Bilimkurgunun Olimpos’unda en yüksekteki tahtlardan birine sahip Philip K. Dick’in 1966 yılında yayımlanan romanı “Now Wait For Last Year”, Alfa Yayınları tarafından geçtiğimiz Ocak ayında “Gelecek Seneyi Bekle” adıyla okurlara sunuldu. Atakan Kamçez’in Türkçeye kazandırdığı roman, PKD’nin diğer eserlerinde de karşımıza çıkan hayal evrenine ait çeşitli enstrümanların bir karnavalı adeta: Simülakrumlar, kopya dünyalar, telepatlar, empatlar, geleceği sezen prekoglar, totaliter bir yönetim, uzaylı ırklarla intergalaktik savaş, paralel gerçeklikler… Romandaki öykünün ana örgüsünü ise kullanan kişinin zamanda yolculuk yapmasını sağlayan JJ-180 adlı bir uyuşturucu maddenin etkileri oluşturuyor. Bir yapay organ nakli cerrahı olan başkahraman Dr. Eric Sweetscent ise ortasında kaldığı bu yıldızlararası savaşı bitirmekle uğraşırken bir yandan da uyuşturucu bağımlısı karısı Kathy ile evliliğinde yaşadığı sorunlara bir çözüm yolu bulmalıdır.
2055 yılında geçen romanda, Terra adı verilen Dünya gezegeni, BM genel sekreteri Gino Molinari tarafından yönetilmektedir. Kimse onu açıkça diktatör olarak niteleyemese de, herkes onun gezegenin diktatörü olduğunu bilmektedir. On yıllar önce imzaladığı sözde Barış Antlaşması ile Terra’yı insansı görünüme sahip Lilistarlılar ile iki metre boyunda, dört kollu ve karıncalara benzeyen böceksi Reegler arasındaki intergalaktik savaşa sokmuştur. Terra bu savaşta Lilistarlıların müttefikidir, bu da gezegenin uzun zamandır hiç bitmeyecekmiş gibi sürekli Reeglerin tehdidi altında kalmasına sebep olmuştur. Lilistarlılar ise bu tehdide karşı müttefiklerini korumak için gezegenin neredeyse her yanına yayılmış, bütün Terra endüstrisi Lilistarlıların savaş çıkarlarına uygun şekilde yeniden yapılandırılmıştır. Bu savaş gezegendeki herkesi hem fiziksel hem psikolojik olarak yıpratmıştır, buna diktatör Molinari dâhil. Acaba Lilistarlılar yerine Reegler ile mi ittifak kurmalıydı insanlık, o zaman her şey daha mı iyi olurdu? Roman bir nevi bu sorunun da cevabının arandığı bir macera.
Eserde, Dünya’da insanlığın kökenine dair kurmaca bir tarih aktarılmakta. Buna göre, Dünya ve Mars gezegeni esasında çok uzun zaman önce Lilistar’ın Alfa Centauri uygarlığından Güneş Sistemi’ne göç eden bir filo tarafından kolonileştirilmiştir. Bu esnada Lilistarlılar ile Reegler arasındaki savaştan ötürü Dünya ve Mars kolonileri ile Lilistarlıların bağlantısı kopmuş, zaman içinde de bu Dünya ve Mars kolonileri arasında büyük bir ölümcül savaş patlak vermiş ve sonunda her iki gezegendeki uygarlık yok olmuş, her şey karanlığa ve barbarlığa gömülmüştür. Terra ise zamanla gelişmiş, bugünkü uygarlık seviyesine ulaşmış, önce kendi uydusu Ay’a insanlı yolculuğu gerçekleştirmiş ve bir gün, kendi ataları olduklarını bilmeden Lilistarlılar ile bağlantı kurmuştur. Bugün Mars’ın durumu göz önünde bulundurulduğunda, bu iki koloni arasındaki geçmiş savaştan Mars’ın daha büyük bir zararla çıktığı akla gelebilir, ama bu tespit yanlış olacaktır. Çünkü romanın yayımlandığı 1966 yılı itibariyle, henüz Mars’a insanlık başarılı bir iniş gerçekleştirmemişti ve PKD de o yıllarda henüz Mars’ın hiçbir hayatın varlığına izin vermeyen bir fiziksel yapıya sahip olduğu bilgisine sahip değildi. Bilindiği üzere, o döneme ait bilimkurgu kurmaca eserlerde Mars’ta yaşayan çeşitli egzotik canlılara rastlayabiliyorduk.
Bu romanda da PKD böylesi egzotik canlılardan birkaçına yer vermiş. Gübreleri oldukça değerli olan Mars yarasaları gibi. Hatta bir tanesi, eğer bu roman bir gün filme çekilirse yönetmeninin kesinlikle bir sahnesinde yer vereceğinden emin olabileceğimiz, kadınların meme uçlarına taktıkları Mars kökenli ilkel ama kendi bilincine sahip ufak bir canlı. Kendi bilinçleri olduğu için etraflarındaki uyaranlara karşı harekete geçen bu canlılar, üstleri çıplak kadınların meme başlarının da davetkâr biçimde sağa sola hareket etmelerini sağlıyor. Başka bir amibimsi Mars canlısı ise, nesneleri birebir kopyalama özelliği sayesinde romanda Terra’daki sanayide önemli bir yere sahip. Bu canlı sayesinde, romanın başkahramanı Dr. Eric Sweetscent’in de başlarda çalıştığı Tijuana Kürk ve Boya Şirketi, Lilistarlılar ile birlikte Reegler’e karşı savaşa girmeden önce yapay kürk işinde epeyce bir servet kazanmıştı. Fakat savaşın başlamasıyla bütün şirketler gibi orası da savaşa yönelik üretime geçmişti. Dr. Eric’in görevi ise, şirketin başkanı Virgil Ackerman’ın özel doktoru olarak onun sürekli tekleyen organik organlarını yeni yapay organlarla değiştirmektir. Bu işte Terra’daki en iyilerden olan Eric, daha sonra gezegenin yöneticisi BM Genel Sekreteri Gino Molinari’nin özel doktorluğuna atanacaktır. Buradaki görevi esnasında ise, ölümün kıyısından sürekli dönen ve hastalıklarıyla boğuşan Molinari’nin eşsiz bir politik deha olduğunu ispatlayan büyük bir sırrını keşfedecektir. Romanı okumayı planlayanlar için elbette ki bu sürprizi açık etmeyelim.
Romanın başlarında geçen, Dr. Eric’in ilk patronu olan Virgil Ackerman’ın “yavrudünyası” Wash-35’ten de bahsetmek gerekiyor. Mars’ta inşa edilen ve Virgil’in çocukluğunu yaşadığı (Sürekli yapay organlar kullandığı için adeta siborglaşan Virgil’in ömrü bir hayli uzamıştır) 1935 yılı Washington şehrinin aslına uygun bir kopyası olan Wash-35, bu haliyle Truman Show filmindeki kasabayı hatırlatıyor. Eric’in eşi Kathy ise Virgil’in bu oldukça masraflı simülasyon kent fantezisi için o döneme ait antika eserleri veya replikalarını temin etmektedir. Wash-35’in tanıtıldığı pasajlarda, PKD’nin diğer pek çok eserinde de karşımıza çıkan simülasyon ve gerçekliğin doğası kavramlarına dair düşündürücü atıflar mevcut. Wash-35’i gezdiği esnada Eric’in aklından, etrafımızın da tıpkı Wash-35 gibi illüzyonlarla çevrili olduğu geçer, yani geçmişin simülasyonları. Mesela canlı bir konser kaydını dinlediğimizde, o konser yıllar önce gerçekleşmiş olduğu halde onun bir kopyasına –ama elbette oldukça eksik bir kopyasına- erişim sağlamış oluruz. Aynı mantaliteyi video kayıtları gibi görsellikler için de genişletebiliriz. Eric ise romanda bu işin kökenini Homeros’a dek götürüyor. “Ozanın teki bir zamanlar olmuş bir savaş üstüne ilk kez bir şeyler mırıldandığında ve o ilk epik ortaya çıktığında (İlyada’yı kast ediyor), illüzyon hayatlarımıza girmişti.” PKD’nin, romanındaki başkahramanına bunu söyleterek verdiği mesaj oldukça çarpıcı. Edebiyat ve sanat aracılığıyla gerçekliğin kopyalarını, simülasyonlarını üretmeye başladık ve devam ediyoruz. Teknoloji geliştikçe de bu kopyalar gerçeğinden gittikçe ayırt edilemez hale geliyorlar. Ve zamanla kopyalar gerçeklerinin yerine geçiyorlar. Neredeyse bütün PKD eserlerinin ana meselesi de zaten hep bu değil mi? Hangi gerçeğin daha gerçek olduğuna dair belirsizlik, bu belirsizlik keşmekeşinde baş etmeye çabalayan kahramanlar…
Elbette bu noktada romanın ana dokusunu oluşturan JJ-180 adlı uyuşturucu maddeden de söz etmeliyiz. Tek bir dozunun bile kullanan kişiyi bağımlı yapmaya yettiği, kendisini karaciğer metabolizmasına bağlayarak oldukça zehirli olan ve maddeyi almaya devam eden kişiyi gerek dış görünüşü gerekse de sağlığı itibariyle her anlamda zamanla çökerten JJ-180, esasında savaşta kullanılmak üzere bir kitle imha silahı olarak tasarlanmış. Düşman güçlerinin su kaynaklarına karıştırılması planlanan JJ-180, galakside Lilistar istihbarat örgütünün kurbanlarını kontrol amacıyla kullanmasıyla da iç piyasalara kontrollü şekilde dağılmaya başlıyor. Maddenin en önemli özelliği ise, yol açtığı zaman bükülmesi sayesinde kullanan kişinin, kendi kontrolü dışında etrafındaki belli bir alanla beraber zamanda geçmişe veya geleceğe gidebilmesi. Maddenin etkisi geçtiğinde kişi eski konumuna ve zamanına dönüyor. JJ-180’i ilk kullanan kişilerden olan Eric’in eşi Kathy’nin otonom taksi içindeyken maddenin etkilerine maruz kalması ve içindeki taksinin yapay zekâ sürücüsüyle beraber yavaş yavaş zamanda kaymasının betimlendiği pasajlar oldukça sinematik. Bilhassa yapay zekânın elektronik devrelerinin zamanda yolculuğa verdiği garip tepkiler, kesinlikle okunmaya değer.
JJ-180, sahip olduğu bu güçlü özellik sayesinde adeta romandaki kızıl elma. PKD, zaman yolculuğu öykülerinin en büyük açmazı olan paradokslardan bu romanda şöyle bir çözümle kurtulmuş: JJ-180, kullanan kişiyi mevcut zamanın geçmişine veya geleceğine değil alternatif paralel gerçekliklerin geçmişine veya geleceğine götürüyor. Fakat ufak değişiklikler olsa da zamanın ilerleyişinin ana istikameti benzer olduğundan, bu farklı gerçekliklerden toplanan istihbaratın ne kadar kıymetli olduğunu tahmin edebilirsiniz. Eric de roman boyunca JJ-180 sayesinde paralel geleceklerden edindiği bilgileri hem savaşın gidişatını hem de kişisel kaderini değiştirmek yönünde kullanmaya çalışacaktır.
Romanı ilerleten ana psikolojik aksiyonlardan birisi de, Eric ile eşi Kathy’nin evliliklerindeki sorunlar. PKD’nin özel hayatıyla beraber düşünüldüğünde bu sorunlar daha da önem kazanıyor. Kathy pek çok açıdan PKD’nin gerçek hayattaki üçüncü karısı Anne R. Dick’ten izler taşıyor, daha doğrusu PKD’nin algı dünyasındaki izleriyle. “Gelecek Seneyi Bekle” romanı da zaten Anne R. Dick ile evlilikleri döneminde yazılmış. Mesela romanda bir pasajda, kendisiyle sevişmek yerine müzik kasetleriyle ilgilenen Eric’i gizli bir eşcinsel olmakla itham ediyor Kathy. Romandaki bir karakter olarak Kathy son derece acımasız olarak resmedilmiş, Eric’i sürekli aşağılıyor. Kocasının ondan düşük maaş almasını sürekli yüzüne vuruyor. Onu incitmek için Eric’ten saklamadan başka erkeklerle beraber oluyor, uyuşturucu kullanıyor vb. Romanda Kathy’nin uyuşturucu bağımlılığının sonucunda bir kliniğe kapatılması da söz konusu. Gerçek yaşamlarında da Anne R. Dick de bir ara, PKD’nin başvurusu üzerine akıl hastanesinde bir süre gözetim altında tutuluyor. (O yıllarda bir kocanın başvurusu ve tanıdık bir doktorun imzası kadınları akıl hastanesine kapatmaya yetiyormuş.) Kısacası, Anne R. Dick’in kaleme aldığı ve PKD ile beraber yaşadığı, rüya gibi başlayıp kâbus gibi biten yıllarını anlattığı, yine Alfa yayınlarından çıkan “Philip K. Dick’in Peşinde” adlı biyografi kitabında paylaşılanları anımsatan olayların benzerleri, bu romanda Eric ile Kathy arasında karşımıza çıkıyor. Fakat roller, Anne R. Dick’in kaleminden aktarılanlarla karşılaştırıldığında yer yer ters yüz edilmiş gibi.
“Gelecek Seneyi Bekle”, gerçeklikle bir oyuncak gibi oynamayı seven PKD’nin hayal bohçasında sahip olduğu kavramları bolca ortaya serdiği önemli bir eser. Kitabı okuduğunuzda, acaba gerek kendi kişisel hayatlarımızda gerekse de devletlerin tarihinde alternatif paralel gerçekliklerin bilgisine sahip olunsaydı her şey acaba nasıl daha farklı olurdu diye düşünmeden edemiyorsunuz. Şüphesiz romanın yazarı olarak PKD’nin zihninde de, romanı kaleme aldığı dönem itibariyle Soğuk Savaş büyük etkiye sahip. Hiç bitmeyecekmiş gibi devam eden, herkesi psikolojik anlamda yıpratan, her şey nükleer bir kıyametle mi sonuçlanacak endişesinin hâkim olduğu, insanların birbirlerine paranoyakça bir şüpheyle yaklaştığı zor zamanlar. Böyle bir korku atmosferinde, alternatif ittifakların olası sonuçları, barışın mümkün olduğu alternatif geleceklerin nasıl inşa edildiğine dair bir bilgi ne kadar da rahatlatıcı olurdu. İşte romandaki JJ-180 de bu dileğin bir metaforu gibi. İnsanın kadim dürtüsü geleceği bilme arzusunun bir sembolü.
Belki de bu yüzden, roman Türkçeye çevrilirken başlıkta yapılan tercih, PKD’nin orijinal tercihinin karşılığı olan “Geçmiş Seneyi Bekle”den farklı olarak “Gelecek Seneyi Bekle”, ana öykünün yarattığı hissiyata aslından daha uygun olmuş diyebiliriz. (Aslından daha gerçek kopyaların cirit attığı PKD kurmaca evrenlerini anımsatırcasına) Her zaman “gelecek seneyi” bekliyoruz, neler getireceğini bilmeden. Henüz bildiğimiz kadarıyla aramızda prekoglar evrilmediğine göre, JJ-180 ile geleceğe şöyle bir göz atmak hiç de fena olmazdı, değil mi? Fakat bağımlılık yapıcı etkisinden endişe etmemize gerek yok. Çünkü –romandan iyi bir haber- , alternatif geleceklerden birinde JJ-180’in panzehiri de mevcut.