle yayımlanan Devletsiz‘e daha evvel Hayal Kutusu‘ndan bahsettiğimiz inceleme yazısında değinmiştik. Öykü seçkisinde Sherlock Holmes adlı eseriyle yer alan Ali Okan Pandar, bu ve diğer başka öyküleriyle mütevazı ama samimi bir okur çevresine sahip oldu. Kurgulamada mahir bir yetkinliğe ve olağanüstü kıvrak zekasına eşlik eden etkileyici bir hayal gücüne sahip olan yazar, fantastik ya da bilimkurgu öğelerini metnin dinamik akışına doğallıkla uyum sağlayacak biçimde yerleştiriyor ve içkin görünüşüyle evrenin detaylarını oluşturduğunda okura usta işi bir metin sunuyor.
Edebiyatın ve hatta sanatın en önemli işlevleri; okurun hislerini yoğunlaştırması, yerine göre sağladığı iniş ve çıkışları orkestra şefi misali maharetle yönetmesi, olay örgüsünden koparmadan düşünsel sorgulamalara davet etmesi ve elbette duygularının yoğunluğunu kontrol edilebilir noktaya çekerek dengelemesi… Bahsi geçen tutum Aristo’nun edebiyat üzerine yazılmış ilk kuram kitabı sayılan “Poetika”sında dillendirdiği “Mimesis (Öykünme)” ve “Katharsis (Arınma)” kavramlarını akıllara getirmekte. Sanat, görünen şeylerin taklidini yaparak onlara öykünür; ardından bu yolla izleyici ya da okurun keskin duygulardan kurtularak arınmasını sağlar. Sanatın ve sanatçının sanatla kurduğu ilişkisi buna dayanır. Sanatsal edim bilinçdışının dizginlemeyen gücü karşısında başvurulan en bilindik savunma taktiğidir.
Nasıl ki fantastik eserlerde bulunduğumuz zaman diliminden çok daha farklı zamanlara gittiğimiz örnekler varsa; bilimkurguda da muhtelif bilimsel önermelerin kurguya ilham verdiği aşikar. Kolonileşmenin sıklıkla konuşulduğu günümüzden bakıldığında ise, kurgusal düzlemdeki yansıması bakımından farklı gezegenlerde kurulan yaşamlar alışıldık temalardan. Ancak oralarda bir yerlerde bizi bekleyen farklı canlı türleri olup olmadığı hususundaysa henüz ihtilaf bulunmakta. Uzaylılar diye tabir ettiğimiz canlıların görünüşüne değin farklı yorumlar yapılmakta. Fakat varlıkları bile aslında ayrı bir sorun. Ötegezegenlerdeki yaşamın kaynağı neden Afrika’dan başlayan evrimsel yolculuğumuzun devamı olmasın? Afrika’dan önce Avrupa ve Asya’ya geçen, ardından okyanus ötesi hayatları keşfeden atalarımızın genleri bizlerde halen mevcut. Onlar nasıl ki okyanusları aştılarsa, bizler de uzay denilen ummanı aşacak nesillerin ardılı olamaz mıyız?
Bu fikir koca bir evreninin dayanağını oluşturmuş. Başka canlıları aramaktansa canlılığı başka gezegenlere ve hatta yıldız sistemlerine taşımak… Yazarın buradan beslenen evreni köklenerek intergalaktik bir yolculuğa dönüşüyor. Evrenin anlatımıysa bir anda okura yüklenen bir ağırlık olarak belirmiyor. Bilakis sakin ama kararlı adımlarla ilerleyen metnin her kelimesi, evrene dair söylenmesi gerekenlerden bahsederek duygusal bağlar kuran okurun olay örgüsünün peşi sıra ilerlemesine sağlıyor. Bu sebepten anlatıcının anlatıyla olan ilişkisine dair güzel bir örnek teşkil ediyor. Nihayetinde anlatıcının görevi önceden de değindiğimiz üzere gerçeğe öykünmek ya da gerçeğin izinden farklı gerçeklikler türeterek bunu okura zarif biçimde aktarmaktır. Metnin içeriği de halihazırda yazarın samimiyeti ve kabiliyeti ölçüsünde okura geçecektir. Ardından karakterle bütünleşilen her an yeni bir bağlantıyla devam ederek anlatının yolu çizilecektir. Ölümsüz metinlerin kalıcılığın sebebi de işte budur; hikayenin zaman aşırı oluşu zaman aşımını önlemektedir.
Güç istenci doğrultusunda şekillenen güç dengelerinin odağında başlayan roman, akıllara Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından beliren otorite boşluğunu hatırlatıyor. Yine aynı dönemden esinlenen Asimov’un Vakıf serisi gibi bu eserde de boşluktan farklı erk arayışlarının yükselişi ve gelişim sürecini izliyoruz. Güçleri ölçüsünde yetki alıyorlar, ele geçirdikleri yetkinin sağladığı imkanları dünya görüşleri kapsamında yapılandırıyorlar ve düzen yeniden vücut buluyor. Aynı sırada evrenin arka planının resmedilmesiniyle de belirli değişimleri izleme fırsatı buluyoruz. Gezegenlerin değişen erk karşısında takındıkları tavır ya da daha doğru deyişle benimsemek zorunda kaldıkları kimlikler de karşımıza çıkıyor. Nihayetinde gücün etkisi maddi refahı da beraberinde getirir. Buna sahip olanla olamayan arasındaki fark ise yaşamı tümüyle biçimlendirir. Düzen ile kaos arasındaki ilişki tamamen aralarındaki geçişlerle ilgilidir. Geçişin önünde ise hiçbir güç duramaz…
Öte yandan dinin insan üzerindeki etkisi de oldukça ilgi çekici biçimde ele alınıyor. Bilhassa Orta Çağ’da Papalığın sahip olduğu politik güç birçok tarihi olayın cereyan etmesine, belki de olağandan farklı neticelerle sonuçlanmasına sebep olmuştur. Prenslerin taht hakkını tayin etmiş, krallara taç giydirmiş, askeri hareketlere öncülük etmiştir. Manevi etkisinin haricinde maddi olarak da inanılmaz bir servete ulaşmıştır. Koloni ve misyonerlik faaliyetleri sayesinde hatırı sayılır maddi güç sağlayan Vatikan’nın bunu muhafaza edebilmek uğruna yaptıkları ise hepimizin malumu. Katliamlarla dolu tarihinde birçok kez savaşı körükleyen Vatikan, koca bir kıtanın gelişimini ta temelinden sekteye uğratmıştır. Halbuki bugünden bakıldığında oldukça ahmakça görünecek bu tutum dahi kendi içinde bir tutarlık barındırmaktadır. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’i ölmeden yalnızca birkaç ay evvel yazmıştır. Ateist olduğunu beyan eden Ivan’ı inancı özelinde bir başka karakter olan kardeşi Alyoşa’yla eşleştirir ve metnin en dikkat çekici yanı budur. Alyoşa üzerinden kendini yansıtan yazar, “Tanrı yoksa her şey mubahtır,” diyerek Tanrı’nın insan için ifade ettiklerini yine kendi gözünden dile getirir. Tıpkı dönemin siyasasını yorumlayan Machiavelli’nin Prens adlı kitabında söylediği gibi eserde vurgulanan bütün yollara bir kapıdan çıkılır ve kapının üzerinde de şöyle yazmaktadır.
“Zafere giden her yol mubahtır.”
Velhasıl, pek çok bilimkurgusal kavramın ve motifin okuru cezbedecek biçimde aktarıldığı metin ilgi çekici yapısıyla öne çıkmakta. Kendine has özelliklere sahip özgün karakterlerinin hikaye anlatımı süreci içerisinde göstermeleri gereken gelişim ise okura gereğince aktarılmakta. Karakterlerin yaşadıkları karşısında geçirdikleri değişim ve dönüşüm tıpkı aileden biri gibi görülmelerini, böylelikle okurun bağ kurmasını sağlıyor. Dramatik etkiyi artıracak etkenler de bu yolla sağlanıyor. Metnin aralarında evrene dair serpiştirilen detaylarla da bu durum iyiden iyiye pekiştiriliyor. Devletin olmadığı devasa bir yıldız sisteminde sizce düzen yeniden nasıl kurulurdu? Dağılan bütün parçaları birleştirme umudu bile kalmamışken, nasıl bir kudretin hasıl oluşu gereken ilerlemeyi sağlayarak bütünlüğü ortaya çıkarırdı? Ve son olarak yaptıklarımızın amacı iyi olsa da sonuçları bizleri yine aynı noktaya çıkarır mıydı? Yoksa dengeleri bozarak yalnızca yıkımın köklenmesine mi sebep olurduk?
Bu ve daha pek çok soruyu metin boyunca sorduran Devletsiz, okuruna sürükleyici bir okuma macerası sunuyor. Böylece yerli bilimkurgu eserlerinin arasında kendine sağlam bir yer ediniyor.