Haksız çıktığım, en azından geleceği doğru dürüst göremediğim için sevindiğim konuların en önde geleni, 1980’lerin sonlarından beri bilimkurgu hakkında yaptığım kara kehanetlerin son yıllarda tepetakla olmasıdır.
Karamsar olmak için her türlü neden vardı aslında: 1982-92 arasında sırasıyla Dick, Herbert, Heinlein ve Asimov ölmüş, Clarke ve Pohl kendilerini tekrarlamak dışında bir şey yapmaz olmuşlardı. Yani ‘klasik’ kuşak yoktu artık (Dick ne kadar ‘klasik’ sayılırsa). Le Guin 1980’lerin sonlarından itibaren neredeyse tamamen fantaziye göçmüş, Harlan Ellison da (ki zaten az yazan biriydi) piyasadan çekilmişti. 1980’lerin parlak akımı cyberpunk (aslında neredeyse tek başına William Gibson), teknoloji tarafından hızla yakalandığı için kısa ömürlü olmuştu. ‘Yeni’ diyebileceğimiz kuşak, Bear, Benford, Brin ve Card, ‘klasiklerin’ yerini dolduramayacak kadar deneysel, 1960’ların radikal yeni kuşağının pırıltısını sürdüremeyecek kadar yumuşak başlı çıktılar. Bilimkurguya yepyeni ve hicivli bir boyut getiren Douglas Adams çok erken öldü. Bilimkurgu neredeyse tamamen sinema alanına taşındı, Hollywood’un eline geçti. Hollywood ise her el attığı alanı önce zengin etmesi, ama orta vadede canına okumasıyla ünlüdür zaten.
Öte yandan fantazi hızlı bir yükselişe geçti. 1960’larda ‘keşfedilen’ Tolkien ve aynı dönemde bilimkurgunun yanı sıra fantazi de yazmaya başlayan Le Guin alanın sınırlarını çizdi. Ardından gelsin Tad Williams, David Eddings, George R.R. Martin, Robert Jordan, Terry Goodkind, Terry Brooks. Terry Pratchett, Douglas Adams’ın hicvini fantazi alanına aktardı. J. K. Rowling Harry Potter’ları yazarak şehirli fantaziyi popülerliğin doruklarına taşıdı. Neil Gaiman ise şehirli fantaziden neredeyse yepyeni bir alan yarattı. Yüzüklerin Efendisi de filmleştirilip izleyici rekorları kırınca, fantezi, bilimkurgu karşısında ‘kazanmış’ gibi görünüyordu yeni yüzyıla girdiğimizde. Ben de kara kara, ‘Evet, fantazi kazandı, Bilimkurgu kaybetti!’ diye yakınır oldum. Ama zaman, herkesin yanı sıra bana da ikilikler hâlinde, ‘ya o/ya bu’lar kalıbında düşünmenin zararlarını gösterdi işte.
China Miéville 1998’den başlayarak BK ile fantaziyi ayıran ince çizginin üzerinde dengede duran romanlar yazmaya başladı. Sonra John Scalzi 2005’te Old Man’s War ile başlayan ve dur durak bilmeyen romanlarıyla bilimkurguya onyıllardır özlediği ‘Heinlein dinamiğini’ geri getirdi (üstelik Heinlein gibi siyasi gericilik tuzağına düşmeden). Hemen ardından, epeyce başarılı bir fantazi yazarı olan Daniel Abraham, George R.R. Martin’in asistanı Ty Franck ile güçbirliğine gidip James S.A. Corey takma adıyla The Expanse dizisini yazmaya başladı (2011). Bu üçü sadece en parlak görünen örnekler. BK alanında müthiş bir hareketlilik var bugün, sürekli olarak yeni yazarlar ortaya çıkıyor ve bunların yüzde doksanı ‘çöp’ bile olsa (ki öyle olmayan bir edebiyat türü yoktur zaten), geriye kalanlar BK’nun muhteşem geri dönüşünün altını çizmeye yetiyor.
