cocuklugun-sonu

Çocukluğun Sonu Romanına Felsefi Bir Bakış

Covid-19 salgını ikinci dünya savaşından bugüne insanlığın kendi başına açtığı en büyük küresel felakettir. Her an dünyanın her ülkesinde, başta en zengin devletlerde olmak üzere, sayısız insan virüs nedeniyle ölmektedir. Çünkü dünya henüz insanlığın evi değil, rekabet ve savaş alanıdır. “Bireysel bir karşıtlık (Hobbesçi) anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında” (Marx, 1993, s. 30). Peki, insanlığın kendini yok etme pahasına sürdürdüğü rekabetin ve savaşın “toplumsal varlık koşulları” nasıl değişecektir? Bu konuda genel kanı insanların bunu kendi başına yapamayacağı yönündedir.

Bundan dolayı insanların çoğu kurtuluş umudunu dışarıdan gelecek doğaüstü bir güce ve dünya-dışı güçlere bağlamaktadır. Doğa-üstü güce inananların dinle, mistisizmle; dünya-dışı güçlere inananların ise bilimle, bilimkurgu ile ilgili oldukları aşikar. Bu makalede, bilimkurgu yönüyle ilgilecek ve bilimkurgunun “üç büyük yazar”ından biri olarak kabul edilen Arthur C. Clarke‘ın “uzaylı literatüründe bir klasik” ve “en başarılı romanı” olan Çocukluğun Sonu romanını ele alacağız. Çünkü bu romanda Clarke, ikinci dünya savaşını yaşamış ve soğuk savaşı deneyimleyen bir mucit olarak “insanlığın kendini yok etmesini engelleyecek” ve “altın çağını” başlatacak şeyin ne olduğunu ve varsayımının sonuçlarının ne olabileceğini bilimkurgu açısından ele almıştır.

Arthur C. Clarke Hakkında

Arthur C. Clarke

İngiliz yazar Arthur C. Clarke, (1917-2008) için bilim ve bilimkurgu büyük bir tutkudur. Çocukken başlamıştır gökyüzünü gözlemlemeye ve eski Amerikan bilimkurgu dergilerini okumaktan büyük keyif almaya. Clarke zengin bir aile çocuğu değildir; liseyi bitirdikten sonra başladığı Richard Huish Üniversitesi masraflarını karşılamakta zorlanınca okul yurdunda denetçi olarak işe başlamıştır. Ama bilimle ve bilimkurgu ile bağı hiç kopmamıştır.

1930’larda, “büyük burhan” dan sonra kısa öykülerle bilimkurgu yazarlığına adımını atmıştır. İkinci dünya savaşı sırasında, İngiliz hava kuvvetleri bünyesinde radar teknisyeni olmuştur ve “erken radar uyarı sistemi” projesinde görev almıştır. Savaşın ardından girdiği King’s College’ın matematik ve fizik bölümünü birincilikle bitirmiştir. İngiliz Gezegenlerarası Topluluğu’na katılmış, yöneticilik yapmış ve dünyayı çevreleyen telekomünikasyon uydu ağının oluşturulması için gerekli geostasyonel uydu fikrini ilk o öne sürmüştür.

Clarke ve Spinoza

arthur-c-clarke

Arthur C. Clarke, kıta felsefesinin (bilinemezcilik) tersine Spinozacı felsefeye daha yakındır. Spinoza gibi o da evreni bir zorunlu bağlantılar sistemi olarak görür ve  “bilgiye giden her yol Tanrıya veya gerçeğe giden yoldur.” Spinoza da “erdemin ilkesi insanın kendi varlığını koruması için çaba harcamasıdır, üstün mutluluk insanın kendi varlığını korumasından ibarettir” (Spinoza, 2011,s.212), ama vahiy dinleri tam tersine insanları kendilerini tanrılarına adamalarını ve feda etmelerini buyurmaktadır.

Bu nedenle Clarke için “insanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir.” Bu görüşüne uygun olarak o vahiy dinlerini (ret eder ve köpeğine İngiltere Kilisesi yerine Panteist tasması taktırır. Panteizm de öteki dünya diye bir şey olmadığından Clarke, “Tanrıya veya ölümden sonraki hayata” inanmaz.

Soğuk Savaş ve Çocukluk

Cocuklugun-Sonu

Arthur C. Clarke, Çocukluğun Sonu romanını 1953 yılında yazmıştır; yani Soğuk Savaş sürecinde. Clarke, bu kitap fikrini 1946’da (İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden sonra) yazdığı “Koruyucu Melek” adlı kısa hikâyeden alır. Daha sonra 1952’de bu fikrini genişletir ve “Dünya ve Hükümdarları” adıyla kitabın ilk bölümünü oluşturur. Kitap 1953 yılında bitirilir ve “Çocukluğun Sonu” adıyla yayımlanır. Romanın ad değişiklikleri savaş sonrası değişen dünyayı yansıtır gibidir. Çünkü sıcak savaşın ardından başlayan “soğuk savaş”, aslında emekçi insanlığın dünyayı rasyonel bir temelde kendi evi yapmaya başlamasına karşı kapitalist sınıfların başlattığı bir savaştır.

Arthur C. Clarke’nin çocukluktan kastettiği şey bu olgudur. Bu çocukluğun insanlığın tümden yok oluşuna neden olacağı kanısı o süreçte çok yaygın bir kanıdır. Haliyle aynı kanı ve kaygı Clarke’nin Çocukluğun Sonu romanının adını veya içeriğini de belirlemiştir. Dolayısıyla Clarke’nin bu bilimkurgu romanında kendi çağının derin izleri vardır. Aynı zamanda kendi dünya görüşünün ve niteliklerinin de. Bir bilimkurgu yazarı olarak o bilimin genişleyen ufkunda ve evrenin sonsuzluğundan doğru insanlığın sorunlarına ışık tutar ve tartışır. Ve bir bilim insanı olarak en karmaşık fizik teorilerini (görelilik) ve yasalarını (ışık hızı) sıradan insanların kolaylıkla anlayacağı yalınlıkta ifade eder.

‘Bilgi Güçtür’

Arthur C. Clarke, Çocukluğun Sonu romanının başında, ikinci dünya savaşında Hitler faşizmine karşı birlikte çalışmış iki bilim insanının, savaş sonrasında ülkelerine dönmeyi tercih ederek birbirine düşman iki blokun zorunlu rakipleri olmalarını ve bu durumdan duydukları rahatsızlığı, onların bakış açısından yansıtmıştır. İki bilim insanı düşman bloklarda olduklarından zorunlu olarak uzun yıllar birbirlerini görememiş ve birbirleri ile iletişim kuramamıştır. Yaşayıp yaşamadıkları ve bilimsel çalışmaları konusunda birbirlerini sürekli düşünmekte ve merak etmektedirler. Bu merak kişisel sevgiden ve saygıdan ileri gelmekle beraber aynı zamanda iki düşman blokun birbiri karşısında üstünlük kurmalarının bu iki bilim insanına bağlı olmasındandır. Çünkü uzay ve Ay’a insan çıkarma yarışı bu iki eski dost bilim insanının liderliğinde yürütülmektedir. Bu üstünlük yarışına alet olmak, bilim insanlarını, tercihlerinin doğruluğu konusunda kuşkuya düşürmektedir. Çünkü iki bilim insanı da büyük baskı altındadır.

Batı, kapitalist blok, kendini demokrasinin savunucu olarak ifade ediyor ama o blokta yer alan bilim insanı Reinhold Hoffmann için bu “saçmalık”dan ibaret. Doğu, sosyalist blok, gerçek demokrasiyi ve insanlığın genel kurtuluşunu temsil ediyor ama bu blokta yer alan bilim insanı Konrad Schneider, düşüncelerini açıkça ifade etmiyor, çünkü yanlış anlaşılma korkusu taşıyor. Bu soğuk savaş, bilim insanlarını ve tüm insanları istekleri ve iradeleri dışında davranmaya zorluyor. Ama neyse ki korkulan olmuyor. Üstünlük rekabeti gökyüzünde beliren “devasa gölgeler” ile sonuçlanmadan bitiyor. “Ve iki bilim insanı da eş zamanlı olarak yarışı kaybediyor. Üstelik üç-beş hafta ya da birkaç ay ile değil. Binlerce yıllık farkla.” Bu duruma özellikle Reinhold çok seviniyor ve “ömrü boyunca verdiği emeklerin boşa gitmesinden en ufak bir pişmanlık duymuyor.” Çünkü “insanlığı yıldızlara ulaştırmak için çabalamıştı hep ve nihayet yıldızlar, o uzak, kayıtsız yıldızlar ayağına gelmişti. …İnsan ırkı artık yalnız değildi.”

İrasyonalizme Karşı Rasyonelizm

Böylelikle Çocukluğun Sonu başlar. İnsanların “hükümdarlar” dedikleri çok üstün zekâya, yeteneklere ve teknolojiye sahip uzaylılar dünyaya gelir ve tüm insanlığa hükmeder. Tabii bu bir istila değildir, tersine insanların soğuk savaşla kendilerini yok etmelerini engelleyen ve dünyayı evleri yapmalarına yardımcı olan yumuşak bir darbedir. Bir doktorun hastayı tedavi etmesi, bir babanın çocukları arasındaki kavgayı durdurması gibi bir şeydir bu müdahale. Clarke’in bu noktada temel önermesi şudur: Güç daha üstün bir güçle yenilir ancak ve felaketi, kötülüğü durdurmak evrensel bir haktır. Bu hakka sahip “hükümdarlar” öylesine güçlü ve akıllıdır ki insanlar ne silahla ne de fikirleri ile karşı koyamaz. Tabii hastanın zorla tedavi edilmesini “özgür iradenin yadsınması” olarak görenler olur ama hükümdarların insanlar için yaptıkları öylesine faydalıdır ki karşı çıkanlar çok fazla destek bulamaz. Karşı çıkanların başında din adamları vardır. “Hükümdarların Dünya’ya eşi görülmedik güvenlik, barış ve refah getirdiğini inkâr” edemeyen din adamları “ama” derler, “özgürlüğümüzü elimizden aldılar. İnsana sırf ekmek yetmiyor; başka ihtiyaçları da var.” …“Tanrının önderliğinde kendi hayatlarımızı belirleme özgürlüğü.”

Clarke, din adamlarının veya burjuva sınıfından temsilcilerin bu özgürlük demagojisinin ardında veya “insanlık inisiyatifini yitirip kobay bir ırk konumuna düşecek” endişelerinin temelinde statülerini kaybetme korkusu olduğunu ikinci bölümün başında ifade eder. Orada “hükümdarlar” ile insanlar arasında iletişimi kuran birleşmiş milletler temsilcisi makam yerinden dışarıyı seyrederken “diğer insanlardan bu kadar yüksekte çalışmanın iyi bir şey olup olmadığını sorgular” ve bu durumun kolaylıkla umursamazlığa yol açabileceğini düşünür. BM temsilcisinin bu monoloğunda sınıf ayrımlarının ve çelişkisinin özü deşifre edilir. Emekçi insanlara yüksekten bakan burjuva sınıfının karakterine ışık tutar. Öte yandan “hükümdarlar” ülkelerin yerel ve iç yönetim güçlerini baskıcılık veya yozlaşmadan uzak olduğu sürece muhafaza eder, fakat daha geniş çaplı uluslararası işlerde son sözü söyleyen artık insanlık değildir. Ne kadar tartışılıp karşı çıkılsa da hepsi boşunadır. İnsanlık kendi iyiliği için bu acı ilacı içecektir. Hükümdarların insanlık karşısında gücü mutlaktır. Ve bu gücü bir devletten gelen füze saldırısını kolaylıkla etkisiz hale getirerek ve Afrika’da yüzyıldır süren ırk savaşlarını yarım saatte engelleyerek göstermiştir.

Akılcı Gücün Mucizeleri

Clarke’nin romandaki ikinci önermesi şudur: “Gücü doğru şekilde uygularsan bütün siyasal sorunları çözebilirsin.”  Bunun için “gereken tek şey, sağlam bir sosyal mühendislik bilgisi ile net bir hedef belirleyebilme becerisidir. Tabii bir de güç.” Hükümdarlar bunların hepsine sahiptir. Bu nedenle insanlığa kendilerini yıllarca göstermezler. Talimatlarını radyo üzerinden verirler. Çünkü “gittiği her yerde insanların kulaklarına fısıldayan ses, tüm sesleri bastıran sabit bir nota bir trityum bombası kadar etkilidir.” Devletleri ayrı ayrı muhatap almazlar; yalnızca birleşmiş milletler genel sekreteri ile diplomasi kurarlar. Böylece hükümdarların varlığı insanların yaşantısı üzerinde sanılandan daha az etkili olur. Her yere elleri uzanır, fakat baskı uygulamazlar. Karellen zaman zaman BM temsilcisi (Stormgren) ile Dünya üzerinde göklerde ışıldayan gümüş rengi gemilerinde görüşme yapar ama yüz yüze konuşmaz. Bu gizlilikte insanları rahatsız eder. Bu konuda da sayısız spekülasyon ve kurgu yaparlar. Çünkü “merak, insan ırkının en baskın özelliklerindendir.” BM temsilcisi, Karellen ile görüşmelerinde insanların kaygılarını ve sorularını dile getirir. Örneğin: neden geldikleri, ne zaman gidecekleri, neden kendilerini göstermedikleri vb. gibi.

Karellen her soruyu her sorunun bilgisine hâkim olarak cevaplar. Dünya’ya insanların kendilerini yok etmesini engellemek için geldiklerini, başkalarının tasarladığı kolonyal bir politikayı uygulamaya çalışan sıradan bir kamu görevlisi olduğunu, işleri bitince gideceklerini ve kendilerini göstermenin kendilerine bağlı olmadığını ifade eder. Karellen, sonra din adamlarının kendilerinden neden korktuğunu açıklar. Şöyle der: “Mantık ve bilimi temsil ettiğimizin bilincindeler ve inançlarına ne kadar bağlı olsalar da, tanrılarını tahtlarından edeceğimizden korkuyorlar. Bilim, dinin doktrinlerini çürüterek olduğu gibi, dini tümden yok sayarak da ortadan kaldırabilir. Zeus’un ya da Thor’un varlığını kimse çürütmedi, fakat günümüzde ikisinin de müridi kalmadı. Onlar, inançlarının kökenini bilmemizden korkuyor.  Muhammet’in Hicret’ine tanıklık ettik mi? Veya Musa’nın İbranilere on emri sunmasına? İnandıkları hikâyelerin asılsız tüm yönlerine vakıf mıyız? Istıraplarının sebebi tam da bu korku. Er ya da geç insanlık gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacak; ama henüz değil.”

Direniş ve Alışkanlık

Hükümdarlar, insanlara baskı uygulamasa da bir kısım insan “kendilerini on dokuzuncu yüzyılda Britanya Rajı altındaki yerli Hintliler gibi hisseder. Karellen’e ve Hükümdarlarla işbirliği yapan insanlara karşı örgütlenirler. İnsanlığın köleleştirildiğine dair propaganda yaparlar. “İşgalciler Dünya’ya barış ve refah getirmişti; ama kim bilir ne pahasına? Tarihe bakınca durum pek iç açıcı değildi; ırklar arasında en barışçıl temaslar bile genellikle geri kalmış topluluğun felaketiyle sonuçlanmıştı.” Ama bu köleleştirme fikrine gerçekten inanan veya eski günlere dönmek isteyen çok az insan vardı; insanlık Karellen’in görünmez hâkimiyetine çoktan alışmıştı. Fakat hükümdarların kim olduğunu öğrenmek istemektedirler.

