Kitabı çoğu kişi muhtemelen Kevin Costner’ın filminden duymuştur. Film basit ve saçma bir Mad Max versiyonuydu. Kitabın neredeyse ilk 50 sayfası üzerine kurulmuş, karakterlerin fazlaca modifiye edildiği baştan savma bir yapımdı. Eğer filmi izlemediyseniz bir şey kaybetmediniz. Kitap çok daha sofistike. Postacı, her şeyden önce post-apokaliptik bir kitap. Detayları ve tarafları anlatılmamış bir dünya savaşı sonrasında geçiyor. Savaş sonrası biyomühendislikle hazırlanan salgın hastalıklar ve nükleer bir kış yaşanmış, medeniyet çökmüş.
Hikayemizin kahramanı Gordon ise tüm yoldaşları ölene kadar Minnesota’da medeniyetten ne kaldıysa korumaya çalışmış bir asker. Kitap, Gordon’un Cascades’te bir çete tarafından soyulmasıyla başlıyor. Hayatta kalmasını terk edilmiş bir posta aracı ve ölmüş bir postacıyı bulması sağlıyor. Gordon pek düşünmeden postacının kıyafetlerini, mektuplarını aldıktan sonra gittiği Pine View kasabasında insanlardan üniformasına karşı beklemediği bir ilgi görüyor. Bu da kendisinin postacı rolüne girmesini sağlıyor.
Gordon’ın ünü Pine View’den Oregon’a gittikçe artıyor. Tabii ki bu da onun işine geliyor. Duvarlarla sıkı sıkı korunan kasabalar onu buyur ediyor, çok güçlü adamlar bile ona bulaşmadan önce iki kez düşünüyor. Saygı ve destek görüyor. Hikaye Gordon’ın, Yeni ABD’nin destekçisi olmasıyla devam ediyor. Gerekli bağlantıları ilk kez kuran Gordon, yeni kuryeler bulup posta teşkilatını kuruyor. Kitaptaki insanlar büyük bir kaos ve hayatta kalım mücadelesinden sonra kendilerinden büyük bir şeye inanma ihtiyacı hisseden insanlar. Bu yüzden Gordon onlar için karanlıktaki güneş gibi.
Hikaye ilerledikçe enteresan yerlere gidiyor. Gordon elbette bir sahtekar olduğunun farkında. Çoğu zaman bu işi bırakmak istiyor ama her seferinde etrafındaki beklentiler yüzünden tuzağa düşüyor. Kitap kahramanlık ve liderliğin büyüsünün yeterince süre rol yapmakla elde edilebileceğini sorguluyor. Yazar David Brin, Gordon’ı biraz keskin ve fırsatçı lanse etmiş.Yine de kahraman rolünü gerçekleştirmek için gerekli onur ve ahlaka da sahip. Hikayenin ana öyküsü medeniyeti bir arada tutmak üzerine kurulmuş. Tabi bazı sorunlar da var. Kitabın ilk yarısı daha çok post-apokaliptik Oregon’u keşfederken yaşanan maceralar üzerine kurulu. Bu kısımların anlatım ve temposu fazlaca biçimsiz. Okuyucunun kitabın içinde akıp gitmek yerine okumaya kendini zorlamasına neden oluyor. Hele ki Brin, kadrajını genişletip hayatta kalan Holnistleri de öyküye aldığında kitap iyice sarpa sarıyor.
Brin kitapta cinsiyet rollerine çok değişik açıdan bakıyor. Kitabın büyük bir kısmında kadınların rolleri feodal zamanlara dönmüş. “Kadın hakları modern uygarlığın sonucudur” önermesini doğrular şekilde, kadınlar kitapta çoğu zaman eşya gibi görülüyor. Gordon daha sonra girdiği kasabalardan birinde ikinci dalga bir feministle karşılaşıyor. Tartışmalar, kadının eylemleri, Gordon’un düşünceleriyle birlikte Brin erkeklerin şiddet dürtüsünü önlemek ve kahramanlık ile aşağılık ikiliğindeki davranışlarını dengelemek için kadınlara muhtaç olunduğu gibi tuhaf fikirlerini de gösteriyor. Bu fikirler Lysistrata eseri ile de parallel.
Kitabın bu kısmı adeta erkek bakış açısıyla yazılmış bir Sherri Tepper romanını andırıyor. Tabii Gordon’ın iyiliği ve hiç düşünmeden yaptığı aşırı korumacı davranışları hariç. Kitabın iklimi çoğunlukla bir sürü erkeğin itiş kakışmalarıyla dolu bir ortam. Ve tahmin edilebileceği üzere böyle bir ortam kötü işliyor: Bir yandan garip bir hakimiyet duygusu bir yandan da kadınların gücüne karşı samimi ama bir o kadar da bilgisiz göndermeler yapan, iki cinsiyetli bir dünya kurgusu…
Irk konusu ise Postacı’da daha ziyade “Rastgele karakter seç ve davranışlarını değiştirmeden siyaha boya” şeklinde işliyor. Bilimkurgu okurlarının iç çekmekten fazlasını gösterebilecekleri bir durum değil. Brin, Holnistleri tasvir ederken kendi tarzından biraz şaşıyor: Sağ kalmayı başarmış bir grup Nietzsche üst-insanı takıntılı beyaz üstüncü insan… Gordon’ın beklediğinden daha az ırkçı. Yazar bu konuyu hiç karıştırmasa daha iyi yapabilirdi. Irk konusunu kitapta vurgulamak okuyucuya onun bu konuyu nasıl ele aldığını hatırlatıyor ki kitaptaki tek önde gelen siyahi karakter Gordon’ın sadık teğmeni.
Problemlerin başında, Brin’in yarattığı dünyadan elini çekmesi var. Postacı’nın başlıca teması teknolojinin değil insanın vurgulanması; insanların seçimleri ve işbirliğinin öyküsüydü. Kitabın ortalarından itibaren Brin, teknolojinin kurtuluş olması ihtimalini uzun uzun sorguluyor, Gordon’ın kahramanlığın doğası ile mücadelesini de bu sorgulamaya iyi bir şekilde bağlıyordu. Ama her nedense Brin, süper kahraman çizgi romanlarından fırlama kötü karakterleri romana dahil ediyor ve okuyucunun ilgisini kitabın en zayıf yanlarına yöneltiyor.
Postacı kesinlikle filminden iyi ama bir yere kadar. Kitabın başları çok yavaş ve yorucu akıyor. Ortalarda ise kitap beklenilenden çok daha zevkli. Ama rahatsız edici feminist altyapısı ve kitabın sonlarında dünyanın inşa sürecinin çökmesi ağızda kötü bir tat bırakıyor. Benzer temalarda çok daha iyi işlenmiş kurgular okumak isterseniz Octavia Butler’ın “Parable of the Sower” ve “Parable of the Talents” kitaplarına göz atabilirsiniz. Brin’in yeniden kurulmuş posta servisi fikri çok daha ilham verici ve pratik olsa da bu kitaplar her açıdan çok daha iyi kitaplar.
Hazırlayan: Kadir Tanrıverdi | Kaynak