Zoltrak - Müfit Özdeş

Zoltrak | Müfit Özdeş (Kısa Öykü)

“Yine yanmış,” dedi Bonzo Dakore, stator ünitesinin erişim kapağını hırsla kapatarak.

“Ne yanmış?” diye sordu Leya Dakore, merak ve endişeyle.

“Zoltrak kablosu. Daha dün değiştirmiştim.”

“İyi,” dedi Leya ferahlayarak, “Nasılsa iki tane yedeğimiz var. Ötekini takarsın… Ne var, niye öyle bakıyorsun?”

“Yedeğin birini dün kullandık. Öbürünü de… şey…”

“Şey, ne?”

“Hani hatırlıyor musun, geçenlerde Orion sektörüne gönderilmiştik, CF822p pulsarındaki periyod değişiminin nedenlerini araştırmak için.”

“Evet?”

“Dönüşte yine zoltrak kablosunu yakmıştık…”

“Eee, ne olmuş?”

“Üsse döndüğümüzde yeni kablo almayı unuttum,” diye itiraf etti Bonzo.

Leya’nın gözleri dehşetle açıldı.

“Yani yedek kablomuz yok mu şimdi?”

“Korkarım öyle,” dedi Bonzo.

“Allahın belası herif! Nasıl unutabilirsin? Senin kadar tembel ve sorumsuz biri olamaz. Ben sana demedim mi, üsse dönünce hemen eksikleri tamamla diye. Ne yapacağız şimdi?”

“O kadar telaşlanacak ne var, sevgilim? Hipersinyalle merkezden yardım isteriz. Bir iki güne kalmaz gelip bizi alırlar. Biz de biraz tatil yaparız.”

“Hipersinyal aygıtı çalışmıyor, aptal herif. Foton deflektörü bozuk.”

“Bozuk mu? Daha yeni yaptırmıştın hani?”

“Yaptıracaktım, ama unuttum işte.”

“Unuttun mu? Peki nasıl bulacaklar bizi?”

Kısa bir sessizlik oldu.

“Galiba başımız belada,” dedi Bonzo.

Galaksografi Dairesinin uçucu personelinden Bonzo ile Leya Dakore’nin görevli olduğu iki kişilik araştırma gemisi, henüz kadastrosu yapılmamış dış sektörlerden birindeki G-tipi bir yıldız sistemine ön keşif için gönderilmiştı. Galaktik merkezden oldukça uzak sayılabilecek bu sistemin gezegenlerinde yaşam bulunması olasılığı az olmakla beraber, elektromanyetik tayfın bazı dalga boylarında son yıllardaki emisyon artışı dikkat çekici bulunmuştu.

Tüm araştırma gemilerinin mürettebatı evli çiftlerden seçiliyordu. Yol boyunca kah sevişiyor, kah kavga ediyor, bir çok geminin yitirilmesine neden olan depresyon ve benzer psikolojik sorunlardan böylece kurtuluyorlardı.

Bonzo ile Leya, üç gün süren bu uzun yolculuk boyunca da bazen tartıştılar, bazen barışıp dönelge bölümüne gittiler ve yıldızların üstünde doya doya seviştiler.

Elektromanyetik emisyon artışı saptanan gezegenin yörüngesine girmek için tam gezegenin çekim merkezine kilitlenmişlerdi ki, geminin stator ünitesi zoltrak aygıtının kontrolünden kurtuldu. İnanılmaz bir hızla gezegene doğru çekilmeyebaşlamışlardı. Bonzo son anda otomatik kumandadan çıkarak antigraviton frenlerini çalıştırdı ve gemiyi yere çakılmaktan güç bela kurtarabildi. Uçsuz bucaksız bir ovada, çukurluk bir yere zorunlu iniş yaptılar.

Yedek zoltrak kablosu kalmadığı için uçamayacaklarını, foton deflektörü bozuk olduğu için de yardım isteyemeyeceklerini işte o zaman farkettiler.

Bonzo ile Leya, inişi izleyen ilk dakikaları kavga ederek geçirdikten sonra biraz sakinleştiler. Önce, belki bir yerlerde zoltrak kablosu buluruz diye her tarafı aradılar. Gemiyi altüst edip umutlarını yitirince dönelge bölümüne geçtiler ve nice aşk saatleri geçirdikleri sanal yatağın üzerine çöktüler. En fazla üç beş günlük havaları kalmıştı ve bittiğinde gezegenin havasını solumak zorunda kalacaklardı. Oysa bu adsız gezegenin oksitleyici atmosferinde birkaç günden, belki de birkaç saatten fazla yaşamaları mümkün değildi. Çaresiz karı kocayı feci bir ölüm bekliyordu.

Foton deflektörünü onarmaları olanaksızdı, çünki bunun için yüksek teknolojiye dayanan komple bir tesis ve en azından yirmi teravolt gücünde bir parçacık hızlandırıcısı gerekirdi.

Aldığı eğitimler arasında kimya mühendisliği de bulunan Leya, yeni bir zoltrak kablosunu acaba biz kendimiz yapabilir miyiz diye düşünmeye başladı. Ama bunun olanaksızlığını pekala biliyordu.

Farklı sıcaklık ve mekanik gerilimlerde uzama katsayısı ve optik geçirgenliği değişebilen zoltrak kablosu, stator ünitesini hiperuzayda sanal bir noktaya sabitleyerek geminin kalkış noktasından varış noktasına pandül gibi salınmasını sağlayan zoltrak aygıtının belki de en yaşamsal parçasıydı. Kablonun hammaddesi olan lifler, çok özel bir organik sıvıdan haddelenerek üretiliyordu. Bu sıvı ise ancak belli bitkilerin basınç altında binlerce yıl kimyasal işlemden geçirilmesiyle elde edilebiliyordu.

“Başka bir kablo kullanalım,” dedi Leya, düşüncelerinden sıyrılarak.

“Deli misin? Akaka çiftinin başına gelenleri unutma. Uzayı yırtarız sonra. Kimbilir kaçıncı boyutta buluruz kendimizi.”

“Başka bir boyutta ölürüz, yani. Ama bu boyutta zaten öleceğiz. Bir deneyelim. Ne kaybederiz?”

“Ne mi kaybederiz? Biz belki birşey kaybetmeyiz. Ama uzay yırtılırsa bu gezegen ne olur, biliyor musun? Ya paramparça olur, ya da yörüngesinden çıkıp yıldızlararası boşluğa savrulur. Ya da şu yıldızın içine düşer. Belki şimdi bir işe yaramıyor, ama sonuçta tüm galaksi halkının malı; ve biz de galaksimize karşı sorumluyuz. Eğer sen foton deflektörünü değiştirtseydin…”

“Sen de Orion’dan dönünce yeni bir zoltrak kablosu alsaydın…”

Önce tartışmaları bitti, sonra da havaları. Uzay gemisinin kapısını açtılar ve birbirlerine yaslanarak dışarı çıktılar. Zehirli enjektörlerini yanlarına almışlardı. Oksitleyici atmosfer etkisini gösterip dayanılmaz acılar başladığında, yaşamlarına kendileri son vereceklerdi. Bir taşın üzerine çöküp birbirlerine sarıldılar. Ciğerlerinde hafif bir yanma başlamıştı bile, ama henüz rahatsızlık verici düzeyde değildi.

Bir süre sonra Leya ayağa kalktı. Zorunlu iniş yaptıkları çukurluğu çevreleyen yamaçlara ilgiyle bakıyordu.

“Şu yeşil öbeklere bak,” dedi. “Mineral oluşumlarına hiç benzemiyorlar. Bir çeşit bitki olmasın…” Öbeklerden birine yaklaştı, çömelip incelemeye başladı.

“Gerçekten de bir çeşit bitki bu. Çok sert dokusu var. Sanki atmosferin yakıcılığına karşı korunmak ister gibi…” Sonra ayağa kalktı.

“Yukarı tırmanıp etrafa bir göz atmak istiyorum,” dedi ve kararlı adımlarla yamacı tırmanmaya başladı. Bonzo da kalkmaya davrandı, ama midesi bulandı ve olduğu yere çöktü.

“Sen git,” dedi. “Ben seni burada beklerim.”

Leya tepeye yaklaşmıştı bile. Kenardaki bitki öbeklerine tutunarak kendini son bir gayretle yukarı çekti ve…

Bir yaratıkla burun buruna geldi.

Leya’nın o güne dek gördüğü en tuhaf ve korkunç yaratıktı bu. Her tarafı renk renk pörsümüş derilerle kaplıydı… siyah, gri, mavi, kahverengi, pembe, beyaz. Çok iri olmasına rağmen yalnızca iki lokomotor organ üzerinde, neredeyse yıkılacakmış gibi dengede duruyordu. Gövdesi yerçekimine meydan okurcasına dimdik yukarı yükseliyor ve üç garip uzantı ile sona eriyordu. Lokomotor organları andıran iki uzantı yanlara doğru çıkıp aşağı sarkıyor ve en uçta dallanarak daha ufak birkaç uzantıya ayrılıyordu.

Ama canavarın en dehşet verici yeri, tepedeki uzantısıydı. Bir tümörü andıran bu yuvarlak cismin üzerinde sıvımsı tuhaf bir maddeyle dolu iki iğrenç çukur, çeşitli et parçaları ve delikler vardı. Ortadaki büyük bir deliğin içi ve çeperleri sümüksü bir dokuyla kaplıydı. Uzantının tepesinden, dibinden ve salyalı büyük deliğin çevresinden karmakarışık siyah ve beyaz kıllar fışkırıyordu.

Bir an derin bir sessizlik oldu. Sonra yaratığın büyük deliği açılarak daha da büyüdü. İçinde sarı kemik parçaları ve büyük bir parça pembe et görülebiliyordu. Deliğin açılmasıyla birlikte içindeki et parçası dalgalanmaya ve havaya titreşimler yaymaya başladı.

Ödü patlayan Leya tam dönüp ardına bakmadan kaçacaktı ki, yaratığın üst yan uzantılarından birinin ucunda gördüğü şey onu olduğu yere mıhladı.

Bu bir zoltrak kablosuydu.

Leya, şaşkınlığı geçtikten sonra korkusunu yenerek yaratığın üstüne atıldı ve kabloyu çekip almaya çalıştı. Canavar gibi bir yaratığın evrenin bu ücra köşesinde nasıl olup da bir zoltrak kablosuyla karşısına çıkıverdiğini düşünmeye vakti yoktu. Yaratık en uçtaki küçük uzantılarıyla kabloyu kavramış, geri çekmeye çabalıyordu. Leya da can havliyle kablonun bir ucuna yapışmış, çekiştiriyordu. Ciğerleri acı verecek kadar yanmaya başlamıştı.

“Ver şunu bana! Bırak, tanrının belası…”

Yaratık aniden hareketsizleşti. Kablonun ucunu bıraktı ve sallanmaya başladı. Lokomotor organları tuhaf bir şekilde ortadan ikiye katlandı ve yaratık ağır ağır yere devrildi.

Leya bir an durakladı. Yaratık kımıldamadan yatıyordu. Leya döndü ve yarı koşarak yarı yuvarlanarak yamaçtan aşağı indi. Bonzo’ya sesleniyor, zoltrak kablosunu sevinçle havada sallıyordu.

Bonzo zehirli enjektörleri çoktan hazırlamıştı bile. Kabloyla koşarak gelen Leya’yı görünce neredeyse gözlerine inanamayacaktı. Leya başına gelenleri bir çırpıda anlattı. Bir yandan da, yaratık acaba kalkıp peşimden gelir mi diye yamacın tepesini gözlüyordu.

“Gerçekten çok yüreklisin,” diye coşkuyla kucakladı karısını Bonzo.

Gemiye girip kabloyu bağladılar ve hemen havalandılar. Leya dönelge lombozundan baktığında, karşılaştığı yaratığın yanına başka yaratıkların da toplandığını gördü. Hepsi üst uzantılarını sallıyor ve o iğrenç deliklerini durmadan açıp kapıyorlardı.

“Tam zamanında uzaklaşmışız,” dedi ürpererek. “Ne yapacağız şimdi?”

“Buradan iki saatlik yolda havası temiz bir gezegen biliyorum,” diye yanıtladı Bonzo. “Sanırım o kadar dayanabiliriz. Oradan da hava ikmali yapıp üsse geri döneriz.”

Bonzo gemi bilgisayarına rota talimatını verdi. Sonra birer ağrı kesici aldılar ve sabırla beklemeye başladılar. Bonzo düşünceliydi.

“Atmosferinin beşte biri oksijen olan bir gezegende yaşamın nasıl olup da geliştiğini bir türlü anlayamıyorum,” dedi.

“Belki de hiç anlayamayacağız,” diye yanıtladı Leya. “Gerçekten de gizemli bir dünya bu. Ne kadar iğrenç bir yaratıktı, bilsen. Acaba böyle ilkel yaratıklar zoltrak kablosunu nasıl üretebilmişler? Hem ne işlerine yarayabilir ki zoltrak kablosu?”

İkisi de evrenin gizemleri karşısında ürpererek reseptör yapraklarını salladılar. Hayretten mosmorötesi kesilmiş kuyruk bıdırcıklarını tersyüz ettiler ve dorsal çiftleşme mukozalarını birbirine yapıştırarak çılgınca sevişmeye başladılar.

Traktör yol kenarında yatan adamın hizasında sert bir frenle durdu. Römorktaki yolcular hemen atlayıp, yerde yatan adamın yanına koştular.

“Hacı Emmi bu!”

“Araba mı çarpmış acep?”

“Hayır. Yara bere yok, baksana. Başına güneş vurmuştur.”

“Su getirin!”

Traktörün sürücüsü de inmiş, Hacı Emmi’nin başına şimdi altı kişi toplanmıştı. Birisi koşup römorktan bidonla su getirdi. Adamcağızın yüzüne serptiler, saçını ıslattılar. Köylülerden biri ceketini katlayıp başını arkaladı. Hacı Emmi kendine gelir gibi oldu, gözleri aralandı.

“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluhu.Nerdeyim ben?”

“Burdasın Hacı Emmi. Şosenin kenarına yan gelmiş yatıyorsun.”

“O nerde?”

“Kim nerde?”

“İblis. Demin karşıma çıkan iblis midir cin midir, o işte.”

Yine gözlerini yumup dualar mırıldanmaya başladı. Adamlar birbirlerine baktılar.

“Hayal görmüşsün, Hacı Emmi. Güneş vurmuş kafana.”

“Vallahi de gördüm, billahi de gördüm. Aha nah şuradaydı. Osman’ın durduğu yerde. Ekmek kuran çarpsın.”

Adamlar güldüler.

“Televizyonda fredileri felan fazla izledin galeba, Hacı Emmi,” dedi bir tanesi.

“Akşama kahvede eyi mavra var,” diye ekledi Osman.

“Bak, ekmek çarpsın diyorum…”

Keskin bir vınlama sesi duyunca sustu. Öbürleri de susup kulak verdiler. Sonra herşey yıldırım hızıyla olup bitti. Şarampolden yukarı doğru, ışıklar saçan yuvarlak bir cisim çıktı ve yavaş yavaş yükselmeye başladı. Hacı Emmi, “Eşhedü en la…” diyebildikten sonra yeniden bayıldı.

“Kaçalım çabuk!”

“Allahım sen bizi koru.”

“İşte şurda içinde bir şey…”

“Jandarmaya haber edelim…”

“Durun, korkmayın, Allah büyüktür. Gidiyor işte.”

Cisim hızlanarak yükseldi, küçüldü, küçüldü, gökte toplu iğne başı kadar oldu ve kayboldu.

Köylüler bir süre endişeyle sağa sola bakındılar. Bu arada Hacı Emmi de ayılmıştı. Yaşlı adamın römorka binmesine yardım ettiler. Köye doğru yola çıktılar.

“Hacı Emmi, şu senin gördüğün in cin değil, düpedüz uzaylıymış. Hani filimlerdeki gibi.”

“Uçandairenin içinde biri vardı. İyi göremedim ama, insana pek benzemiyordu.”

“Bizim öğretmen uçandaire filan yok, göz yanılması diyor.”

“Yok deve! Bu gördüğümüz neydi öyleyse?”

Hacı Emmi hala salavat getiriyordu. Sürücü arkaya dönüp seslendi:

“Senden ne istiyorlardı ki, Hacı Emmi? Yoksa kaçıracaklar mıydı?”

“Ne bileyim ben oğlum? Şeytanın işine akıl sır mı erer?” Sonra telaşla yattığı yerden doğruldu. Avuçlarını açtı, sağa sola bakındı.

“Eyvah,” dedi. “Kaptırmışım.”

“Neyi kaptırmışsın?”

Hacı Emmi cevap vermedi. Yüzünde ağlamaklı bir ifade vardı.

“Allah rızası için siz de birlikte gelin bize, yemin billah edin, bana arka çıkın. Benimki canıma okuyacak, yine unuttun diye. Deyin ki ona: Unutmamış almış; almış ama dönerkene uzaylının biri kapıp kaçıvermiş deyin… ”

“Neyi kapıp kaçıvermiş, Hacı Emmi?”

“Çamaşır ipini,” dedi Hacı Emmi, “pazardan aldığım naylon çamaşır ipini.”

*Nostromo dergisinin İlkbahar/Yaz 1998 sayısında yayınlanmıştır.

Yazar: Müfit Özdeş

Yazar, çevirmen, devrimci... Bilimkurgu ile aramda zımnî bir anlaşma, bir "pakt" olduğunu söyleyebilirim. Bilimkurgu, hayallere sığmayıp taşan, boyutları ve olasılıkları sonsuz ve sonsuzdan da öte bir evreni avuçlarımın içine sığdırıyor... Ve karşılığında benden ruhumu istiyor. Eh, şimdi ben oturup niçin başka şeyler yazayım ki?

İlginizi Çekebilir

gece yolculugu

Geceye Yolculuk | Murat K. Beşiroğlu (Kısa Öykü)

Yanımda oturan kadından tuhaf bir koku yayılıyordu. Rahatsız edici değildi; güzel bile sayılırdı, ancak tekinsiz …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin