Uzaya yayılan insanlığın küçük bir bölümü, artık unutulmaya yüz tutmuş olan Dünya’ya geri dönüp seçkinci, aristokratik bir düzen kurarlar. Çok az sayıda soylu, onlara besin sağlayan “Köylü”ler, teknik işlerini gören “Mek”ler, süs eşyası gibi kullandıkları zarif ve kırılgan “Feyn”ler ve ulaşım işlerinde kullanılan “Kuş”lar. Kalelerinde güven içinde yaşayan soylular dışındaki tüm bu “sınıf”lar, başka gezegenlerden getirilmiş ve genetik olarak değiştirilmiş, insan olmayan yaratıklardır. Ama günün birinde, tüm aletlerin, makinelerin bakımını ve onarımını yapan “Mek”ler ayaklanmaya karar verirler. Hayatları boyunca bir tek alete bile ellerini sürmemiş olan, bunu bir tür aşağılanma olarak gören soylular ne yapacaklardır şimdi?
En Son Kale ya da özgün adıyla The Last Castle, 1966 yılında Galaxy Science Fiction dergisinde yayımlandı. Jack Vance, bu eseriyle aynı yıl Nebula En İyi Novella; 1967’de ise Hugo En İyi Novelette ödülünü kazandı.
Yazar bizleri Meks adlı köleleştirilmiş bir uzaylı ırkı tarafından desteklenen ve yüksek teknolojili kalelerde yaşayan zengin soyluların gelecekteki uygarlığına konuk ediyor. Bu uygarlık şatafatın, refahın, lüksün ve 16. Louis dönemi lümpenliğinin hat safhaya vardığı bir noktadadır. Gelişmiş teknolojinin ve köle sınıfının yarattığı imkanlarla kendilerinden bîhaber duruma gelen soyluların vaziyetini, bu Lale Devri vaziyetini değiştiren de bekleneceği üzere bir isyan hareketi olur. 1997 yılında Metis Bilimkurgu Serisinin on sekizinci eseri olarak yayımlanarak yerli bilimkurgu okurunun beğenisine sunulmuştur.
Not: Yazının devamı spoiler içermektedir.
“Eğer ahlak kayıtsız şartsız boyun eğme anlamına geliyorsa, o zaman ahlaktan vazgeçilmelidir.”
Küçük bir elit insan topluluğu, uzak bir gelecekte başka bir gezegende dokuz adet kale kurarak oraya yerleşir. Öncelikle estetik kaygılar, geçmiş zamanların onur ve görgü kuralları ve bireysel arayışlar ile ilgili teorik tartışmalarla ilgilenirler. Düzenlerini kurarken de köleleştirilmiş çeşitli yabancı ırkları kullanırlar: Teknik işlerde Meks’ler, ulaşımda kuşlar ve güç vagonları, ev hizmetinde Feyn’ler ve eğlence işlerinde de bir çeşit olan gelişmiş böcek türü olan Phanes’ler. İnsanların yalnızca küçük bir azınlığı kalelerin dışında özgür bir hayat yaşar ve kale sakinleri tarafından barbar olarak kabul edilirler, zira kendi ihtiyaçlarını kendileri gidermektedirler. Bu da düpedüz avam, ayak takımı işidir. Onlarsa böyle aşağılık işler yerine kaliteli şaraplar içmek, resmi davetlerde sosyalleşmek ve politik duruşlarında yükselmeye çalışmakla uğraşırlar. Bu bakımdan Avrupa aristokrasisi ile oldukça benzerlik gösterirler.
Bu şekilde aradan asırlar geçer. Yaklaşık yedi yüz yıl sonra her şey yolunda giderken ansızın Meksler’in isyanı patlak verir. Dokuz kale yavaş yavaş toplanan ve tek elden idare edilen Meks birlikleri karşısında teker teker düşmeye başlar. Kaledeki soylu kişiler isyanın sebebini bilemez, hatta isyan edebileceklerine dair fikirleri dahi yoktur. Aristokrasinin bu soylu kişizadelerinin nazarında kendileri dışında herkes onların yaşaması için vardır ve varlıkları efendilerinin zevkleri karşısında birer hiçten ibarettir. Onlar üstün eylemlerini icra ederken hayatın bahsetmeye dahi değmeyecek yüklerini sırtlanmakla mükelleflerdir. Ancak isyanın ilerleyişi bu düşüncelerinden, cahilce önyargı ve gelenekçiliklerinden sıyrılmalarına sebep olur. Çünkü her işini başkalarına yaptıran bu topluluğun yaşama ilişkin deneyimi sınırlıdır ve özellikle de teknik yetersizlikler saldırı karşısında yapılacak savunmayı neredeyse imkansız kılmaktadır.
“Birçok çeşit tarih vardır. Bunlar karşılıklı birbirlerini etkilerler. Siz ahlakı vurguluyorsunuz. Ama ahlakın nihai temelleri hayatta kalmak üzerine kuruludur. Hayatta kalmayı sağlayan şey iyidir, yok olmaya yol açacak olanlar ise kötü.”
Sınıfsal çatışmalar odağında bir yol izleyen eser, yabancılaşmanın yüksek zümrenin de başına gelebileceğini göstermekte. Buradaki yabancılaşma vurgusu elbette Marx’ın aksine emeğine yabancılaşmadan ziyade üretim ilişkilerindeki rolünden uzaklaşmaya ilişkin. Tarihteki en önemli örnek, az evvel de değindiğimiz üzere 1774-1792 yılları arasında süren 16. Louis dönemidir. Amerikan Bağımsızlık Savaşına verdiği maddi destekle bilinen kral, lüks ve şatafatla Versailles Sarayını Sadabad’a çevirir. Nasıl ki Lale Devri bir balonun içinde yaşanan sefahate tekabül ediyorsa, benzeri orada da görülür. Gösterişli balolarda şık bay ve bayanlar arz-ı endam eder. Lakin hakkını da yememek gerekir. Kraliçe Marie Antoinette aslında önemli bir entelüekteldir, Stefan Zweig’ın aktardıkları son derece zeki ve yetkin bir estetik algısına sahip olduğunu gösterir; dolayısıyla ilgili eseri mutlaka okumak ve bilinenin aksine “Ekmek yoksa pasta yesinler”den çok daha ötede bir mesele olduğunu görmek gerekir. Ancak Paris sokaklarında açlık kol gezerken 14. Louis dönemi mobilyalarını tartışmanın da bir noktada sorun çıkaracağı bellidir. Vergi almaktan başkasını yapamayan aristokrasi bir kıvılcımla binlerce kişiyi karşısına alır ve sonucunda Fransız Devriminin önünü açan süreç yaşanır. Bastille Hapishanesi Baskını o kıvılcımdır, gerisi zaten malum.
Bununla birlikte romanın gidişatı tarihe dair düşünme fırsatı da verir. Devrim sonrası kurulan mecliste halkın temsilcilerinin yanı sıra kral destekçileri de meclise girer. Sağ ve sol ayrımının da buradaki dağılımdan doğduğu söylenir. Kral ve eşi 1791’de saraydan gizlice kaçarken yakalanınca da işler çığırından çıkar. Amerika ile yürütülen ilişkiler yüzünden vatan hainliği suçlaması yapılır ve idam isteği haftalarca mecliste tartışılır, tepkiler yükselir, itiraz da edilir ama kan arzusu dinmez. 21 Ocak 1793’te Kral ve kraliçe ilgili suçlamalarla idam edilir. Ama kan akınca durmaz, arzu doymaz ve devrimin liderleri olan Jakobenler de payını alır. 5 Eylül 1793 – 28 Temmuz 1794 arasını kapsayan ve tarihe Terör Dönemi olarak geçen süreçte, liderlerden önce Jean-Paul Marat şüpheli bir intiharla hayatını kaybeder; ardından Maximillien Robespierre de giyotinde can verir. Kimileri bunun sebebini kral 16. Louis’nin ölümünden önce söylediği sözlere bağlarlar. Rivayete göre ölüme giderken “Masum olarak ölüyorum. Dökeceğiniz kanın Fransa’ya bir musibet getirmemesini diliyorum,” demiştir. Bu da yaşananları izah için bir sebep oluşturur. Batıl inanç ve hatalı sebep-sonuç bağdaştırmasına bir örnek.
Kral destekçilerinin giderek güçlenmesi ve Napolyon’un gelişiyle olaylar sona erer. 1799 yılında Napolyon destekçileri 18 Brumaire Darbesini gerçekleştirirler. Devrimin kurduğu Direktuvar görevden azledilir ve yerine Konsüllük idaresi kurulur. Bu da Napolyon’un yükselişinin başlangıcıdır. 1804 yılında imparatorluğunu ilan eden Napolyon Bonapart, 1915’te son kez yenilene kadar Avrupa’nın kaderini şekillendirir. En Son Kale’nin de bu doğrultuda pek çok benzerlik taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Son kale olarak betimlenen direniş noktası halihazırda insanlığın kendisiyle yüzleştiği ve yaşamın dinamiklerine dair uyanış yaşadığı yer olarak simgeleştirilir. Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinde olduğu gibi doğrudan yolun vardığı hedef değilse de önemli bir dönüm noktası olarak metnin vurgulamak istediklerini kendinde birleştirir, sembol görevi görür: Bathos olur yani. Velhasıl, güncel baskısı bulunmayan bu kıymetli yapıtın yeniden okurun beğenisine sunulmasını rica ediyor ve imkan dahilinde mutlaka bir şans verilmesini öneriyoruz.