“Bana öyle geliyor ki erkeklerin zayıf ve tehlikeli oldukları nokta, kibirleri. Kadının bir merkezi vardır, bir merkezdir kadın. Ama erkekler öyle değil, onlar erişmektir, uzanmaktır. O yüzden uzanırlar ve bir şeyler koparırlar, bunları etraflarına istif ederler ve ‘ben buyum, ben şuyum, bu benim, şu da benim, benim ben olduğumu size kanıtlayacağım’, derler. Ve bunu kanıtlayayım derken de bir çuval inciri berbat ederler.”
Jane Austen, Virginia Woolf ve Simone de Beauvoir gibi birçok kadın yazar, erkeklerin tahakkümü altında kalan edebiyatta nefes almaya çalışmışlardır. Hatta Emily Bronte gibi bugün klasikleşmiş kitapların yazarı kadınlar, eserlerini yayımladıkları dönemde erkek takma isimleri kullanmak zorunda kalmışlardır. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı kitabı bir kadın yazarın ihtiyacı olan şeylere değinir ve ancak maddi-manevi bağımsızlığı kazanan kadınların yazabileceğini söyler: Kendine ait bir oda, düzenli bir gelir ve açık bir zihin… Öte yandan bu kitap ve diğer birçokları, feminist hareketlerin amacına dair sorulan sorulara da cevap niteliğindedir. Kadınların erkek arayışından çıkarak özgür zihinlerle kendi yollarını çizmelerinin; baskılara, yargılara, saldırılara ve hatta istismarlara karşı birey olmanın verdiği güçle ayakları üzerinde durmalarının gereği şu sözlerle anlatılır:
“Kadınlar, erkekler gibi yazarsa ya da erkekler gibi yaşarsa ya da erkekler gibi görünürse binlerce kez yazık olur çünkü eğer iki cinsiyet, dünyanın genişliğini ve çeşitliliğini göz önünde bulundurduğumuzda epey yetersiz kalıyorsa, sadece bir tanesiyle nasıl idare ederiz?”
Ursula K. Le Guin isminin önemi, tüm kadın hakları mücadelesinin gerekliliği kadardır; yani her insanın zihninde bir köşesi olması gerekir. Kitaplarını okumak, söyleşilerini izlemekten ziyade, tüm yaşamıyla kattıklarının incelenmesi şart. Ömrü boyunca kadın hakları mücadelesi içinde bulunmuştur. Gerek yazdıkları gerekse söyledikleriyle bu konuda önemli adımlar atılmasını sağlamıştır. Bugünün erkek düşmanı anlayışın aksine Woolf gibi düşünür, yani erkeğin arkasında değil, yanında yer alan ve en az onun kadar güçlü bir kadın olması gerektiği fikrindedir. Balıkçıl Gözü de Ursula’nın gözünden bunun kazanım mücadelesine bakış imkanı sunuyor. Metnin tüm hatları incelikle dokunurken, okurun gözünde güç kavramına dayanan ilişkilerin gerçekçi eleştirisi de yapılıyor. Bambaşka bir gezegene sürülen barış arayıcılarının, kendileriyle birlikte taşıdıkları savaş resmediliyor. Yazarın gözünde yerleşik hâle gelen ve köklenen her fikrin yozlaşması muhtemel; bunun çözümü ise özgürlüğün ve imkanların adil şekilde paylaşımıyla olası. Kavgaları, bireysel tatminsizlikler doğurur. Özellikle de kendiliğinden yoksun erkeklerin sahip olduklarıyla, yani varlıklarıyla var olma çabası buna sebeptir.
Ayrıca dengelerin nerede olursa olsun oluştuğu da bir gerçek. Sürgün edildikleri dünyadan sığındıkları bu geri dönüşsüz hapiste, aslında yeni bir düzen kurma şansı yakalamışlardır. Ataları eski hataların bilinciyle hareket ederek, daha sağlıklı bir toplumun temelini atabilirdi. Fakat unutmayı seçmek, unutulanı tekrarlamayı kaçınılmaz kılıyordu. Böylece ortaya aynı kavgalar ve kayıplar çıkıyordu. Bu kavgaların ve ayrışmanın romandaki yansımaları ise yöneten ve yönetilen arasındaki çatışmalar olarak görülüyor. İlk sürgünler şehirler inşa etmiş, modern bir hayat yaşamaya başlamıştır; fakat ikinci sürgünler daha ziyade kasabalı insanlardır. Bu sebeple şehir ile kasaba arasında oluşan yaşam farkı zamanla açılmıştır. Bu farklılıkların açılması, çatışmaların asıl sebebidir. Sınıfsal çatışma olarak gözlemlediğimiz bu ikilem, özgürlük arayışında olan bireyin sistem ile olan zıtlaşmasına da göndermedir. Kasabalının “Sivil İtaatsizlik, Şiddetsizlik” kavramlarını kullanması, Gandi, Martin Luther King gibi pasifist direniş hareketi öncülerini zikretmesi, yazarın gündelik hayata dair görüşünü sunmaktadır. Bu insanların arayışı tarihten kopuk, münezzeh değildir. Kendi gerçeklerine yüz çevirmeden, hak ettikleri bir hayatın var olabileceğini düşünerek hareket etmektedirler.
Kitap 1978 yılında yayımlanmıştır. Belki de bunun etkisiyledir bilinmez, dönemin sona eren hareketlerinin ardından oluşan yeni bir umut beklentisi görürüz. Ölümlerin öldüremediği bir umut arayışına düşen insanlar hiç bilmedikleri bir yerin peşindedir. Bu noktada ise merkezde kadın vardır. Kadın karakterlerin iki cephede de karar alacak noktalarda bulunması önemli bir detaydır. Hangi sınıfta olursa olsun, kendi ayakları üzerinde durmak isteyen ve erkeklerin sudan sebeplerle ihlal ettikleri bireyselliklerine sahip çıkmayı hedefleyen kadınlar, erkeklerin dahi önüne geçerek topluluğun ilerleyişine vesile olmuşlardır. Yine Virginia Woolf ünlü Judith Shakespeare hikâyesinde, kadınların esirgenmesi ya da engellenmesinin aslında insanlığın ilerleyişine ihanet olduğunu söyler. Halbuki kadınlara da eşit imkanlar sunulsa dünya yalnızca tek bir Shakespeare okumak zorunda kalmazdı. Ursula’nın kadınlara öncülük ettirmesinin sebebi de budur. Doğanın, acının, korunmasızlığın ve saflığın içinde korkularıyla yüzleşirler; dar sokaklardan, şehrin yapmacıklığından kaçınır ve Balıkçılların dans ettiği kıyılara ulaşırlar. Özgürlüğü arayan ataları nasıl dünyaya meydan okuduysa, onların yolu da bu yarım kalan işi sürdürmek olur.
Velhasıl, şiddetin şiddetten başka bir şey doğurmayacağını, özgürlüğün er ya da geç kendisine bir yol bulacağını, insanın da bu uğurda kendi gerçeğiyle mutlaka yüzleşeceğini görürüz. İnfialler içine düşse de çıkışı bulduğunda içinde devam etme inancını da taşır. En azından yeni bir başlangıç için yolunu çizer. Lakin bu yola çıkış belki de bir kaçıştır, kendinden kaçış… Ursula’nın şiddete dair meylin aslında herkeste olduğunu anlatışı, ideallerin gerçekle yüzleşmesi de sayılabilir. Belki doğrudur, belki de umut artık dünyada kalmamıştır; sizce de öyle mi?