Türkiye’de yayıncılık sektöründe iştigal etmek meşakkatli ve zorlu bir uğraş. Bir kitabı satın aldığımızda pek farkında olmayız ama arka planda onlarca insan o kitabın mevcut haline ulaşması için çaba sarf eder ve geçimini bu yolla sağlar. Sözgelimi çeviri bir eserse, telifin alımından çevirmene ulaşmasına, editörün gözden geçirmesi aşamasından raflara değin taşınmasına kadar pek çok kişiye temas eder, buram buram emeğin izlerini taşır. Bu bağlamda yayın emekçilerinin kültür taşıyıcılığı görevini üstlendikleri de aşikar. Nitekim bilgiyi kaynağından talep edenlerin yaşamlarına değer katmalarını ancak bu tabirle yorumlayabiliriz. Dolayısıyla bir kitap okuyorsak, anlatılan ve anlatan kadar aktaranın da yaşamına dokunuyoruz demektir.
Eksik Parça Yayınları bünyesinde yayımlanan Vahiyci’nin yayım sürecinde de hiç kuşkusuz benzeri bir süreç işlemiştir ve nihayetinde bize ulaşan eserin alt metninde, yaşama dair okumalar yaparken böyle detayları rahatlıkla görebiliriz. Vahiyci’nin yazarı Daryl Gregory’nin yarattığı atmosfer, yalnızca korku güdüsünü ya da merak duygusunu açığa çıkaracak, harekete geçirecek bir anlatıyı beslemiyor; aynı zamanda, hayatın basit ve olağan ile karmaşık ve olağandışıya aynı ölçüde yaklaştığını, yer verdiğini gösteriyor. Kavramları işleyen, etkilerini irdeleyen bu romanın etraflıca incelemesi yazının devamında yer alıyor. Gelgelelim, hem yazarın dehasına hem de böylesi eserleri dilimize kazandıran başta Eksik Parça Yayınları olmak üzere bütün yayıncılık dünyasına teşekkür etmek gerekiyor. Edebiyat iyi ki var!
Not: Yazının devamı sürprizbozan içeriyor.
Daryl Gregory’nin “The Revelator” adıyla yayımlanan son romanı Vahiyci, okura penceresini küçük bir Amerikan kasabasından manzaralarla açıyor. 1933 yılına açılan bu pencerenin karşımıza çıkardığı görüntü ise ilk başta basit ve sade. Cildindeki kırmızı lekelerden ötürü diğer çocuklar tarafından dışlanan ama bu özelliği haricinde sıradan biri olduğunu düşünen Stella, babasıyla birlikte geçirdiği uzunca bir yolculuğun ardından yıllarca dinlediği hikâyelerde bahsi geçen dağa ulaşıyor. Bu dağ, onun zihninde mutluluğa ve tamamlanmaya erişeceği durak. Kendini hazır hissedince babasıyla birlikte dağın hemen yakınlarındaki eski bir ahşap eve giriyor. Böylece Tolstoy’un o ünlü sözü de gerçekleşiyor ve şehre yeni gelen biri “muhteşem hikayeyi” başlatıyor. Eve vardığında, kendisi gibi ama daha solgun izlere sahip Motty ile karşılaşıyor. Bu da kırılma noktalarından birine işaret ediyor. Olay örgüsü bu söz konusu benzerliğin bir kusurdan ziyade ayırt edici özellik, hatta nitelik olabileceğini gösteriyor. Motty ile tanışması yalnızca bir ilk dokunuş.
İkinci dokunuş ise metnin zamanı ele alış biçiminde yatıyor ve sonraki bölümde 1948 yılına geçiş yapılmasıyla kendini gösteriyor. Anlatıda yazar, zamanı kronolojik olarak işlemek yerine her bölümde ileri geri hareketlerle anakronik bir tercihte bulunuyor. Motty ile tanışmayla başlayan hikâye, ona veda eden Stella’nın sonrasında mirasına dair neler yapacağına karar vermesi sürecini işliyor. Böylece yaşanılanların yaşanılacak üzerindeki etkisini düzenli geçişlerle görme imkanına erişiyoruz. Stella ve Motty, Birch Kadınları olarak bilinen bir soyun temsilcileri. Bu tıpkı Yahudilerde olduğu gibi anneden aktarılan ve kırmızı lekelerle kendini belli eden ilahi bir temsil görevi. Ancak burada bahsi geçen ilahi görev, bizi tekinsiz bir mağaranın derinlerine, korkunun eşiklerine dek götürmeye meyyal bir noktada. Tanrısal bir varlık olarak ismi kitabın birçok yerinde Ruhbaba olarak zikredilirken, Vahiyci’nin görevi de bu canlının var olma sebebini diğer canlılara aktarmak. Stella’nın yaşam hikâyesinin iki farklı parçası da bunun üzerine şekilleniyor. Bir bakıma karakterimiz, varoluşunu anlama, anlamlandırma ve kaderini yeniden tayin etme mücadelesi veriyor.
Vahiyci bu noktada belirsiz bir olaylar zincirinin ardındaki sırrın deşifresini içeriyor. Bilhassa Stella’nın merkezinde olduğu tanrısal iletiyi aktarma görevi, diğer Birch Kadınları’nın da yaşamlarıyla bütünleşerek okura sunuluyor. Seçilmiş kişi olmanın getirdiği yüke her biri farklı şekilde tepki veriyor ve arka planda yaşananlar kadınları üstün olarak gösteriyor gibi görünse de, aslında erkek merkezli bir düzenin sürdürüldüğü ve Vahiyci’nin kadın kimliği hasebiyle sanıldığı kadar kutsal görülmediği metnin içinde inceden inceye işleniyor. Motty’nin kızı Lena’nın ve torunu Stella’nın sadece Vahiyci kimlikleri nedeniyle saygı görmeleri, ancak bunun dışında önemsenmemeleri ve Hendrick’in ailenin “erkek” mensubu olarak onlar adına konuşması, Ruhbaba’dan gelenleri onlara dahi göstermeden arzuladığı biçimde kitaplara yazması bu durumun en belirgin göstergeleri olarak karşımıza çıkıyor.
Bütün bunlar göze alındığında kitap, kozmik unsurları yerel meselelerle bağdaştırarak bilimkurgunun en önemli etkenlerinden birine dokunuyor. Bir yanda güçlerinin sınırları kestirilemeyen tekinsiz bir varlık dururken, diğer yanda ise dini değerlerin bireysel etkileri, varlık arayışı ve ırkçılık gibi konular birbirini takip ederek özenle işleniyor. Mevzubahis her şeyi eleştiriye açık gören yazar, değersizleştirme tuzağına düşmeden ya da -başka bir deyişle- kolaycılığa kapılmadan yerleşik ahlak ve kültür anlayışını irdeliyor ve böylece Vahiyci’yle okurun bağ kurmasını kolaylaştırıyor. Zaten en büyük başarısı da bu kurulan bağın merakla birleşerek metinde akıcılığın sağlanması.
Ezcümle, Lovecraftian korkuyu Amerikan kültürüne dair birçok başka unsurla harmanlayan Vahiyci, parçaları maharetle bütüne ulaştırarak okurun merakını sonuna dek canlı tutmayı başarıyor.