makine yazi kapak

Kıyamet Sonrası Bir Dünyada Melankolik Yaşamlar: Makine Yazı

“Doğumla ölüm arasında birçok hayat yaşayacaktık.”

1942 Maine doğumlu Amerikalı yazar John Crowley, Türkiye’de çok az tanınan bilimkurgu yazarlarından biri. Aynı zamanda fantezi ve tarihi kurgu alanlarında da eserler veren Crowley, ilk kez bu yılın başında Türkçeye çevrildi. Ülkesinde yapımcı ve senarist kimlikleriyle de tanınan John Crowley, yazarlığa 1975 yılında adım attı. 1979’da yayımladığı Makine Yazı (The Engine Summer) romanıyla dikkatleri üzerine çeken yazar, bilimkurgu literatürüne ilginç kurgular armağan etti. Makine Yazı, Britanya Fantezi Ödülü ve John W. Campbell Ödülü başta olmak üzere birçok ödüle aday gösterildi ve 1980 yılında Amerikan Kitap Ödülü’nün sahibi oldu. Kısa bir süre önce Sevda Deniz Karali’nin çevirisiyle dilimize kazandırılan roman, İthaki Yayınları’nın Bilimkurgu Klasikleri dizisi içinde yer alıyor. David Pringle’ın “En İyi 100 Bilimkurgu Romanı” listesinde de yer alan eser, post apokaliptik bir geleceği resmediyor. Fakat bu gelecek portresinde vampirler, zombiler, kontrolden çıkan robotlar gibi şeyler bulunmuyor, bir avuç insan ve onların günlük yaşamları yer alıyor.

Eserin ismine gelecek olursak, kitabın bir sayfasında yazar bu durumu, “kışın gelmesinin an meselesi olduğu, havaların soğuduğu zaman dilimlerinde yaşanan ve kısa süren sıcaklıklar”olarak tanımlıyor. Eserin geçtiği “Küçük Belaire” isimli yerleşim yerinde halk bu durumu sebepsiz bir şekilde “Makine Yazı” olarak adlandırıyor. “Indian Summer” kalıbını “Engine Summer”a dönüştürüyor John Crowley ve bu tabirin aynı zamanda ömrün sonuna denk gelen mutluluklar anlamına geldiğini de belirtmek gerekiyor.

“Eğer bir yere gideceksen, oraya varabileceğine inanmalısın.”

Bilimkurgunun usta kalemlerinden Frederik Pohl’ün “Güçlü, gerçekçi karakterlerin olduğu, usta işi bir eser” olarak tanımladığı Makine Yazı, karakter bazında gerçekten de eşine az rastlanır bir yapıt olma özelliğini taşıyor. Karakter isimleri “Günde Bir Kez”, “Kırmızı Boyalı”, “Yedi Eller”, Gözlerini Kırp”, “Bir Köşede”, “Sesli Gül” gibi fiillerden oluşuyor. Romanın baş karakterinin ismi ise “Konuşan Saz”. Peki bu sıra dışılık neden kaynaklanıyor? Kıyamet sonrası bir dünyada, ne idiği belirsiz bir coğrafyada, kim olduklarından kendilerinin dahi pek fazla bilgileri olmayan canlılar arasında buluyoruz kendimizi. Masalsı bir arayış romanı olan Makine Yazı, “Fırtına” olarak adlandırılan bir olayın bin yıl sonrasında geçiyor. Bu olay, dünyada güçlü bir yıkıma yol açmıştır ve geriye çok az insan kalmıştır. Fırtına öncesi dünya, yalnızca hikâyelerden ibarettir artık; söylene söylene gelerek değişikliğe uğrayan, doğruluğundan herkesin şüphe ettiği ama bir yandan da inanmak istediği hikâyeler… Eserimizin baş kahramanı ve aynı zamanda anlatıcısı konumundaki Konuşan Saz da işte bu öykülerle büyüyen biridir. “Fırtına öncesi dünya” onu bir hayli ilgilendirmektedir ve amacı daha fazla bilgi sahibi olmaktır.

Yüksek teknolojilere sahip olduğu söylenen insanlık aynı zamanda “aziz”lere de sahiptir. Konuşan Saz, böylesine sıra dışı teknolojiler içinde yaşayan bir medeniyetin, gelecekte çok az sayıda kalmış mensubu içinde yaşayan biridir ve en büyük amacı da aziz olmaktır. Değişken sınırlara sahip, labirenti andırdığı söylenen “Küçük Belaire” isimli bir yerleşim yerinde yaşayarak geçmişi düşleyen Konuşan Saz, sevdiği kadının peşinden gitmeyi ve yenilikler keşfetmeyi kafasına koyar. “Gerçeği Konuşanlar” olarak adlandırılan bir topluluktan dışarıya, “yeni dünya”nın henüz bilmediği yollarına adım atar ve yolculuk başlar. Aşık olduğu kadın ise “Fısıltı” mezhebine dahildir ve kendilerine “Dr. Boots’un Listesi” ismini veren garip bir toplulukla hareket eder.

“Kadim zamanlarda yalnızca insanlar değil, insanlar üzerinden yaşayan başka topluluklar da vardı, kuşlar, fareler ve böcekler gibi; insanlar gittiğinde onların da hepsi yok olmuştu.”

Konuşan Saz, kendi sınırlarını aşarak belirsiz bir maceraya atılırken, bir yandan da yaşadığı dünyanın içinde benliğini keşfetmeye çabalıyor. Geçmişin izinde geleceğe yönelik adım atan karakterimizin var olan medeniyeti anlamlandırma çabaları da hikâyeye güç katan etmenler arasında. “Melekler” adı verilen ve bulutların üzerinde yaşadığı söylenen canlıların, teknolojik açıdan oldukça gelişmiş olan insanlığın dünyasından bin yıl sonra ilkel bir dünyaya gözlerini açmak elbette bazı açılardan da ürkütücü ve Crowley romanında bunu hissettirmeyi başarıyor ama buna rağmen birçok şeyin de belirsiz kaldığını söylemek mümkün.

John Crowley, sırlarla dolu bir atmosfer yaratıyor ve kurgusunu bu tekinsiz, bilinemez ortamda geliştiriyor. Geleceğin dünyasını onun anlattığı kadar biliyoruz, hatta öyle ki zaman zaman anlatılanlar kafamızı karıştırıyor ve dönüp tam olarak ne okuduğumuzu anlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi. Düz bir romanla karşı karşıya değiliz çünkü, ana karakterin anlattığı bir öyküyü dinlesek de, öykü direkt olarak okura anlatılmıyor. Başka bir karakter dinliyor tüm anlatılanları ve her şey, “faset” adı verilen araçlar aracılığıyla “kristal”lere kaydoluyor. İşte öykünün en can alıcı kısımlarından biri de burası, zira yazar katmanlı bir kurguya imza atıyor. Belki yazarın bunu yaparken yeterince açık olmadığı eleştirilebilir fakat yine de bu bir anlatım tekniği olduğundan, biz okurlara yazarın tercihi olarak görüp saygı duymak düşüyor.

“Oturup hareket eden yaprakların parça parça gösterdiği göğün maviliğine baktım ve ölü olmak üzerine düşündüm.”

Crowley, eserini felsefi bir boyuta da taşıyor aynı zamanda. Karakterlerin birbirleriyle olan diyalogları ve düşünce yapılarıyla zamana, doğaya, geçmişe, geleceğe, felaketlere, insanlığa, teknolojiye, yaşama, ölüme ve tabii ki aşka değiniyor ve kimlik, bilinç, rüya, hayal, melankoli gibi kavramlar üzerinden birtakım sorgulamalara girişiyor. Bilimkurgunun felsefeyle harmanlanışı elbette aklımıza Ursula K. Le Guin, Stanislaw Lem, Ray Bradbury, Isaac Asimov, Arthur C. Clarke, Frank Herbert gibi yazarların eşsiz kurgularını getiriyor. Makine Yazı da bu geleneğin başarılı örnekleri arasına adını yazdırıyor.

Yıldızlar ve oralara gidip dünyaya dönen insanlarla ilgili bir bölümde Stanislaw Lem’e (bakınız: Yıldızlardan Dönüş romanı) ve hayvanların yok olduğu bir dünyayı tasvir ederken Philip K. Dick’e (bakınız: Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? romanı) birer selam gönderen John Crowley’nin yukarıda adı geçen diğer yazarlara da bilimkurgusal bir ruhla bağlı olduğunu söylemek mümkün. Zira Makine Yazı, uzun bir yolculuk olan bilimkurgunun 21. yüzyıldan önceki en sağlam adımlarından biri. Özetle, bol terimli, uzay yolculuklarıyla dolu, robotların yer aldığı bilimkurguları okumaktan hoşlanan okurları felsefi ve çok az detaya dayanan dünyasıyla biraz sıkabileceğini öngördüğüm Makine Yazı, daha çok bilimkurguda “yeni dalga akımı” olarak tabir edilen türde eserler okumaktan zevk alan ve farklı bir okuma yapmak isteyen okurları memnun edecek gibi görünüyor. Karakterlerin melankoliyle yoğrulmuş hayatları da yine “hızlı bilimkurgu” okurlarını tatmin etmeyecek bir diğer etmen.

Yazar: Bahri Doğukan Şahin

1995, Erzurum. Kitap okur, belgesel izler, sinema, felsefe ve bilimkurguyla ilgilenir, öykü yazar. Kayıp Rıhtım'da başladığı yazarlık serüvenine, Fantastik Canavarlar ve Bilimkurgu Kulübü gibi internet sitelerinde ve çeşitli dergilerde devam etmekte. bahridogukan@gmail.com

İlginizi Çekebilir

tanrinin-gozundeki-zerre-kapak

Aynaya Bakarken: Tanrı’nın Gözündeki Zerre

İnsanlık, kendini her şeyin merkezine koydu önce. Uzun bir süre kabul gören bu kibir, kendini …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin