Walter Tevis tarafından 1963’te yazılan Dünya’ya Düşen Adam, büyüsünü yazıldığı döneme borçlu. 50’ler, 60’lar, 70’ler ve 80’lerde yazılan birçok klasik (özellikle de bilimkurgu klasikleri) gibi Dünya’ya Düşen Adam da bilimsel keşiflerin ve bunların önümüze serdiği ufukların ayyuka çıktığı bir zamanda kaleme alınmıştı. Olası fütüristik keşifleri geçmişten beri dile getiren bilimkurgu yazarlarının yazdıkları birer birer gerçekleştikçe, dönemin yaratıcılığı da yepyeni boyutlara ulaşıyordu. Bilimkurgusal fikirlerin, gerçekliğin sınırlarını zorlayan keşiflere dönüşmesine şahit olmak heyecan vericiydi.
Dönemin kült romanlarını ve bilimkurgu klasiklerini okumayı bu denli eğlenceli yapan şey de tam olarak bu keşif hissi. Dünya’ya Düşen Adam bu konuda hayal kırıklığı yaşatmıyor. Kitap, yolu bir şekilde Dünya’ya düşen, bizimkine nazaran çok gelişmiş bir gelecekten gelen yalnız bir uzaylının yaşadıklarının gerçekçi bir tahayyülü. Bu uzaylının adı ise Thomas Jerome Newton.
Thomas tasvirinin filme uyarlanışı ve bu tasvirin David Bowie’ye ne kadar uyduğunu görmek inanılmaz bir deneyim: “Gerçek olamayacak kadar ince bir yapısı, zarif bir duruşu vardı. Parmakları uzun ve inceydi…” Elbette ‘uzaylı olduğu için’ bazı fizikî farklılıkları vardı ancak sanki Bowie bu rolü oynamak için doğmuş gibiydi. Öyle ki kitaptaki karakterleri filmde tasvir edildiklerinden farklı bir şekilde düşünmek neredeyse imkansız. Öte yandan filmin hem kurgu hem de yoğunluk olarak kitaptan kayda değer ölçüde farklı olduğu da bir gerçek. Kitabı okumak ve filmi izlemek neredeyse bambaşka iki deneyim gibi.
Farklılıkların çoğu karakter bazında. Kitaptaki karakterleri çok daha sinik bulabiliyoruz. Sanki kişilik özellikleri kitabın gerçekçiliğinin altında ezilmiş gibi. Thomas çok daha narin; adeta sürekli kırılacakmış gibi davranıyor (ki çok haksız da sayılmaz, zira kemik yapısı doğası gereği çok zayıf); bu nedenle cinsel bir yakınlaşma şöyle dursun, basit bir temas bile onun için çok korkutucu. Konuyu hiç bilmeyen biri kitabı okurken kendini Thomas’ın başına bir şey gelecek diye korkudan tir tir titrerken bulabilir. Hızla yukarı çıkan bir asansörün uyguladığı yerçekimi kuvvetiyle bile zarar görebilecek kadar zayıf kemik yapısına sahip olan başkarakter, okuyucuyu sürekli bir sonraki sayfada bir şeyler olacağı korkusuyla diken üstünde tutuyor.
Bryce, Farnsworth ve Mary-Lou gibi diğer karakterler de, ilginç bir şekilde kitapta karakter gelişiminden filme göre çok daha az nasipleniyorlar. En azından karakter gelişimleri çok daha makul diyebiliriz, özellikle de Bryce ve Mary-Lou belli bir amaç için heyecan patlaması yaşadıkları nadir anların dışında sinir bozucu derecede sakin tavırlar sergiliyorlar. Gerçi, Tevis’in insanoğlunu bu şekilde tasvir ettiği de söylenebilir pekâlâ. Kitaba melankolik bir hava kattığı kesin; karakterler kederlerini alkolün (özellikle de cin) kucağında boğarken, Thomas kendini istemediği bir ayak uydurma durumunda buluyor ve umutsuzca sarhoş olmaya çalışarak bedeninin sınırlarını zorluyor. Aydınlanmaya ulaşmış, insanüstü bir zekâ sahibi olan Thomas, insanlık tarafından zehirleniyor. Yoksa buna güç zehirlenmesi mi demeli?
Hikâyeye kendimizi kaptırdıkça, giderek çözülen düğümlerle kitap sürekli daha hüzünlü bir hâl alıyor. Okuduğumuz aslında Thomas’ın öyküsü. Yalnızlık ve dışlanmışlıkla olan mücadelesi, bir yandan gezegeninde bıraktığı ailesini özlerken bir insana da asla çok fazla yakınlaşamaması, sürekli gerçek doğasının ortaya çıkacağı korkusuyla yaşarken bu gerçekleştiğinde yaşadığı rahatlama, insanlığın gezegenine verdiği zarara şahit olurken yaşadığı çaresizlik ve kendi gezegenlerinin kıymetini bilmediklerini görmeye dayanamaması… Hepsi üst üste biniyor. Onunki dahice ve çok dokunaklı bir hikâye. Bu hikâye son ana kadar bir şekilde umut besletmeyi başarsa da, okuyucu korkunç bir gerçekle yüzleştiğinde tıpkı Thomas gibi taş kesiliyor.
Başlarda bahsettiğimiz ezilme duygusu Tevis’in yazım tarzında da kendini gösteriyor. Basit fakat bağlayıcı yazımıyla kitap rahat bir okuma sunuyor ve hepi topu 184 sayfa su gibi akıp gidiyor. Kitap her an nükleer savaş tehdidi altındaki soğuk savaş döneminde yazıldığı için kaçınılmaz bir şekilde zamanını yansıtıyor; yine de bu bir dezavantaj değil, aksine kitabın büyüsünün bir parçası. Kitabın ikna ediciliği ve çarpıcı yalınlıktaki tasvirlerine bakarak, Tevis’in insanlığın kaderi konusundaki düşüncelerinin kitapta yansıttığı kadar karamsar olduğunu düşünüyoruz. Dönemin hippileri ve hümanistleri bariz bir alegoriyle ele alınmış; kökten bir değişimle de olsa onlara yardım etme isteğinin olduğu su götürmez. Yine de, onca iyi niyete ve paraya rağmen, böyle bir şey gerçekten de mümkün mü?