Feminist Bir Distopya: Yıldız Lejyonları

Feminist bilimkurgu janrının dikkat çeken yeteneklerinden Kameron Hurley’in 2017’de yayımlanan Yıldız Lejyonları (The Stars Are Legion) romanı, Eksik Parça Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılarak 2018’de okurlara sunuldu. Çevirisini Ayhan Semih Koç’un, editörlüğünü Kürşad Kızıltuğ’un, son okumasını ise Demet Çaltepe’nin yaptığı romana dair izlenimlerimi ve neden “feminist distopya” başlığını uygun gördüğümü açıklamadan önce, Türkiye’deki okurlarla ilk kez Yıldız Lejyonları ile buluşan Kameron Hurley’in diğer eserlerine değinelim:

Daha evvelki çalışmalarıyla da bilimkurgunun en saygın ödüllerini kazanan (“The Geek Feminist Revolution” / “İnek -Çalışkan Ama Antisosyal anlamında- Feminist Devrim” ile 2017’de BSFA -British Science Fiction Association- ve Locus ödülleri, aynı kitapta yer alan ve tarihteki kadın mücadelelerini anlatan “We Have Always Fought” / “Hep Mücadele Ettik” denemesi ile 2013’te Hugo En İyi İlgili Çalışma ödülü)  veya bu ödüllere aday gösterilen (Yıldız Lejyonları ile 2018’de John W. Campbell ödülüne, “God’s War” / “Tanrının Savaşı” ile 2013’te Arthur C. Clarke, BSFA ve 2012’de Nebula ve Locus ödüllerine) (1) Kameron Hurley’in diğer eserlerini şöyle sıralayabiliriz:

The Worldbreaker Saga / Dünya Kırıcı Destanı serisi içindeki “The Broken Heavens” / “Kırık Gökler”, “The Mirror Empire” / “Ayna İmparatorluk” ve “Empire Ascendant” / “Yükselen İmparatorluk”; Tanrının Savaşı üçlemesinin diğer iki romanı “Infidel” / “Kâfir” ve “Rapture” / “Tutsaklık”. (2) Hurley’nin yayımlanan romanlarının temalarında savaş ve tutku başat faktörler olarak göze çarparken, kaleminin bilimkurgu ile fantezinin sınırlarında gezindiğini söyleyebiliriz. Yıldız Lejyonları romanındaki kompozisyonda da aynı özellik göze çarpıyor.

Yıldız Lejyonları, evrenin bir başka köşesinde geçen bir uzay operası. Fakat Hurley’in feminist dokunuşuyla romanda, bir uzay operasında görmeye alışık olduğumuz unsurlar başkalaşıma uğramış. Genellikle erkek egemen ve seksist karakteristik özellikleri barındıran bir alt tür olarak kodlanan diğer uzay operalarından farklı olarak Yıldız Lejyonları’nda karşımıza çıkan bütün karakterler kadın. Hayır, bir zamanlar erkekler varmış da bu “uzay amazonları” tarafından yok edilmemişler. Romandaki kurgusal evrende “erkek”, bir cinsiyet türü olarak hiç var olmamış, bilinmiyor, yok. Hal böyle olunca, karakterler arasındaki duygusal ve cinsel yakınlaşmaların tamamı –bizim dünyamızın ezberlerine göre- lezbiyen bir duyuya sahip. Bu tematik tercihiyle Hurley bir nevi, Ursula K. Le Guin’in çığır açan şaheseri “Karanlığın Sol Eli”nin izinden gidiyor. O romanında nasıl Le Guin “hermafrodit” – “çift cinsiyetli” ve dönemsel olarak kadın-erkek olabilen uzaylı karakterler yarattıysa, Hurley de Yıldız Lejyonlarında biyolojileri itibariyle tek başlarına doğurabilen tek cinsiyetli bir uzaylı ırk yaratmış.

Bu uzaylıların dünyasında her şey kadınlar tarafından doğrularak vücut buluyor, aynı zamanda dev birer uzay gemisi olan gezegenler bile. Kadınlar rahim takası da yapabiliyorlar,  böylece doğuramayan kız kardeşleri de –bir lejyonda herkes birbiriyle kız kardeş- hayat verme yeteneğine sahip olabiliyor. Yani taşıyıcı annelik bu dünyalarda sıradan bir olgu. Gezegen gemilerin içlerindeki katman katman ekosistemlerle beraber bütün nesneler neredeyse tamamen organik. Uzay boşluğunda bindikleri küçük uzay taşıtları, mekanik olmaktan ziyade hasar aldıklarında kanayan canlı birer hayvan adeta –tıpkı Battlestar Galactica’daki Cylon gemileri gibi-. Cins isim olarak dünya ile eş anlamlı uzay gemilerinin duvarları nefes alıp veren, içinde kablolar yerine damarlar bulunan, üzerlerine bir şey döküldüğünde bunu bir besin gibi emip bünyesinde özümseyen biyolojik varlıklar. “Lejyonlar” olarak da anılan bu dünyalarda kadınlar, istemsiz şekilde dünyalarının neye ihtiyacı varsa o malzemeyi doğuruyorlar, örneğin dişli çarklar veya benzeri yedek parçalar. Gözetleyen elektronik kameralar yerine organik gözler var, kapılar geminin etinde bıçakla açılan yarıklardan oluşuyor. Bu gemilerde hiçbir şey israf olmuyor, ölen –veya infaz edilen- herkes geri dönüşüm katmanına gönderiliyor ve uzuvları, hücreleri geminin bir parçası oluyor. Aslında romandaki bu kurgu evrende bu süreç abartılı ve kanlı tasvirlerle sunulsa da, bizim kendi dünyamızda da süreç çok farklı işlemiyor. Öldüğümüzde toprağa karışıyoruz, sonra topraktan çıkan bitki gıdalar yoluyla dünyadaki hayvanların vücudu tarafından özümseniyoruz, bir zamanlar bedenimizi oluşturan atomlar pekâlâ da bir hayvanın veya bir başka insanın dışkısı olarak yeniden toprağa dönebiliyor, soluk alıp vermemizle havaya karışıyor ve tekrar bir başkasının atomlarını soluyoruz vb. Kısacası geri dönüşüm evrenin her yerinde tabiatın esasını oluşturuyor.

Her canlı gibi, lejyonlar / gezegenler de ölüme mahkûm ve yaşlılık belirtilerini çeperlerindeki kanser yaraları ve çürümeye yüz tutan etten kaplamalarıyla gösteriyorlar. Ölmekte olan dünyalar, farklı lejyon grupları arasındaki kaynak savaşlarını da tetikliyor. Romanda birbirleriyle mücadele halinde olan iki ana lejyon mevcut: Katazyrna ve Bhavaja. Her lejyonu başlarındaki bir savaş lordu –kadın lortlar elbette- idare ediyor ve ikisinin de ana hedefi, henüz tazeliğini –ve dolayısıyla canlılığını- kaybetmeyen Mokshi gezegeni. Mokshi’ye sahip olan diğer bütün lejyonlara da sahip olabilecek. Mokshi’nin ayırt edici tekil özelliği, kendi bağımsız yörüngesine sahip olabildiğinden, istediği yere gidebilmesi ve bu yönüyle oldukça cazibedar. Her bir bölümün başında önce, esrarengiz “Lord Mokshi”nin “Lejyon Yıllıkları” adı verilen günceden aforizma gibi, kimisi bir hayli politik cümlelerini okuyoruz. Bu aforizma cümleler için, sıradaki bölümün ana fikrini özetleyen ifadeler denilebilir. Mesela şu cümleyi her diktatör çerçeveletip ofisinin duvarına asmalı: “Hakiki güç, sizden korkanları sizi umutsuzca sever hâle dönüştürebilmektir.” Romanın sonlarına doğru elbette Lord Mokshi’nin gerçekte kim olduğu da açığa çıkıyor.

Romandaki iki ana karakter, Zan ve Jayd adlı, birbirlerine nefretle karışık bir aşkla bağlı iki kadın. Romanın bölümleri de zaten, kâh Zan’ın kâh Jayd’ın birinci tekil şimdiki zaman anlatımlarıyla ilerliyor. Hurley’in anlatıdaki bu tercihi, romana hoş bir dinamizm katmış. Bir bölümde olayları Zan’ın bakış açısından öğrenirken diğer bir bölümde Jayd’ın anlatımlarıyla olay örgüsündeki eksik parçalar yerine oturuyor. Romanın başlangıcında, Zan’ın hafızasını yitirdiğini ve geri dönüşümden geri geldiğini anlıyoruz. Geçmişi, kimliği, aidiyeti, kısacası her şeyi silinmiş. (Tarihinden arınmış bir kadın imgesini çağrıştırıyor, bir tabula rasa/boş levha) Jayd Zan’la beraber ortak geçmişleri hakkında bilgi sahibi ama Zan’ın sözde “iyiliği için” gerçekleri ondan bilinçli olarak saklıyor. Zaten romana göre Zan ile Jayd’ın gizli planları için böyle olması lazım. Gizli planın nihai hedefi, Mokshi gezegenini ele geçirmek. Bunu en başından beri okurlar olarak biliyoruz ama tıpkı Matrix filmindeki Kâhin’in dediği gibi, “Yolu bilmekle o yolda yürümek arasında fark vardır.”  Bütün bir roman zaten, hafızasını ve kimliğini yitiren Zan’ın kendi tarihini ve kendisini bulmasının öyküsü. Ve Joseph Campbell’ın “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” klasik eserinde anlattığı bir kahramanın olgunlaşma aşamalarının aynısını Zan da yaşıyor.

Çağrı, yolculuk –gezegen katmanları arasında- , yardım edenlerle karşılaşma, engelleri aşma, düşmanla yüzleşme ve dönüşüm. Heraklitos’un “aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” deyişini hatırlatırcasına, sayısız kez geri dönüşümden kurtulup Mokshi’ye saldırsa da, her bir yolculuktaki Zan aynı Zan değildir. Başkalaşır, dönüşür, kadınlık hallerinin farklı yanlarını yaşar, ihaneti ve sevgiyi tadar, hayal kırıklıklarının onu öldürmekten ziyade daha güçlü kılmasına izin verir… Hatırlayabildiği tek anısı olan, uzay boşluğuna kendi bedeninden bir canlı parçasını fırlatmasıyla başlayan uzun serüveni –kürtaj göndermesi çok açık değil mi?- Jayd ile beraber başardığı, yeni bir dünyanın doğumuyla son bulur. Yoksa her şey aslında henüz yeni mi başlamaktadır? Bu serüveninde, geri dönüşüm katmanından itibaren çeşitli dünya seviyelerinde karşısına çıkıp yanında onunla birlikte yolculuğa katılan yardımcılarının her biri de farklı kadınlık hallerinin birer simgesidir. Mucit, anne, katil –aslında her birisi “tabiat ana” tabiriyle feminenleştirilen aynı doğanın farklı yüzleri değil midir? Mesela, romanda Zan’ın geri dönüşüm çöplüğünde tanıştığı ve oradan çıkmasına yardım eden, mutant olarak doğduğu için herkesçe dışlanan –mutantlar, Yıldız Lejyonları kurmaca evrenindeki ötekileri simgeliyor, romandaki ifadeyle “yanlış” doğanları- Das Muni karakteri, kendi doğurduğu yavrularını yemektedir. Tıpkı tabiatın kendisi gibi. Bir gün bütün canlılar, tabiat ananın topraktan yutağının dibini boylamıyor mu?

Yıldız Lejyonları romanının, Hurley’in diğer romanları gibi bilimkurgu ve fantezi sınırları arasında gelgitleri olduğunu ima etmiştim. Esasında romanda fantezi olarak algılanabilecek unsurlar, kullanılan kavramlardan ötürü öyle düşündürüyor. Fakat yüzeysel bir bakış atmak yerine metin biraz kazıldığında, aslında romanın bilimkurgu ekseninden sapmadığı anlaşılıyor. Cadılar örneğin, lejyonların bulunduğu yıldız sistemindeki yoğun radyasyondan ötürü şekil bozukluğuna uğrayan mutantlar, dünya seviyelerinden birinde karşılaştıkları devler ise, topraktan salgılanan bir sıvının etkisiyle –büyüme hormonu olarak da pekâlâ kabul edilebilir- organları büyüyen bedenler. Bazı yerlerde geçen cin, ruh, tanrı vb. kavramsallaştırmalar ise bir fantezi romanından beklenen asıl kimlikler değil, bizden çok farklı uzaylı bir halkın mitolojik inanç göndermelerinden ibaret. Üstelik Arthur C. Clarke’in meşhur ifadesini unutmayalım: “Yeterince gelişmiş bir bilim ve teknolojiyi büyüden ayırt etmek imkânsızdır.” Bu yüzden, romanı değerlendirirken Yıldız Lejyonları’nda yer bulan organik yapıların ve garip yaratıkların, uzaydaki başka bir gezegenler sisteminde farklı bir evrim tarihi geçirmiş, farklı genetiklere ve yaşam için gerekli farklı yapı taşlarına sahip varlıklar olduğu gerçeğini ıskalamamak gerekiyor. Romanda, sihirli bir işlevi var gibi düşündürmeye belki en yakın olan şey, uğruna cinayetlerin işlendiği “metalik kol” ise, sahibi olup takan kişiye Mokshi gezegeninin kodlamasını değiştirme gücü veren fiziksel bir kontrol paneli aslında.

Yıldız Lejyonları romanının feminist karakteri, gönderme yaptığı çeşitli kadınlık durumlarıyla bariz. Fakat romanı karanlık, hatta yer yer distopik bir atmosfere büründüren unsurlar da düşündürücü. Romanı okuduğumuzda, sadece kadınların kontrol ettiği bir sistemde de, şiddet, savaş, ezilmişlik gibi insanlık hallerinin son bulmamış olduğunu görüyoruz. Savaş lortları kadınlar son derece acımasız, kendilerine karşı çıkanları geri dönüşümde korkunç bir sona mahkûm edecek kadar. Gezegendeki bütün kadınların kız kardeş olması, bazılarının daha sefil bir yaşam sürmesini engelleyememiş. Bu unsurlara yer vererek Hurley, ana akım feminizmden başka bir konumda durduğunun işaretini veriyor gibi. –Ya da bu benim sadece erkekçe bakış açım- . Şiddet ve savaş gibi erkek egemen sistemle özdeşleştirilen kavramlar, erkeklerin ontolojik anlamda hiç var olmadığı ve salt kadınlardan müteşekkil bir kurgusal evrende de mevcut. Demek ki, şiddeti yaratan dinamikler biyolojik farklılıkların ötesinde, farklı toplumsal yapıların üzerinde yükseliyor. Bu toplumsal yapıların erkeklerin lehine olduğu şüphesiz, fakat sistemin temel zihniyetinde bir şeyler değiştirilmediği müddetçe iktidar gücü sadece kadınların elinde de yozlaşmakta, hiyerarşik despotizmle sonuçlanmakta. Marks’tan beri de biliyoruz ki, zihniyetin üzerinde filizlendiği ekonomik altyapıda köklü kırılmalar yaşanmadan değişim ve dönüşüm çok yavaş gerçekleşiyor. Romanda, bazı karakterlerin ağzından böylesi sınıfsal tespitlere rastlıyoruz:

“Acaba yukarıdaki tarlaları kim işliyor? Elbette ki gösterişli cübbeleri içindeki bu kadınlar değil. Mutantlar olabilir mi? Eğer pisliği görmezseniz, çok dikkatle bakmazsanız, barışçıl ve mükemmel bir toplum aslında! Belki de her toplum tüm katmanlarını soyup en alttaki şeye baktığınızda bir ütopyadır. (sayfa 270)”

“Kim bir hiyerarşi içinde yaşamak ister ki? Hiyerarşi içinde yaşamak zorunda kaldığınızda, birileri her zaman en dipte olmak zorundadır. Birileri ben daha fazlasına sahip olayım diye acı çekiyorsa, asla rahat bir şekilde yaşayamam. (sayfa 292)”

Sonuç olarak, Kameron Hurley’in Yıldız Lejyonları, fazlasıyla kanlı bir roman, ama kanın aynı zamanda bir hayat sıvısı ve her biyolojik kadının erginleşmesinin aylık göstergesi olduğunu unutturmayan. Nesneler dâhil her şeyin doğum yoluyla hayata geldiği bir roman, ama doğuramayanlar için rahimlerin değiş tokuş edilebildiği, yani hayat gücünü isterse herkesin taşıyabildiği –bizim dünyamızda biyolojik kadın olmasa da zihinsel anlamda kadın olan trans kimliklere bir selam mı?- bir evreni anlatan. Ölümün gezegen çapında sadece bir geri dönüşüm meselesi olduğunu hatırlatan bir roman, ki bu durumda ölüm ve doğum da eşitlenmiş oluyor. Karakterleri, feminist bir distopyanın bağrında bir ütopyayı “doğurmak için” mücadele eden kadınlar. Ve her doğum gibi, bu doğum da sancısız gerçekleşmiyor. Hurley, bu sancılı yolculuğu göstererek bizlere özgürlüğe giden yolun kadından ve yaşamdan geçtiğini anlatıyor.

Dipnotlar:

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

The-Pod-Generation

Kapsül Nesli: The Pod Generation

Sophie Barthes’ın yönetmenliğini üstlendiği The Pod Generation, yakın gelecekteki insan üremesini merkezine alıyor. Game of …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin