Arıların Tarihi

Arıların Tarihi: Arısız Bir Dünyanın Kederli Çöküşü

Norveçli roman yazarı ve senarist Maja Lunde’nin ilk yetişkin romanı Arıların Tarihi, 2015’te yayımlandığında dikkatleri üzerine çekti ve çok okunmasının yanı sıra Norveç Kitapçılar Birliği Ödülü’ne de layık görüldü. Yazarın dört kitaplık iklim-kurgu serisinin ilk parçası olan eser, insanlığın kırılganlığını, doğada yitirilen dengenin yol açabileceği kaosu, ebeveyn-çocuk ilişkisindeki çatışmaları, her şeye rağmen devam eden umut arayışını etkileyici bir kurguyla veriyor. Aralarında yaklaşık bir asır bulunan üç tarihsel dönemi birbiri ardına sıralanan bölümlerle aktaran yazar, kurgudaki yaratıcılığını yalın bir anlatım, gerçekçi karakterler ve inandırıcı bir toplumsal arka planla güçlendiriyor.

Bilimkurgunun yakından ilgilendiği konular genelde yeniliklere, ilerlemeye, keşiflere ve felsefi sorulara yönelik olsa da her tema bir miktar gelecek kaygısını da beraberinde getirir. Gezegenimizin insan faktörüyle kendi kendini yiyip bitirmesi ve canlılar için birer cehenneme dönüşme yolculuğuna başlamasıyla ilgili senaryolar sıkça karşımıza çıkıyor. Bunların en ilginçlerinden biri de arıların ortadan kaybolduğu bir dünyada yaşamanın zorluklarına değinmek olabilir, Maja Lunde’nin yaptığı gibi.

Son yıllarda bilimkurgu eserlerinin galaktik imparatorluklar veya makro evrenlerden ziyade kuantum mekaniğine, yapay zekâya, genetiğe, biyo-teknolojiye ve sosyal hayatta kendilerine yer bulan insansılar gibi empatiyi zorlayan konulara yöneldiğini fark etmek zor değil. Bununla birlikte iklim değişikliği ve çevre sorunlarının da görmezden gelinmesi çok zor. Gezegenimizde doğal yaşamı tehdit eden tahribata dair öngörüler sunan ekolojik kurgular artık daha yoğun üretiliyor ve eskisinden fazla ilgi uyandırıyor. Kontrolsüz teknolojik aktivitelerin neden olduğu küresel çaptaki yıkımların toplumları nasıl çaresiz bırakabileceği ve bir kaçış yolu bulmanın ne denli zor olabileceği birer uyarı niteliğinde inceleniyor. Söz konusu tema doğa olunca yaşamın devam etmesini sağlayan ve çoğunlukla farkında olmadığımız sayısız-hassas dengenin kırılımı sarsıcı biçimde öyküleştirilebiliyor. Dolayısıyla bilimkurgusal öğelerin hayatın direkt içine nüfuz ettiği bir dönemde yaşamanın bedeli olarak hâlihazırda distopik anlatıların öne çıktığını görüyoruz. Özellikle yapay zekâ alanında devrimsel sıçramaların eşiğinde durduğumuzu hissettiğimizden olsa gerek, tüm bu aygıtların işimize, sosyal hayatımıza, medeniyetimizi ileri (veya geri) götürmeye nasıl etki edeceği düşüncesini aklımızdan çıkaramıyoruz.

Arıların Tarihi, her şeyden önce, çoğu bilimkurgu eserinin yaptığı gibi, biz ayrımına varmasak da çevremizde sanki görünmez ellerle tekrar eden hayati eylemlere ilişkin bir farkındalık kazanmamızı sağlıyor. Bunu klasik fizikte gezegenlerin Güneş Sistemi’ndeki hareketi, kuantum mekaniğinde atom altı parçacıkların davranışları, doğada ise bitkilerin, böceklerin, büyük-küçük tüm canlıların birlikteliği şeklinde düşünebiliriz. Roman arıları merkeze yerleştirdiğinden aslında tüm ekosisteme dokunuyor çünkü arısız bir dünya biyoçeşitlilikteki kayıplar yüzünden yaşam döngüsünü yitirecek, önünde sonunda bir kaos iklimine sürüklenecektir. Maja Lunde karakterlerinin hırslarını, öfkelerini, ayrı ayrı hepsinin yüklenmek zorunda kaldıkları hayatlardan dolayı giriştikleri mücadeleyi es geçmez ve her iyi bilimkurgu romanında olması gerektiği gibi insana dair öyküleri ön planda tutuyor. Diğer katmandaysa arıların hem kendi aralarındaki hem de bitki örtüsü üzerindeki olağanüstü organizasyonunu ilgi uyandırıcı, daha çok araştırmaya teşvik edici bir biçimde iletiyor.

Arılar bitkilerin tozlaşmasında kilit öneme sahip olduklarından onlarsız bir dünyada meyve ve sebze türlerinde büyük kayıplar yaşanır, bir gıda krizinin içine düşerdik. Tozlaşma yoksa biyoçeşitlilik de yok demektir, yani kimi bitki türlerinin yitirilmesi kaçınılmazdır, bu yok oluşlar ekosistem dengesinin ortadan kalkması anlamı taşır. Gıda güvenliğinin aksaması toplumsal barışa zarar vereceği gibi insan sağlığını da olumsuz etkileyecektir. Göründüğü gibi biz farkında olmasak da yeryüzünde sadece çiçekler ve petekler arasında kanat çırpan arıların nasıl bir süper organizma oluşturdukları, biyoçeşitliliğin korunması için sergiledikleri çalışma temposu aslında mucizevi bir özelliğe sahip. Arısız kalan bitki örtüsü, toprak ve suyun da dengesini kaybetmesine, kısaca canlılığın yitip gitmesine yol açacaktır. Maalesef günümüzde arı popülasyonunda bir düşüş yaşandığı, birçok arı türünün tehlike altında kaldığı biliniyor. Hatalı tarım yöntemleri ve zirai ilaçların kullanımı, doğal alanların tahrip edilmesi, iklim değişiklikleri, çevre kirliliği gibi olumsuz gelişmeler yüzünden arısız bir dünyaya doğru yol almaya başladık bile, romanda kurgulandığı gibi, yakın gelecekte ciddi bir tehdit hissedebiliriz.

Roman üç farklı dönemde gerçekleşen, nihayetinde tarihsel bir kesişimin yaşanacağı tahminini yürütebileceğimiz olaylar çerçevesinde ilerliyor. Başlangıçta, arıların kitlesel bir koloni çöküşüyle ortadan kayboldukları yakın bir geleceğe, Tao isimli bir kadın ve onun dünyasına giriş yapıyoruz. Distopik havayı hissedebileceğimiz bu bölümlerde, insanların arıların doğal yetenekleriyle hallettikleri tozlaşma eylemeni gerçekleştirmek için ağaçlara tırmanıp çiçeklere polen taşıdıklarını ve bu rahatsız edici işi meslek edindiklerini anlıyoruz. Zamanla yarışarak ağaçlara tırmanan ve polenleri çiçeklere serpen binlerce insan yine de arıların doğal yeteneklerinden çok daha az verimli olabiliyor dolayısıyla dünyadaki gıda krizi derinleşmiş, bazı meyve-sebze türleri artık yok olmuş durumda. Kocası ve oğluyla yaşayan Tao için olaylar oğlunun garip bir şekilde hastalanmasıyla başlıyor, her şeyi geride bırakmayı göze alarak zorlu bir yolculuğa çıkıyor. 2098 yılında Çin’de geçen bu bölümler bize sadece arıların nasıl ortadan kayboldukları bilgisini vermiyor; dünyanın ıstıraplı koşullarını, iklim krizini, derin bir fakirliği, azalan nüfusu, boşalan şehirleri, Çöküş Dönemi denen kırılma zamanından sonra demokrasilerin nasıl düştüğünü çarpıcı bir bakışla resmediyor.

Tao’nun yaşamak zorunda kaldığı çöküş döneminin başlangıcı sayabileceğimiz ikinci tarihsel dönemde ise yıl 2007’yi gösteriyor. George isimli bir Amerikalı kendi çiftliğinde arıcılıkla ilgileniyor. Arıcılık George için bir aile mirası ve kendi mirasına da üniversiteye yeni başlayan oğlunun sahip çıkmasını istiyor, ne var ki bu konuda anlaşmazlık yaşıyorlar. Peteklerinden daha verimli bal almak isteyen, kovanlarını farklı bitki örtülerine doğru taşıyıp duran George için arıcılık ayrıca bir yaşam biçimi, her zaman daha iyisini yapabilmek uğruna gece gündüz çalışıyor, yeni sistemler geliştirmek için kendini işine adıyor. Dünyanın farklı yerlerindeki arıların ölümü, kolonilerin kayboluşuyla ilgili bir süredir kulağına gelen tatsız haberlerin bu kez kendi de öznesi olmaktan kurtulamıyor. O havayı bir türlü yakalayamasa da dünya değişiyor ve George nihayetinde bunun farkına vardığında hem arıcılık hem de ailesiyle birlikte asırlardır sürdürdüğü işin ifade ettiği anlam konusunda kırılmalar yaşıyor.

Üçüncü tarihsel dönemde 1852’ye uzanıyoruz, gelecek vadeden doğabilimci William, eşi ve çocuklarıyla İngiltere’de yaşıyor. Evliliği sonrası maddi kaygılar yüzünden tutku duyduğu akademik araştırma dünyasından uzaklaşıp tohum sattığı bir dükkân işletmeye başlıyor, ancak yaptığı tercihin kendisini körelttiğinin ayrımına vardığında hasta olup yatağa düşüyor. Kendini tekrar toparladığında arıların dünyasını daha iyi anlamak ve yeni kovan sistemleriyle bu mucizevi kanatlıların ürünlerinden en verimli biçimde yararlanabilmek için yoğun bir çalışmaya koyuluyor. Bölümler, William’ın geliştirdiği fikirler, yaptığı kovan tasarımları, arıların davranışlarına dair saatlerce süren gözlemler ve özellikle büyük oğluyla yaşadığı çatışmayla devam ediyor. William’ın arıcılığa yeni bir bakış açısı kazandırma çabaları, insanın tutku duyduğu bir işe giriştiğinde canlandığı görüşünü de destekliyor. Bu tarihsel dönemde arılar ve onların davranışlarını anlamlandırmak için yapılan diğer çalışmalar da bir bir karşımıza çıkıyor ve geçmişten bugüne gelişmenin nasıl elde edildiğine dair bir fikir de elde ediyoruz.

Maja Lunde üç farklı dönem, coğrafya, toplum, kültür ve insan yapısını aktarırken söz konusu zamanlara has bazen canlı bazen karanlık yer yer de sofistike bir atmosfer yaratıyor. Öykü karakterler tarafından anlatılırken üçü de farklı bir sesle konuşma becerisi gösteriyor ve zor bir iş olsa da kendi çağlarını, kültürlerini, korkularını, ideallerini dile getirirken dönemsel zenginlik de korunuyor. Eserin odak noktası olan kederli arısız dünya tasviri yine de o zarif anlatının, insana ait hikâyelerin, duyguların önüne geçmiyor, bu durum okurun empati duygusunu güçlendiriyor. Yazarın kurgudaki başarısı, ayrıca karakter oluştururken, ilişkilerdeki çatışmaları yansıtırken, odak noktasına konan fikir etrafında hem toplumsal hem de ekolojik sorunlara bir görüş kazandırırken de kendini gösteriyor.

Delidolu Yayınları’nın titiz bir çalışmayla okura sunduğu romanın başarılı çevirisi ise Dilek Başak’a ait.

Yazar: Serdar Yıldız

İllet (roman), Karanlık Gökkuşağı (öykü), Yüksek Doz Gelecek (beş yazar beş bilimkurgu kısa romanı), Silsile (Ödüllü Bilimkurgu Öyküleri), Arz Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Bilimkurgu Öykü Antolojisi).

İlginizi Çekebilir

Dan Simmons

Spekülatif Kurgunun Devi: Dan Simmons

Pek çok yazar birden fazla türde yazmanın hayalini kurar. Ancak bunu başarabilenlerin sayısı oldukça azdır. …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin