Lidia Yuknavitch ile Dünyanın Sonundayız

Orta Çağ‘ın önemli tarihsel kişiliklerinden Jeanne d’Arc ile Christine de Pizan, Dünyanın Sonundayız’da bu kez 2000’li yıllarda fakat benzer bir karanlık atmosferde sembolize ediliyor. İki güçlü kadının gelecekteki izdüşümlerinin hikayesi yine bir kurtarıcı rolünde, post-apokaliptik bir dünyada, hayatı emen düzene meydan okumayla aktarılıyor. Meydan okumanın karşı öznesi ise yine bir Orta Çağ kişisi olan, romantik şair Jean de Meun. En başta ifade etmek gerekir ki, eser bu üç tarihi kişi hakkında bilgisi bulunan okurlar için farklı bir okuma deneyimi sunacaktır. Dorris Lessing’in Şikeste’sinden bir alıntıyla (Hepimiz yıldızların mahluklarıyız) okuru karşılayan roman, öyküsünde nasıl bir dünya sahneleneceğinin ipuçlarını da vermiş oluyor.

Post-apokaliptik eserlerde bir savaş veya ekolojik felaket sonrasında olan bitenler daha çok bilimkurgu unsurları kullanılarak hikâyelendirilir. Bu türde bir kitap okurken neyle karşılaşacağınızı az çok bilirsiniz, aynı durum distopya eserleri için de geçerlidir. Belli bir tema çerçevesinde kurulan öyküleri farklı kılmak için can alıcı fikirler bulmak gerekir. Bu bağlamda bir eserin değerini belirleyen çeşitli özellikler vardır: üslup, ilgi çekici bir konu, özgün karakterler. Konu tamamıyla ilgi çekici olmayı başaramasa bile en azından hikâyenin çeşitli katmanlarında bir orijinallik bulunması kurguyu güçlendirecektir. Lidia Yuknavitch’in eserinin üslup ve orijinal katmanlar anlamında başarılı olduğu görülüyor. Karakterlere gelirsek, onların tarihsel kişilere dair bir sembol içerdiklerini ve söz konusu tarihsel kişileri tanıyan okurların öykü karakterlerini daha yakından hissedebilecekleri söylenebilir. Romanın atmosferine, dünyadaki yıkıma, teknolojiye, jeofelaketin izlerine, ayrışmış toplumlara, bedenlere, derilere kazınan hikayelere geçmeden önce tarihsel birkaç ismi öykü kahramanlarımızla eşleştirmek iyi olacaktır.

Jeanne d’Arc’ın Kitabı

Çınar Yayınları etiketli roman Türkçeye Dünyanın Sonundayız diye çevrilse de orijinal adı The Book of Joan. İsminden de anlaşılacağı gibi olan bitenin merkezinde bulunan ve amaç, yıkım, yaratımı simgeleyen kişi Jeanne d’Arc (Joan)’tır, kitapta anlatılan da onun öyküsüdür. Önce Orta Çağ’ın gerçek Jeanne d’Arc’ından bahsetmek gerek. Bu genç kadın Yüzyıl Savaşları döneminde yaşamış, ülkesi için yaptıklarıyla Fransa tarihi için önemli isimlerden biri olmuştur. On üç yaşına geldiğinde tanrının onunla konuştuğunu, Fransa’yı kurtarma görevinin kendisine verildiğini iddia eder. Bu inancının peşinden gidip on altı yaşında evinden ayrılır, ülkesi için savaşır, başarılı olur, halk için bir umut ışığı yakar. On dokuz yaşındayken savaş esiri olarak İngilizlerin eline düşer, 1431 yılında yakılarak idam edilir. Kısaca, kısa ömründe ülkesinde sembol olmuş, dünyada iz bırakmış, öyküsü sinemaya, edebiyata ve müziğe defalarca uyarlanmıştır.

Romanımızdaki Jeanne’nin öyküsü gerçeğine ana hatlarıyla kısmen benzese de ondaki ışık çok daha farklı, benzersiz, kendine özgü. Her şeyden önce Dünyanın Sonundayız’da hikâyenin geçtiği yıl 2049’dur, Dünya artık uzayda ilerleyen ölü bir toprak parçasından ibarettir. Ana kahramanımız Jeanne, Yuknavitch’in ilham aldığı tarihi kişi gibi on iki-on üç yaşından itibaren bazı sesler, daha doğrusu şarkılar duymaktadır, bu anlarda kulağıyla şakağı arasında mavi bir nokta belirir. Varlığını madde-ışık arası bir formda hisseder ama bunun ne olduğunu bilemez. Dünya hızla çürümeye, daha çok ölüm saçmaya doğru yol alırken ondaki farklılıklar yavaş yavaş kendini gösterir, yaşamı kurtarmak için her şeyi geride bırakarak kendi savaşına atılır.

Christine de Pizan’ın Öyküsü

Romanın başlangıcında kendi anlatımıyla karşımıza çıkan, öyküyü sürükleyen diğer kişi olan Christine Pizan da Orta Çağ’ın önemli kadın yazarlarından birinin yansımasıdır. Gerçek Christine de Pizan, on dördüncü yüzyılda İtalya’da doğmuş, şiirler yazmış, kadınlara yol gösterici birçok deneme kaleme almış, yaşadığı dönemde gösterdiği bu cesaret ve özgüvenle yaşayan ilk feminist olarak isimlendirilmiştir.

Öykü kahramanımız Christine de Orta Çağ’daki gerçeği gibi bir sanatçıdır. Ancak onun sanatı kalemle kâğıda bir şeyler yazmak değildir. İnsanların derilerine cerrahi müdahalelerle şekiller çizen, farklı deri dokuları ilave eden bir greft sanatçısıdır. Romanın orijinal katmanlarından biri Christine’in mesleği ve kendi bedeninde, derisini işleyerek ortaya çıkardığı sanat eseridir. Kelimeler ve hayatlar onun ellerinde insanların derilerine dokunmaktadır, kendi varlık sebebini bu şekilde tanımlar. Mesleğini hem üyesi olduğu topluma hem de içinde yaşamak zorunda oldukları CIEL isimli, Dünya’nın yörüngesinde acıyla-yıkımla dolaşan bir gemiye ve o geminin diktatör yöneticisinin planlarını yok etmeye adamıştır. CIEL’de yer sorunundan dolayı elli yaşına gelen herkes ölmek zorundadır, Christine’in bir yılı kalmıştır ve büyük bir gösteriyle veda etmek niyetindedir.

Dünyanın Sonunda Ne Var?

Öykü yakın bir gelecekte geçse de insanın evrimi ve mutasyonu inanılmaz boyuttadır. Yakın bir gelecekte tasviri zor sistemler, muazzam mutasyonlar kurgulamak genelde alışık olmadığımız bir tercih. Özellikle bilimkurgu eserlerinde öyküyü bilinen bir tarihsel zemine konumlandırmak riskli bir davranıştır. Çünkü sizin uzak olarak düşündüğünüz o tarih geldiğinde öngörüleriniz ve tahminlerinizin ne ölçüde doğru çıkacağı ortaya serilecektir. Dünyanın Sonundayız’da Yuknavitch’in böyle bir kaygı taşımadığı ortada, eğer öyle olsaydı öyküsünü çok daha uzak bir tarihe konumlandırır veya bir tarih vermekten kaçınırdı. Eseri belki de alternatif bir tarihin uzantısı olan bir gelecek şeklinde yorumlamak gerekecektir.

2049’da eskinin mavi gezegeni kahramanımız Christine’in ifadesiyle pis bir kıyamet arazisine dönüşmüştür. Bunun sonuçları, sisli manzara, ölümcül coğrafya ve ekosistem etkili bir şekilde tasvir edilse de, sıklıkla sözü edilen jeofelaketin insanoğlunu nasıl vurduğunu bilemiyoruz. Bildiğimiz en önemli şey, jeofelaket ile birlikte Dünya’nın manyetik alanında radikal değişimler meydana geldiği, radyasyonun gezegeni yaşanmaz hale getirdiğidir. İşte bu yüzden Jeanne en yakın arkadaşı Leone’la birlikte CIEL’e karşı mücadele verirken yeraltında soluklanır. Yeraltında ise bambaşka, içinden hayat fışkıran bir dünya vardır. Sadece jeofelaket değil tabii, Jeanne’in sıklıkla söz ettiği, evden kaçtığı on altıncı yaşından beri varını yoğunu ortaya koyduğu bitmek bilmez Savaşlar da yıkımı güçlendirir.

Tüm bu tahribatın ardından yeryüzünde geriye çok az insan kalmıştır, onların da nerede oldukları belli değildir. Aynı zamanda eskinin ünlü şehirleri yaşamın son dokunuşlarını miras bırakmış bir vaziyette hayaletler tarafından işgal edilmiş, üzerinde nefes alıp veren bir canlı kalmamıştır. Romanın ilginç yanlarından biri de tüm bu evrimin çok kısa sürede olup bitmesidir. Jeanne ve hatta Christine bile çocukluklarına dair hatırladıkları anılarında eski dünyanın neye benzediğinin farkındalar. Bir aile olmanın, ağaçların altında dinlenmenin, dere kenarında yürümenin, yağan yağmurun serinliğini hissetmenin… Ve bir jeofelaket ile her şey biçim değiştiriyor, dünya, insanlar ve tabii ki hayat, hepsi köreliyor.

CIEL İsimli Ölü Hiçlik Gemisinde Distopya Tasviri

Dünya yaşamının sonrası CIEL. Romanda alttakiler ve üsttekiler şeklinde iki farklı toplumun, bambaşka iki farklı hayatın sürdüğünü görüyoruz. Aşağıdakiler, yani yeryüzünde nefes almaya devam eden yaşayan ölüler Dünya’dan geriye kalan harabe, hastalık ve radyasyona rağmen hayatta kalmaya çalışırlar. Jeanne de onlardan biridir. Dünya’nın alçak yörüngesinde geriye kalan birkaç bin kişilik zenginler ordusuna yuva olan CIEL’in farkındadır ancak oradaki yaşam hakkında hiçbir bilgisi yoktur. CIEL kolonisinde yaşayan Christine Pizan gibi yüzlerce kişinin hayatta kalma ve mücadele umutlarının merkezinde bulunduğundan da, onların kendisinin savaşına dair anlatılan öykülere tutunduklarından da habersizdir.

CIEL’de yaşayanlar -onlara insan demek hata olabilir- pürüzsüz, kokusuz, grimsi, şeffaf, tüysüz, saçsız bir tene sahip, cinsiyet özellikleri körelmiş, haliyle üreme yetenekleri kaybolmuş, mutasyon geçirmiş bir topluluk özelliği gösteriyor. Burada aynı zamanda çeşitli robotlar ve androidler de onlara eşlik ediyor. Boyunları, kulakları ve gözlerinde medyayla arayüz oluşturan veri noktaları mevcut, kafalarına yerleştirilen implantlar ve nanoteknoloji ile düşünceleri dışarı itiliyor.

CIEL’de seks eylemi suç olduğu gibi seks düşüncesi de suç, cinsellik diye bir şey yok. Bir çeşit mutasyon geçiren kadınlar-erkekler üreme organlarını kaybetmiş durumdalar, bazıları androjin kimliğe sahip ve onlar şehvetin yasını tutuyorlar. Bu toplumun yaratıcısı ve hükmedicisi ise Jean de Men isimli bir şairdir. Bu diktatör tasarladığı yaşam alanı için gerekli enerji ve kaynağı Dünya’nın artıklarından elde ediyor. CIEL’de üreme sistemini geliştirmek ve bunu istediği gibi kontrol etmek istiyor. Bu hedef doğrultusunda en önemli amacı ise Jeanne d’Arc’ı ele geçirmektir. Çünkü üreme yeteneği kaybolmuş, farklı canlılara evrilmiş toplumunda insan kalabilen birine, onun doğurganlığına ihtiyaç duyuyor. Bu noktada Jeanne için düşünülen geleceğin Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’ne benzer izler taşıdığını fark ediyoruz.

Post-apokaliptik Bir Dünyada Yıkım ve Sevgi

Christine Pizan CIEL’de kendisine bağlılıklarını sunmuş bir asi grubuyla Jean de Men’i yok etme planını devreye sokarken ihtiyacı olan kişi Jeanne’dir. Jeanne aşağıdaki yıkımda farkında olmasa da CIEL’deki direniş grubunun en büyük motivasyonu, büyük bir sevgiyle bağlı oldukları kişidir. Romanın orijinal katmanlarından birinin insan derilerine işlenen greftler olduğunu söylemiştim. Christine başta olmak üzere, direniş grubundaki herkesin Jeanne’in yaşam öyküsünü derilerine greft yapmaları, bu şekilde onun hikayesini ve mücadelesini daima yanlarında taşımaları öyküdeki karakter bağlarını, amaç ilişkisini güçlendiriyor.

Eski dünyayı yerle bir eden Savaşlar, manyetik alanı kaybolmuş bir Dünya’ya Güneş tarafından aktarılan radyasyonun saçtığı hastalık ve ölüm, Jean de Men’in Dünya’ya görünmez dronlarıyla gönderdiği yıkım, insandan başka bir türe evrilmiş, evrilmek zorunda bırakılmış greft derili mutantlar, en fazla elli yıl yaşamaya izin veren CIEL… Böyle bir artık gezegende yörüngedekilerle savaşan, onların Dünya’nın kanını emmek için gönderdikleri Gökhat isimli köprülerini, CIEL’i yok etmek için ömrünü adayan Jeanne ve en büyük dostu Leone… Yukarıda olan bitenin farkında olmayan Jeanne’e büyük bir sevgiyle bağlı oldukları için onun hikayesini derilerine kazıyan, bir gün amaçlarına ulaşacaklarına inanan direnişçiler… Büyük buluşma öncesinde Jeanne’e sorulan, iktidar peşinde misin sevgi peşinde mi, sorusu Jeanne için yıkım ve yaratımın birlikte var olduğu farkındalığı yaratır.

Yuknavitch Amerikalı bir editör ve akademisyen, bu eser onun üçüncü romanı. Dünyanın Sonundayız’da dili genelde dramatik, bu anlarda aksiyon yerini tarih yapraklarından imgelere bırakıyor. Onun kelimelerle ilişkisinin sadece hikâye anlatıcısı olarak değil, entelektüel düzlemde de sağlam ilerlediğini fark ediyoruz. Kitabın sürükleyici olduğunu söylemeyiz, bazen öyküyü takip etmek bu dramatik anlatıda giderek zorlaşıyor. Bununla birlikte Yuknavitch’in kelimeleri, ifadeleri, cümleleri, dili oldukça güçlü ve sanatsal, ne yaptığının farkında, kullandığı dile hâkim bir yazar olduğu açık. Öykünün çatısını örerken kurguda ve anlatımda cesur hamlelerde bulunuyor. Dolayısıyla bu romanı birden çok katmandan oluşan bir öykü ve art arda sıralanan görüntüler geçidi olarak niteliyorum. Farklı kollardan geçen çizgiler, üstteki Christine-CIEL ve alttaki Jeanne-Dünya bir yerlerde kesişiyor.

Roman Christine’in anlatımıyla başlıyor, Christine kendi öyküsünden Jeanne ile ilgili efsanelere dönüyor. Ardından anlatıyı üçüncü kişi devralıyor, son bölümlerde ise artık Jeanne kendi hikayesini kendi anlatıyor. Yer yer sert mesajlar-itirazlar içeren romanın kelimelerini kızgın oklar şeklinde savurması, küfrün, argonun, cinselliğin kişi ve durumlara göre isabetli bir şekilde kendine yer bulması ifadeyi güçlendiriyor.

Satır aralarındaki kimi göndermelerde okurun bir arka plan bilgisine sahip olması gerekebilir. Mesela kitabı okumaya başlarken Jeanne d’Arc’ın, Christine de Pizan’ın tarihsel kişiliği hakkında bilgi sahibi olması okuru öyküye daha sıkı bağlayacaktır. Savaşlar sonrası dünyada, Jeanne’in diğerlerinden farkını nitelerken sık sık üzerinde durulan madde-ışık ikilemine dair az miktardaki kuantum mekaniği bilgisi kurguyu okur için ilginçleştirebilir. Bazı kitaplar böyledir. Yazar her şeyi olduğu gibi sunma, her şeyi açıklama gayesi taşımaz, işi biraz da okurun birikimine bırakır.

Son olarak gerek çevirmen Tülin Er’in gerekse editör ekibinin çok temiz ve edebiyatın doğruları anlamında çok başarılı bir iş çıkardıklarını söyleyebilirim.

Yazar: Serdar Yıldız

İllet (roman), Karanlık Gökkuşağı (öykü), Yüksek Doz Gelecek (beş yazar beş bilimkurgu kısa romanı), Silsile (Ödüllü Bilimkurgu Öyküleri), Arz Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Bilimkurgu Öykü Antolojisi).

İlginizi Çekebilir

silo kapak

Birinci Sezonuyla Silo

“Neden burada olduğumuzu bilmiyoruz. Silo’yu kimin yaptığını bilmiyoruz. Silo’nun dışındaki her şey neden böyle, bilmiyoruz. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et