Bu amaçla, hükümdarlara karşıt bir örgüt, bilgi almak için birleşmiş milletler sekreterini kaçırır ve özgürlüğüne karşılık işbirliği teklifinde bulunur. Gelecekte bir gün dünyanın hükümdarlara karşı bağımsızlık mücadelesi vereceğine inanan bu örgüt, sekreter üzerinden “birtakım cihazlar kullanarak” Karellen hakkında bilgi edinmek ister. Ama Karellen kat ve kat insanlardan zekidir ve insan psikolojisini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, olacakları önceden tahmin eder ve sekreterin üzerine izleme cihazı yerleştirir. Yani ava gidenler avlanmıştır. Ama sonra Karellen, sekreterin ısrarı üzerine elli yıl sonra kendilerini göstereceklerini söyler. Ki, insanlar ancak elli yılda değişecektir. Hükümdarlar elli yıl sonrasında dedikleri gibi kendilerini insanlara gösterirler. Hükümdarlar, kanatlı, boynuzlu ve kuyrukludur; koruyucu meleğe benzerler.

Altın Çağ

Hükümdarların insanlığa kendilerini göstermesiyle beraber yeni bir çağ başlar. Bu çağ altın çağdır. İnsanlar eski çağlarla kıyaslandığında tam bir Ütopya yaşar. Cehalet, hastalık, fakirlik ve korku yeryüzünden silinir. Savaşların kalıntıları yavaş yavaş tarihe gömülür. İnsanlığın çalışmaları daha yapıcı alanlara kanalize edilince dünyanın çehresi değişmiştir. Yeni bir dünya vardır artık. Üretim büyük ölçüde otomatikleşmiştir. Robotların işlettiği fabrikalar sınırsız tüketim malları üretiyordur; böylece yaşam için gereken her şey neredeyse bedava olmuştur. İnsanlar artık zevk için çalışıyordur. Ya da hiç çalışmıyordur. Tüm dünya tek vücut olmuştur. Geçmiş ülkelerin eski isimleri hâlâ kullanılsa da, tek işlevleri posta gönderimlerinde kolaylık sağlamaktır. Dünya üzerinde okuması olmayan, yirmi dört saat içinde gezegenin öbür ucuna gidip gelemeyecek kimse kalmamıştır.  Suç oranları sıfırı bulmuştur. Suç işlemek artık hem gereksiz, hem de imkânsızdır. Çünkü İnsanın bir eksiği yoksa hırsızlık yapmak anlamsızdır. Dahası, tüm potansiyel suçlular biliyordu ki, Hükümdarların gözetiminden kaçış yoktur. Kıskançlık cinayetlerinin kökü kurumamıştır ancak nadiren görülür.

Psikolojik sorunlarının çoğu çözüldüğü için insanlar çok daha sağlıklı ve aklı başında davranır. Ayrıca eski çağlardaki insanların ahlâksız buldukları şeyler artık yalnızca kabul edilir. Artık bütün dünya kanatlanmıştır; insanlar özel uçaklar ve uçan arabalarla seyahat etmektedir. Mucizelere ve vahiylere dayalı mezhepler eğitimin yükselişe geçmesiyle alaşağı olmuştur. İnsanlık eski tanrılarını yitirmiş, artık yenilerine ihtiyaç duymayacak kadar da büyümüştür. Tam bu noktada Clarke’in üçüncü önermesi şudur: Her türden çatışma ve anlaşmazlıkların sona ermesi, temel bilimsel araştırmaların ruhunu öldürür; yaratıcı sanatın da bitmesine yol açar. İnsan ırkı kendini yeni elde ettiği özgürlüğe kaptırır, günün zevklerinin ötesini göremez olur. Hükümdarların çağlar öncesi keşfettiği sırları açığa çıkarmak için ömür boyu çabalamak anlamsızlaşır. Bu, romanın en önemli önermesidir.

Ütopya ve Can Sıkıntısı Karşıtlığı

Clarke’nin üçüncü önermesi mutlak değildir; insanlık ütopyaların baş düşmanı olan can sıkıntısının pençesine düşmediği sürece “hiçbir ütopya, toplumun bütün bireylerine sonsuza dek tatmin sağlayamaz. Maddi şartları iyileşen insanlık, gözünü daha yükseklere diker, bir zamanlar rüyasında bile göremeyeceği güç ve mülke burun kıvırmaya başlar. Dış dünya onlara her şeyi sunmuş olsa bile, insanların akıllarındaki sorular ve kalplerindeki özlem susmak bilmez.” Bu nedenle hükümdarların neye benzediklerini öğrenen insanlık bununla yetinmez. İnsanlığın meraklı, zeki ve cesur bir bireyi (Jan), Karellenin “yıldızlar insanlara göre değil” görüşüne de aldırmadan, hükümdarlarının nereden geldiğini, NGS 549672’in geldikleri yerle ilgisinin olup olmadığını, hükümdarların gemisine kaçak binmenin bir yolunun olup olmadığını ve uzay gemisinde yolculuk yapmanın imkanını araştırır.

Hepsinin bir cevabını ve yolunu bulur. Şöyle ki, NGS 549672, Dünya’ya kırk ışık yılı mesafede bir yer olduğunu; hükümdarların gemilerinin, ışık hızının yüzde doksan dokuzuna kadar çıktığını; Yunan askerlerini Truva’ya sokan Truva Atına benzer bir yolla hükümdarların gemisine kaçak binmeyi; Einstein keşfettiği izafiyet teorisine göre NGS 549672’ye yolculuğun iki aydan fazla sürmeyeceğini; ancak Dünya’da kırk sene geçmiş olacağını; dönüş zamanı ile birlikte dünyada seksen yıl geçeceğini ve dünyada her şeyin değişmiş olacağını vb… hepsini öğrenir. Ve sevdiklerine veda ederek tehlikeli keşif yolculuğuna çıkar.

İnsanlığın Yeniden Doğuşu

Clarke’ye göre insanlığın kendi iradesiyle kurtuluşu tıpkı orta çağdan modern çağa veya akıl çağına geçişte olduğu gibi, geçişi sağlayan Rönesans’tır (yeniden doğuş). Çünkü Rönesans tam bir keşif ve özgürleşme dönemidir; kültür ve eğitim alanında akademisyenler, yazarlar ve kamusal liderler tarafından gerçekleştirilen her türlü yenileştirme-reform hareketidir. Bu nedenle Romanda bilim insanları Thomas Moore‘un Ütopya’sını (olmayan yeri) gerçekleştirir. “Tek isteği insanlığın bağımsızlığını, sanatsal geleneklerini korumak ve kendi kafalarına göre yaşamak olan” insanlar, adalarda “Sparta” ve “Atina” adında koloniler oluşturur. Çünkü “hükümdarlar, altın çağı oluştururken kurunun yanında yaş da yanmıştır”. Mücadele etmeye değer bir şeyler yaratma ihtiyacı vardır. Ve Ütopyada olduğu gibi koloniler, sekiz yöneticiden oluşan bir Konsey tarafından yönetilir. Her biri sırayla Üretim, Enerji, Sosyal Mühendislik, Sanat, Ekonomi, Bilim, Spor ve Felsefeden sorumludur. Kalıcı başkanlık yoktur. Başkanlık koltuğu yöneticiler arasında senede bir el değiştirir. Koloniye katılım çok sıkı testlerin geçilmesi koşuluna bağlıdır. Fakat isteyen istediği zaman koloniden ayrılabilir.

Koloniler sosyalisttir ve insanları alıklaştıran tüm lüks tüketimden (teknolojiden) uzak durulur. Seçkin insanların oluşturduğu bu koloniler, farkında olmadan gelecekte insanlığın “veliahttı olacak” olan bir türün evriminin (yeniden doğuşunun) başladığı yerlerdir. Dönüşüm başlamıştır. Bu bedensel değil, zihinsel bir dönüşümdür. Hükümdarların asıl görevi de gözetmenliktir. Bu nedenle kolonileri çok yakından izler ve dönüşen bireyleri her türlü tehlikelere karşı korurlar. İnsanlığın dönüşümünü sağlayan şey ise hükümdarların “Zihindar” dedikleri ama gerçekte ne olduğunu açık olarak bilmedikleri üstün bir güçtür. Bu gizemli gücün dönüştürerek kendine kattığı yeni tür, insanlığın trajik sonudur. Peki, kaçak yolcu Jan’ın sonu ne oldu? Hükümdarların gezegeninde ne gördü ve yaşadı? Dünyaya döndüğüne nasıl bir değişimle karşılaştı? Ortaya çıkan yeni tür nasıl bir şeydir? Zihindar denilen güç nasıl birşeydir? Bu ve daha pek çok heyecan verici şeyi Çocukluğun Sonu’nunda bulabilirsiniz.

Son Söz

Clarke’in, Çocukluğun Sonu romanı 20. yüzyılın ilk yarısında, insanlığın, emperyalist paylaşım savaşının yol açtığı büyük yıkımın ardından sosyalizme yüzünü dönmeye başlamasına karşı kapitalist sınıfın yine dünya ölçeğinde başlattığı soğuk savaş üzerine kuruludur. Dünyanın iki büyük düşman bloka ve sisteme dönüşmesi ve başta nükleer silah ve uzay teknolojileri olmak üzere her alanda rekabetin yoğunlaşmaya başlaması, Clarke için, sonu insanlığın tümden yok oluşuna neden olacak olan çocukluk çağıdır. Ona göre bu çocukluğa bir son verilmek zorunludur. Buna son verecek güç ise öyle büyük bir güç olmalıdır ki sırf varlığı tüm insanlığın boyun eğmesine ve itaat etmesine yetmelidir. Bu güç öylesine akıllı ve ölçülü olmalıdır ki insanlar, korkuya kapılmamalı ve eski düzeni sürdürmek isteyenlerin sözlerine kulak asmamalıdır. Bundan sonrası çorap söküğü gibi gelir zaten.

Clarke’a göre, Altın Çağa ancak böyle geçilebilir. Bu çağ, “bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan karşıtlıkların” ve çelişkilerin ortadan kaldırıldığı; insanlığın tüm ihtiyaçlarının sınırsız karşılandığı, eşitliğin ve her açıdan özgürlüğün olduğu bir çağdır. Ama Clarke’a göre bu çağa geçişle beraber insanlık maddi hazların ve eğlencenin içinde kendini kaybeder, amaçsızlaşır; mücadele etmeye değer bir şey bulamaz karşısında. Bu durum insanlıkta can sıkıntısı yaratabilir ve can sıkıntısı ütopyanın en tehlikeli düşmanıdır. İnsanlığı can sıkıntısının pençesinden kurtaracak yol ise yeni bir Rönesans haraketi başlatmaktır. İnsanlığın yeniden doğuşu ancak bilim adamlarının liderliğinde ve yönetiminde gerçekleşecek olan reform hareketi ile mümkün olacaktır. Clarke, bu enfes bilimkurgu romanında özetle bize bunu ifade eder.

Yazan: Tevfik Boz

Kaynakça:

  • Marx, Karl. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 1993.
  • Spinoza, Benedictus (Baruch). Etika, Dördüncü Baskı, Haziran 2011.
  • Wikipedia

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

fantastik ve bilimkurgu

Bilimkurgu ile Fantastik Neden Farklı Türlerdir?

Bilimkurgu yıllar boyu birçok tartışmaya konu oldu. “Bilimkurgu kaçış edebiyatı mı?”dan tutun da Bilimkurgu Kulübü’nün …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin