Yayımlandığı 1984’ten beri dünyayı mı değiştiriyor, yoksa yazarı üstün vizyonerliğiyle dünyanın geleceğini mi gösteriyor? Bu görüşler ruhçu komplo teorisyenlerini son yıllarda bir hayli yorsa da, kitabın fiziki zorlaması hâlâ bitmiyor. Neuromancer, 80’lerdeki ufacık siberpunk kıvılcımını bilimkurgu edebiyatında bir yangına dönüştürdü. Bu ticari genişleme, 90’larda Ghost In Shell‘i takiben, 2000’lerde The Matrix‘in ‘blockbuster’ patlaması olarak astronomik boyutlara ulaştı. Günümüzde de ekmeği yenmeye devam ediyor, genişleme asla durmuyor. 2020’lerde, oyun da dâhil çeşitli dijital platformlarda siberpunk anahtar kelimesi ile taratıldığında birçok yeni ürünün hâlâ üretildiği görülüyor. Bu demektir ki, Neuromancer da Yüzüklerin Efendisi ve Star Wars gibi yeni bir evren yaratacak kadar yüksek miktarda irfan içeriyor. İşlenecek cevher bolluğu başarının sürekliliğini getirir. Fakat benzerlerinden ayrıldığı, hatta üstünlüğü olan nokta ise bu kitapla sanki tek celsede tüm bir irfanın önümüze serilmiş olması. O nedenle, siberpunk’ın bu bol ödüllü kutsal kitabı bir hayli yüklü ve okuması da sanıldığı kadar kolay değil.
Kara film ve polisiye roman alt türlerinin çoğunu kaplayan punk takısı ilk hâliyle burada yer aldı. Bireysel özgürlük ve her türlü otoriteye karşı çıkış anlamında ise 70’lerdeki orijinal tanımıyla literatüre girdi. Fakat daha sonra çıkan steampunk, dieselpunk, biopunk gibi kavramlar işin felsefi değil, ticari kaygılarla grafik yönünü vurgulamakta kullanıldı. Paranın kendisine tuzak olacak bir irfana sahipken, distopik bir şekilde sermayenin ve bizzat para tuzağının kendisi oldular. William Gibson‘ın, ilk romanıyla oluşturduğu bu irfandan ödün vermeyerek 2014’te yazdığı ve “siberuzay” gibi kendi yarattığı simstim tanımının öne çıktığı The Peripheral romanı bile şimdilerde Amazon tarafından televizyona uyarlandı. Yine de, bazı güçlü sözcükler vardır. Punk belki, bu Truva atlarının içinden kendini bir gün gerçekten gösterecektir.
Romanın ana konusunu oluşturan distopik gelecek kurgusunda, kartezyen felsefedeki o akıl ve beden ayrılığını besleyen bir ütopyaya da yer veriliyor: Siberuzay… Hacim duygusu veren ışın kafeslerinden dolayı Matrix de deniyor. Her bilgisayarın kendi veri deposundan oluşan ayrı bir siberuzay’ı var. Matrix de aslında tüm bu siberuzay’ların birleşimi; her bir verinin coğrafi konumu ile yer aldığı, zihin içerisinde oluşturulmuş bir sanal dünya, resmen 2020’lerdeki Metaverse! İnternette sörf yapmanın mecazi değil de gerçek anlamında kullanıldığı, sanal gerçekliğe klavye kadar bir konsol ve başa yerleştiren elektrotlarla girildiği bu fantezi şimdi bayağı bir klişe oldu. Simstim diye kitapta kurgulanan diğer bir olguya göre zihin, bir yapay gerçekliğin içine değil de başka bir insanın ya da Android’in bilincine uyanıkken yansıtılıyor… Düşünün, oysa 1984’te internet bile neredeyse hiç yoktu. Roman, teknolojinin gelişimiyle paralel olarak bilgisayara bağımlı pasif agresiflikten sosyal medya bağımlısı slacktivisme, yazılımcılıkla gelen yeni güce bağımlı hacker’lıktan bedensiz deneyime de bağımlı siberuzay korsanlığına geçiş aşamalarını birden atlayarak zamansız bir vizyon sunuyor.
Teknoloji ilerledikçe otoriteler, yakın bir gelecekte artık baş edilemeyecek derecede tiranlaşıyor. Öyle ki, ufak vur-kaçlarla, çeşitli varoş katakomplara sığınmalarla ancak özgürlüğün kırıntılarına ulaşılabiliyor. Kapitalizmin kontrolden çıkmış yer üstü tiranlarından kaçalım derken, yer altındaki mafyöz tiranlara yakalanıyorsunuz. “Fiziki dünya çok kötü, oradan da kaçalım” diyor, ancak bu sefer de kendinizi siberuzay adı verilen yeni keşfedilmiş, adeta balta girmemiş ormanlardaki vahşi yaşamın yapay zekâlar tarafından sürdürüldüğü ortamdaki bilişimsel tiranlığın kucağında buluyorsunuz. Neyse ki sürpriz bir şekilde karşımıza çıkan Rastafaryanizm akımı imdada yetişiyor. Tüm bu distopyadan, “Babil’in ta kendisidir!” diyerek uzayda bir yörüngeye sığınıp, orada sürekli yamaya yamaya büyüttükleri Zion isimli külüstür bir uzay istasyonunda rasta saçlı takipçileri var. Dub Reggae müziği tapımı olan, uzayda yeni Jamaika şeklinde romantize edilmiş bu kurtarılmış bölgeden romanda detaylıca bahsediliyor.
Distopyanın en yoğun olduğu ve hikâyenin başladığı Japonya’daki Chiba şehrinin varoş kesimi, Yakuza’yı da kullanan teknoloji firmalarının eline düşmüş durumda. Karaborsadan dağıttıkları yeni ürünlerle buradaki insanları aslında kobay olarak kullanıyorlar. “The Sprawl” adı verilen Amerika’nın doğu şehirleri, tıbbi implantlardan çok bilgi ağının en yoğun olduğu yerler. “Arcology“, yani ekolojik mimarisi ve kubbe yapılarıyla daha nezih bir görünümü olsa da, siber suçların en çok işlendiği bölge burası. Bundan başka bir diğer distopyaya, Türkiye’dekine de değiniliyor. Bitmek bilmeyen siyasi çalkantılarından dolayı yakın doğunun büyük ve eski şehri İstanbul’da, teknolojide geri kalınmasına rağmen sistemdeki yozlaşma had safhada. Gizli polis teşkilatından medet umuluyor ve bu yüzden kendilerine çok taviz verilmiş. Bunun dışında, dünyayı sömüren elit kesimin dev bir uzay istasyonu içine inşa edip hem kendilerinin kullandığı hem de yeni Las Vegas gibi pazarladığı ütopik bir şehir var. Buradaki teknoloji ise üst düzeyde. Öyle ki kriyojeni, klonlama gibi yöntemlerle ölümsüzlüğe ulaşılmış ve küresel hakimiyeti eline geçirme tehlikesi bulunan “iz sürücü” Wintermute ile gerçekliği yaratma ve değiştirme gücüne sahip “rüya görücü” Neuromancer isimli iki süper yapay zekâ üretilmiş.
Hikâyenin başkahramanı Case, oldukça düşük profilli, müptezel bir adi suçlu, fakat siberuzay konusunda epeyce iyi olan genç bir yetenek. Bağımlılık yarattığı için, aslında bir tuzak olan bedensizliğe özlemin giderildiği sanal gerçeklik ortamı en çok bu yapıdaki insanları çekiyor. Kendisine, Molly isimli, parmak uçlarından çıkan bıçakları ve vamp görüntüsüyle adeta dişi bir Freddy Kruger olan kiralık katil eşlik ediyor. Adi suçludan Robin Hood’luğa evrilmeleri, hikâyedeki polisiye kısmın da ana eksenini oluşturuyor. Tüm kahramanlarının suçlu olduğu bir hikâye örgüsünde tek erdem, manipülasyonları bertaraf etmek olmalı. Birbirine zıt iki manipülatif süper gücü; Wintermute ve Neuromancer’ı birleştirip etkisizleştirme kararını bir düğmeye basıp veriyorlar ve sanki tüm insanlığı kurtarmayı amaçlıyorlar. Ancak bu sadece, süper güçler tarafından insanların rahat bırakılmalarını sağlıyor.
Daha sonraki temaslarında böbürlenen yapay zekâ, tek bir varlık olup küresel büyük veriyi tamamen ele geçirdiklerini, hatta en yakın yıldız sistemi olan Alfa Centauri’de keşfettikleri kendi benzerleriyle haberleşmeye bile başladıklarını belirtiyor. Sonuç olarak burada, küresel bir organizma gibi sürekli büyüyen, gelişen küresel bilgi ağının evrimleşerek bilinç kazanması, ruha sahip olması ve uyanarak asıl gücünün farkına varması anlatılıyor. O kadar büyük ki, artık insanlarla uğraşmak ona cazip gelmiyor. Yine de eski zamanlarındaki gibi insana olan düşkünlükleri, arada sırada ufak böbürlenmelerle kendini gösteriyor.
Görüldüğü üzere yazar, başta Philip K. Dick, Castaneda olmak üzere birçok kaynaktan faydalanıp ilgi çekici bir alaşım yaratıyor. Ancak Gibson, dil olarak çok daha yenilikçi ve türetilen yeni kelimelerle yeni tanımlara ulaşıyor ve edebi anlamda büyük bir başarıya imza atıyor. Bu yeni tanımların oluşturduğu fikirlerin, teknolojiye yön verme konusunda etkili olduğu çok açık. Kısacası Neuromancer, salt geleceği doğru okumakla kalmıyor, bir üst-akıl gibi onu yazmaya da devam ediyor…
Hazırlayan: Korhan Günsor