Aynı dönemde Türkiye’de yazılan BK hakkında da sürekli şikâyet eden, mızmızlanan biriydim. Emin olun siz de bir editör olsanız ve her ay elinize gelen onlarca dosyaya makul cevaplar vermeye çalışsanız, söylenip dururdunuz. Ama bu da genel bir karamsarlık havası yaymak için mazeret değil. O zamanlar (kabaca 1990’ların ortalarından 2000’lerin ortalarına kadar), maalesef BK yazarı olmak için BK ‘fan’ı olmayı yeterli gören bir anlayış yaygındı. Yazdığı dili iyi tanımak ve kullanmak, hikâye kurmayı bilmek ve en önemlisi, anlatacak bir hikâyeye, söyleyecek bir söze sahip olmak pek önemli sayılmıyordu. O yüzden de elime geçen dosyaların çoğu, sadece isimlerin Türkçe olduğu, metinlerin gövdelerinin ise o günlere kadar piyasayı kaplamış olan kötü (birçoğu gerçekten berbat) BK çevirilerinin diliyle yazıldığı, öykü (hatta roman) yazmak için ‘ilginç’ bir fikrin yeterli olduğunu varsayan denemelerdi. Ondan öncesinde ise BK’yu özgün dillerinden okumuş, kendini bu alana adamış, Türkçe kullanmayı bilen, çünkü BK dışındaki edebiyata da aşina küçük bir aydın/yazar grubu vardı sadece: Zühtü Bayar, Selma Mine, Müfit Özdeş, Orhan Duru, Giovanni Scognamillo, toplasanız iki elin parmaklarını geçmez (bu arada BK dergileri/fanzinleri yayımlama konusunda her türlü imkânsızlığa rağmen inanılmaz bir ısrar gösteren Bülent Akkoç ve Sezar Erkin Ergin’i de anmadan geçmeyelim).
Bu tespitleri yapmak iyi, güzel de buradan hareketle bir ümitsizlik havası yaymak affedilir gibi değil(miş). Nitekim zaman gene beni haksız çıkardı ve Türkçe’yi Türkçe gibi kullanan, klasik şablonların değil günümüzün sorunlarıyla ve temalarıyla haşır neşir olan yeni bir kuşak ortaya çıkmaya başladı ve durdurulması da mümkün görünmüyor. Yayıncılıkla aktif olarak ilgilenmeyi bıraktığım 2003 yılından bu yana, birçok ‘ciddi’ yayınevi buralı yazarların BK çalışmalarını ciddiye alır oldu; fantazi ve BK alanında öykü derlemeleri ve romanlar yayımlandı, öykü ve roman ‘yarışmaları’ yaygınlaştı. Edebiyat ve sanat konusundaki yarışmaları sevmem; sanat, yarıştırmakta değil dayanışmadadır diye düşünürüm hep. Ancak BK ve fantazi gibi Türkiye için ‘genç’ sayılacak alanlarda yarışmalar başka bir amaca da hizmet ediyor: Hem kuşaklararası, hem de kuşak-içi tanışmaları ve etkileşimi destekliyor, birbirinden öğrenmeyi, kaba ve saldırgan olmadan birbirini eleştirmeyi teşvik ediyor (bunu öğren[e]meyenler ise zaten ümitsiz vaka, onları saymıyorum).
Birçok ‘genç’ (tırnak içinde kullanmamın bir sebebi var), sadece meraklı amatörler olmakla yetinmeyerek ‘yazar’ olma yoluna girdiler; öyle ki, zamanla BK’dan vazgeçseler bile, yazmaktan vazgeçmeyecekler, belki gerçekçi edebiyatta da deneyecekler bu alanda öğrendiklerini, belki şiir yazacaklar, belki fantastik kurguya yönelecekler. Önce yazar olacaklar, sonra BK yazarı. Yeni kuşağın, ya da genel olarak ‘y ve z kuşağı’ denilen insan topluluğunun bize kazandırdığı en önemli şey de bu.
Elinizdeki derlemede yirmi bir öykü var. Farklı üsluplar, farklı temalar, farklı bakışlar; ama hepsini de dil ve terim hatalarına hiç takılmadan, (zamane sosyal medyasında moda olduğu üzre) ‘de’yi ve ‘ki’yi doğru ayırıp ayırmadığı derdine düşmeden, aralıksız okuyabiliyorsunuz. Türkçeyi doğru, anlamlı ve derinlemesine kullanabilme aşaması çoktan geçilmiş. Yazarların kimi yeni, hiç duymadığım isimler, kimi daha önce rastladığım, başka en az bir metinlerini okuduğum ‘tecrübeli olma’ yolunda yazarlar, kimi ise artık ‘duayen’ denebilecek olanlar. Ortak özellikleri hepsinin de ‘genç’ olması; yaşadıkları yıl sayısıyla değil, deneysellik, merak ve heves kıstaslarıyla ölçülen bir gençlik bu söylediğim.
Hiçbiri ‘kısa öykü’ türünün kestirmesine sapmıyor, bir ‘ilginç fikir’ + bir ‘şaşırtmaca’ = kısa öykü şablonuna sığınmıyor. Ortaya attıkları ilginç fikirleri karşılarına alıp hesaplaşıyorlar, didikliyorlar, kurcalıyorlar; gerçek insanların bu fikirlerin gerçek olduğu bir dünyada nasıl yaşayabileceğini soruyorlar kendilerine. Hikâye anlatıyorlar. Masalcı dedeler ve nineler olma yoluna çıkıyorlar; yani edebiyattaki en zor işe kalkışıyorlar. Dili ‘sanatlı’ kullanmak çalışa çalışa öğrenilebilir, yeni bir teknolojik gelişme, biraz ‘mürekkep yalamış’ biri tarafından hayal edilebilir, bugünün karanlığına bakarak daha karanlık bir yarın tasarlanabilir, ya da ütopya kurulabilir. Ama hikâye anlatmak zordur, çünkü samimiyet ister, kendini de oyun tahtasına sürmeyi gerektirir.
Şurası gerçek ki, özellikle son on yıldır karanlık bir çağda yaşıyoruz; sadece Türkiye için değil, tüm dünya için karanlık bir çağ bu. Böyle zamanlar yazarların distopya refleksine seslenir, karamsarlığa, ‘Her şey daha beter olacak!’ hissiyatına yöneltir. Nitekim, bu derlemedeki öykülerin önemli bir kısmı ya distopya, ya da içinde distopik ögeler barındırıyor. Bazıları ise doğrudan doğruya ‘kıyamet sonrası’ temalar içeriyor. Burada şöyle bir tehlike var: Distopya alt-türü ile kısa öykü formu genellikle pek iyi geçinemezler; çünkü distopyalar bütün bir dünyanın ve o dünyaya varana kadarki gelecek-tarihin ayrıntılı bir tasvirini ister. Kısa öyküde buna kalkıştığınızda ise ‘hikâye’ye ayrılan pay azalır, dünya tasvirinden insanların o dünyayla birer birey olarak nasıl hesaplaştıklarının inceliklerini anlatmaya yer kalmaz. Bu başarılamaz değil, başarılır, ancak BK’nun diğer alt-türlerine göre daha fazla ustalık ister. ‘Kısa’ yazmak kolay değildir; en önem verdiğim düşünürlerden biri, arkadaşına yazdığı bir mektupta söze ‘Kısa yazacak kadar vaktim yok,’ diye başlar mesela. Yazmaya kısa öykü ile başlayıp olgunlaştıkça daha uzun formlara, romana, hatta roman dizilerine doğru ilerlenecek diye bir kural da yok, bazen tam tersi doğru. Nitekim, 1960’lar BK kuşağının en kıymetli isimlerinden Harlan Ellison hiçbir zaman doğru dürüst bir roman yazmadı, ama unutulması imkânsız kısa öyküleri var. Fredric Brown kısa-kısa öykü formunun üstadıdır, hatırlanabilecek bir romanı ise pek yoktur. Bu derlemede yer alan en kısa iki öyküden birinin yazarlar arasındaki en ‘usta’ (ama aynı zamanda en ‘genç’) kişi tarafından yazılmış olması boşuna değil yani. Bütün bunlara rağmen, bu derlemede bu işin de büyük ölçüde üstesinden gelinmiş: Tasvirden ibaret ve hikâyeyi boşlamış tek öykü bile yok; oysa yirmi beş sene önce olsa vaktimi, ‘Kedi buysa ciğer nerede?’, ‘Tasvir iyi ama hikâye nerede?’ diye sormakla geçirirdim.
Kısacası, elinizdeki seçkiyi hiç sıkılmadan, bir dünyadan ötekine tereddütsüz sıçrayarak, bazen biraz içiniz karararak (başka şansınız var mı zaten, özellikle 2021 yılında?), bazen hayal ederek ve yazarlarla sanki karşınızda duruyorlarmış gibi tartışarak, ama mutlaka düşünerek ve kendi hayal gücünüzün sınırlarını zorlayarak okuyabilirsiniz.
Bir seçkide her okurun bir favori öyküsü vardır; ‘en iyi’ olduğu için değil, o okurdaki bir ihtiyaca işaret ettiği, eski ve şiddetli bir beklentiyi karşıladığı için. Eminim okuyup bitirdiğinizde sizin de böyle bir favoriniz olacaktır. Benim var, ama hangi öykü olduğunu söylemeyeceğim, sadece bendeki hangi ihtiyacı, hangi beklentiyi karşıladığını anlatmakla yetineceğim. BK çevirdiğim ya da redakte ettiğim yıllarda arada bir karşıma öyle öyküler çıkardı ki, içlerindeki, öykünün anlaşılabilmesi için kaçınılmaz olan bir kelime oyunu ‘çevrilemez’ olurdu. Ben de bir yandan yazarı takdir edip bir yandan da durmadan söylenerek saatler, bazen günler harcardım. Bu seçkide de öyle bir öykü var işte, Türkçe’nin ‘çevrilemez’ bir özelliğini kullanan. O zaman da o öykünün müstakbel çevirmenlerine (çünkü sadece o öykü değil, bu seçkideki birçok öykü çevrilmeyi, başka dillerde de okuyucular bulmayı hak ediyorlar bence) içimden şöyle diyebiliyorum keyifle: ‘Translate this!’ (Hadi bunu çevirin bakalım!)
İyi okumalar.
Bülent Somay