Zaman İnfazcısı | Mikail Boz (Kısa Öykü)

Üsteğmen Fahri İrdal, amiri Albay Halis Ayarcı’nın odasına her zamanki sakinliğiyle girdi. Duygudan yoksun selamlaşma her şeyin olması gerektiği gibi olacağına işaretti.

Fahri meslekte sekizinci yılını doldurmuş bir infazcı olarak zamanın içine dağılmış suçluları infaz ederdi. Kendisine verilen göreve asla itiraz etmez, soru sormazdı. Zira Zaman Hatalarını Düzeltme Enstitüsü’nde çalışmak güç bir işti. Çalışanların yarısına yakını Albay’ın doğrudan ya da dolaylı akrabalarıydı. En küçük bir hata veya iradesizlik işten atılmaya ve yerinin bir başka akraba tarafından doldurulmasına neden olabilirdi. Burada hayatta kalmak için taş suratlı bir görev adamı olmanız gerekirdi. Bu yüzden Fahri kendisine gönderilen dosyayı açar, hedefin ismini öğrenir ve gitmesi gereken zamana ve neyi, nerde yapması gerektiğine dair talimatlara bakardı. Bu işlerde tek eğlencesi infazları kanlı yapmasıydı. Sonrasında nano robotların etrafı temizlemesini uzun uzun izlemeyi severdi.

İşte hepsi bu kadar!  Asla başarısız olmamıştı.

Albay hedefin dosyasını eliyle havada yarım daire yaparak gönderdiğinde, Fahri her daim olduğu gibi hiçbir duygu belirtisi göstermeden dosyanın açılmasını bekledi. Öldüreceği kişinin ismine baktı. Durakladı. Bir şeylerden emin olmak için göz hareketleriyle veri tabanında tarama başlattı. Sonuçları gördüğünde tedirgince durakladı, duygusuz suratında az da olsa bir jest görüldü. Gözünü Albay’ın yüzüne kilitleyip, “Efendim!” dedi.

Albay’ın ışıltılı siyah masadaki bakışı ona yöneldi, “Evet, üsteğmen?”

Fahri durakladı, iç çekti, hızla kendine çeki düzen verdi. “Yok bir şey efendim!”

“O zaman haydi şu işi halledin!”

Denileni yaptı. Zaman Hatalarını Düzeltme Enstitüsü, Güneş’in hemen üstünde kurulmuş bir Dyson küresi üzerine yapılmıştı. Gerçi biraz fakir işiydi; yaklaşık yedi yüz bin kilometre karelik bir alandan ibaretti ve bu haliyle bir küreden çok Güneş’in üzerindeki bir yamayı andırıyordu. Fahri, paneller üzerine inşa edilmiş büyük yapının koridorlarından geçip asansöre bindi. Kapanan asansör kapısı, ömründe bir dönemin de sona erdiğini simgeliyor gibiydi. “Nasıl bir işe bulaştım ben böyle?”

Yaşadığı durum ironikti çünkü zaman paradokslarından başlıcasını ihlale yol açıyor görünüyordu.

Miladi takvime göre 1970 yılında doğmuş ve infaz tarihinde 48 yaşında olacak olan dedesi öldürülecekti. Dedesinin suç dosyası tıpkı annesinin geleneksel akşam çaylarında anlattığı gibi hayli kabarıktı. Hedef biraz asabi bir adamdı ve herkesçe çocuklarına ve bilhassa hayvanlara uyguladığı acımasız şiddet ile bilinirdi. Dört çocuğu vardı ve babası sıralamada sondaki kızdan bir önceki, üçüncü erkek olarak doğmuştu. Çocuklar rivayete bakılırsa beşikteyken bile üzerinde söndürülen sigara izmaritiyle “dayanıklılık testine” tabi tutulmuştu. Annesi, babasının sırtında bu “işaretin” olduğunu söylemişti. Gün geçmez ki bir çocuk kemer, cop, söğüt dalı ile dayak yesin; suratında patlayan tokatlarla yere yığılıp kalmasın! Yaşadıkları ev bir işkencehane gibiydi. Adam tam bir psikopattı! Dedesinin infaz tarihi 15 Ağustos 2018 idi ve bu tarihte aslında kendisi henüz doğmamıştı bile; yaklaşık iki yıl vardı!

Dosyaya düşülen notta, yerel saat 13:10’dan önce infaz gerçekleşmez ise Fahri’nin müstakbel babasının, dedesi tarafından öldürüleceği belirtiliyordu.

“Paradoks!” diye düşündü bir an, ama hayır, belki de değildi. Asıl paradoks dedesi babasını kendisi daha tohum olarak anne rahmine düşmeden öldürdüğünde gerçekleşir, dolayısıyla ona uzanan doğum zinciri kırılır ve hayata gelemezdi. Dedesi görünüşe bakılırsa bu dünyada yapması gereken her şeyi yapmıştı; fazlasıyla… Rahatlatıcı bir çıkarım. Derince iç çekti.

Asansör son hız binanın en derinlerine doğru hareket ederken, bir an yeraltındaki ölüler diyarını ziyaret ediyormuş gibi hissetti, ürperdi.  “Paradoks yok,” dedi. “İnfaz mümkün. Git ve görevini yap! Yaşayacaklar yaşasın, ölecekler de ölsün!”

Bununla birlikte asla gecikme ihtimali olmamasına rağmen 13:10’dan önce infazın gerçekleştirilmesi gerektiğine dair not onu endişelendirdi. “Yoksa… Babam ölecek!”

“Babam!” sözcüğü asansörde yankılandı!

“Babamı kurtaracağım.” Yüzü bir anda asıldı. Tarih babasının bir daha hiç dönmemecesine ortadan kaybolmasından üç yıl öncesiydi. Geride bıraktığı tek şey kendisiydi… ve… bıraktığı bu şey onun hayatını kurtaracaktı! İlk defa onun yüzünü görecekti! “Babamla yüzleşeceğim ama hiçbir şey soramayacağım!”

İmkânı olsa bile ne soracaktı? Neden terk edip gittiğini mi? Anlamsızdı bunlar! Keşke… Onu…

Zaman makinesinin bulunduğu kata vardığında artık kendinden emindi. Alnından süzülen ter damlacıklarını sildi. Bu türden infaz kararları tarihteki gerçekleşmiş tüm olayların ayrıntılı bir kronolojisine sahip, Menhus adlı yapay zekâ tarafından kontrol edilmekteydi ve ne olur ne olmaz diye bu kararlar Enstitü Kurulu’nun onayına tabiydi. Gerçi bugüne kadar Kurul’un Menhus’tan gelen herhangi bir talimatı reddettiği görülmemişti ama buna rağmen kurul üyeleri her bir talimatı titizlikle inceler, saatlerce tartışır, behemehâl kararı onaylardı.

Zaman makinesinin bulunduğu büyük “Bölge”ye yaklaştığında her zaman hissettiği gibi heyecan dalgasıyla ürperdi. Makine inanılmazdı. Zamanın bütün katmanlarına eşitçe dokunan, oluş fikrini kesitler arasındaki yolculuğa dönüştüren bir “Yüce”ydi o. Giriş kapısına yaklaştığında büyük harflerle yazılmış “GERÇEK OLAN AKLA UYGUNDUR, AKLA UYGUN OLAN GERÇEKTİR!” yazısını okudu. Evet, birazdan olacak şeyler de, her ne kadar kendi kişisel tarihiyle kesişmiş olsa da, olması gerektiği gibi olacaktı.

Görev dosyasının gerektirdiği hazırlıklar çoktan yapılmıştı. Makineye monografideki barkodu okuttu. Geçiş izni verildi. Sanki yeniden doğuşa hazırlanıyormuş gibi anadan üryan soyundu. Konumunu aldı. Parçalara ayrıldı. Erimek gibi bir şeydi bu! Binlerce derecelik ısıda kaynayan bir plazmanın içindeymişsiniz gibi katmanlar arasında, esnek ve geçişken, dolaşıyordunuz!

Gözünü açtığında, İstanbul, Kâğıthane’deki bir depodaydı. Kendisini karşılayan görevli derhal ona içinde görev elbiselerinin de bulunduğu çantayı ve zaman yolculuklarının değişmez içeceği, közde pişmiş bir fincan sade Türk kahvesini uzattı. Kahveyi bir dikişte içti, kargocu elbisesini giyindi.

Kargo internetten sipariş edilmiş bir cep telefonuydu. Kutuyu alıp arabaya atladı.  Kağıthane, Çağlayan’da öğle tatili henüz başladığı için sokaklar insan doluydu. Üst üste yığılı binaların arasında, iki defa Suriyelileri, bir kez de yere tüküren Moğol’u ezme tehlikesi içinde hedefine ulaştı. Gül apartmanı, daire iki. Saate baktı: 13:05.

Oldukça eski, yeşilimsi çelik kapıya yaklaştı. İçeriden bağrışma sesleri geliyordu. Zili aralıksız çaldı. Kapıyı kısa boylu, kirli sakallı, görünüşe bakılırsa abdest almak için değil, oğlunu dövmek için kollarını sıvamış bir adam açtı. Evet, dedesine bakıyordu. Yüzü pancar gibi kızarmıştı!

Dedesi, “N’oldu? Ne o?!” diye tersleyerek soran gözlerle baktı.

Üsteğmen kargonun üzerindeki faturaya sanki ilk kez bakıyormuş gibi göz attı, “Ayfon” dedi.

“İyi, iyi!” dedi adam. Sonra nispet edercesine, “Duy ulan şerefsiz! Malımı mülkümü sana verip heba edeceğime gider kendime ayfon alırım! Duydun mu lan! Zırnık yok sana!”

Adam kargoyu hızla alıp teslim belgesini imzaladı. Fahri’nin yüzüne bile bakmadan içeriye yönelerek kapıyı arkasından ittirmişti. Tam bu sırada ayakkabısının ucuyla kapıyı durdurdu! Dedesi farkına varmadı.

İçerden genç bir adamın sesi yükseliyordu. “Evi ben kendi alınterimle, eşek gibi çalışarak aldım! Sırf yaşım tutmuyor diye senin üzerine yaptık. Hatırla baba! Bize de yazık! At imzayı tatlılıkla çözülsün bu iş!”

Üsteğmen acele etmesi gerektiğini biliyordu. Silahını çıkarıp sesin geldiği yere yürüdü. Oturma odasının kapısına varmıştı.

Dedesi, “Vururum ulan seni, vururum da vermem evi!” diye bağırdı. “Tatlılıkla vermezsem n’olur? Ha?!!”

Fahri’ye göre dedesinin tehdidi boşuna değildi çünkü belinde bir silah duruyordu.

“Baba! Gözünü seveyim!”

O an babasının bezgin, sinirli yüzünü gördü! İlk temas! İşte annesini yıllarca sefalet içinde bırakan, hiçbir haber bırakmadan ortadan kaybolan o adam, buydu! Bir şeytan görmeyi bekliyordu! Babasının hıncını kendi oğlundan çıkaran bir şeytan! Ama… Yüzündeki sinire karşı mülayim yüzlüydü!

Görevini hatırladı!

Hiddetinden evdeki yabancıyı fark etmeyen, öz oğlunun üzerine onu öldürmek için yürüyen dedesinin ensesine nişan aldı!

Ateşledi!

O an dünya üzerindeki bir canlının kalıntıları evin duvarına ve televizyona kan ve et olarak saçılmıştı.

Ama bu ölmesi gereken kişinin değil, henüz soy zincirine gerekli halkayı armağan etmemiş olan babasınınkiydi. Babası kargocunun elindeki silahı görür görmez öne atılmış, kendi babasını kurtarmış ama bu fedakarlığı hayatına mal olmuştu.

Dedesi yere düşmüştü. Kafası parçalanmış oğluna mı ağlasın yoksa canının kurtulduğuna mı sevinsin bilmiyordu herhalde. Kısa bir süreliğine kararsız kaldıktan belindeki silahı Fahri’ye doğrultup ateş açtı. Patlamalar evin içinde yankılanıyordu. Fahri kendini yere attı. Dedesi arka bahçeye açılan kapıdan çıkıp, çoktan tüymüştü.

Üsteğmenin yaralı değildi. Sadece kuru sıkı tabancanın patlamalarından dolayı biraz kulağı çınlıyordu.

Şaşkındı.

Şu an yanlış kişi ölüydü.

Paradoks!!!

“Ben bittim!” diye düşünüyordu! Birazdan tıpkı ölen babası gibi kendisi de tarihte var olmamacasına yok olup gidecekti. Ne bu görev ne de diğerleri… Tarih baştan sona değişecekti!

Bekledi… Bekledi… Bekledi!

Hiçbir şey olmadı!

Babası ölüydü. Dedesi kaçmıştı!

“Bir şeyler ters,” diye düşündü. Şu an ben YOK olmalıydım! “Bu nasıl mümkün olabilir?”

“Yoksa… Yok mu oldum ben?” Sağını solunu yokladı! Yaşıyordu! Galiba!

Aklını yitirecekti!

Bu nasıl olabilir diye düşündü. Fazla olasılık yoktu.

Birinci olasılık: Babasını öldürdüğü için her şey değişmiş, bu çalkantı nedeniyle bir paralel evren oluşmuş, baloncuk gibi önceki evrenin kabartılarından doğan bu evrende akla uygun olmayan bir gerçeklik meydana gelmişti! Hemen zaman makinesinin girişindeki o sözü anımsadı: “Gerçek olan akla uygundur, akla uygun olan gerçektir!”

Mümkün değil!

O halde ikinci bir olasılık vardı: Tamam! Babasını öldürmüştü… Yanlışlıkla… Bu talihsiz adam bir şekilde yeniden yaşama geri dönmüş, döndürülmüş olmalıydı!  Çok akla uygundu! Zamandaki sapma düzeltilmişti!

Bu bir zaman hatasıydı ve derhal bu hatayı düzeltecek bir çözüm bulmuş OLMALIYDI!

Evet, tek mantıklı olasılık BU görünüyordu. Çünkü akla uygundu!

“Ben bir çözüm bulmuş olmalıyım,” diye düşündü, “Ama NE”?

Bir an ölü adamın paramparça olmuş cesedine baktı. Zihninde bir ışık belirdi!

Hemen babasının kalıntılarından bir parça alıp tüpe koydu. Nano robotları programlayıp odayı iyice temizlettirdi. Bu sefer hiçbir şey izlemedi! Midesi bulanıyordu.

Evden çıktı ve zaman makinesinin olduğu depoya geri döndü. Dönüş için hazırlanmış barkodu makineye okuttu ancak son anda kahve içmek istediğini söyleyerek görevliyi uzaklaştırdı, acil kodu girerek kendini 2033 yılına ışınladı. Amsterdam’daydı!

Kafayı çekip uçuşa geçtiği, dalgın olduğu anlardan arta kalan zamanında Zaman Hatalarını Düzeltme Enstitüsü’nün işlerini yapan Doktor Ramiz’in yanına gitti. Ramiz, Coffee House görünümlü işletmesinin arka odasında psiko litürjik testler üzerine çalışıyordu ve şu an kafası ummadığı kadar berraktı. Üsteğmen onun biraz uçuşta olmasını isterdi zira kafası ayıkken gıcık birisine dönüşürdü. Başından geçenleri bir çırpıda anlattıktan sonra dostundan istediği yardımı söyledi: Yanlış kişiyi öldürmüştü. Ölenin derhal klonlanması gerekliydi. Babası klonlanacak, hiçbir şey olmamış gibi 2018 yılına götürülecek, dedesinin icabına baktıktan sonra her şey yine olması gerektiği gibi devam edecekti!

“Hayır!” diye kesin bir biçimde itiraz etti Ramiz. “Bu mümkün değil dostum. Enstitü kendi zamanı dışında yapılan klonlamaları yasaklamıştır… Bakın! Bu çok net! Adamcağızı ancak kendi zamanında klonlayabilirsin. Bu zamanda asla mümkün değil. Bu ihlaldir ve öngörülemez sonuçlara yol açar! Hem senin gibi yıllar yılı baba hasreti çekmiş birisinin bu türden öngörülemez eylemleri pek iyi sonuçlar vermez. Hasret ile nefret at başı gider zaten…”

“Kes şu psikolojik saçmalıkları!” diye bağırdı Fahri. “Öngörülemez mi? BEN yok olacağım! Asıl öngörülemez sonuçlar bundan sonra ortaya çıkacak! Asıl… Asıl yıkımı adamcağızı klonlanmazsak yaşayacağız. O olmadan ben de olamam! Bu dünya bensiz olamaz! Bu akla uygun değil!”

“Ama sen varsın!” diye itiraz etti Ramiz! “İşte, buradasın!”

Fahri afalladı! “Evet! Varım! Çünkü… Akla uygun biçimde babamı klonlayıp onu kendi zamanına götüreceğim! Ben bu hatayı telafi edecek akla uygun bir şey yapmış olmalıyım ve o BU! Dolayısıyla onu hemen klonlayıp kendi tarihine, işler daha sarpa sarmadan, götürmeliyim. Acele etmeliyiz! Mantıklı olan bu!”

“Hayır dostum” diye mırıldandı Ramiz yine. “Şu an aklın değil duyguların konuşuyor! Şu an hiçbir şey yapmamalıyız! Bu tür durumlarda bir şey yapmamak değil, YAPMAK başımıza öngörülemez sonuçlar yol açar! Hatta şu an hiçbir şey yapmak zorunda değilsin! Her şey oldu bitti. İşler kendi kendine yoluna girmiş olmalı! Yapmamayı yapmalısın! Bir şey yapmamız çok mantıksızca!”

“Ben öleceğim!” diye bağırdı.

“Hayır!” diye itiraz etti Ramiz. “Eğer ölecek olsan şu an ÇOKTAN ölmüştün. Şu an varsın!  Dolayısıyla artık hiçbir şey yapmana gerek yok! Rahat ol, git keyfine bak! Kimseyi klonlanmak zorunda değiliz!

“Mümkün değil!” diye bağırdı. Kanıt mı istiyordu? Öyleyse kanıt gösterecekti! Yasak olmasına rağmen gösterecekti! 2061 yılına ait dünya nüfus bilgilerinden bir kısmını gösterdi!

Fahri İrdal

Doğum Tarihi: 02.29.2020

Durumu: Yaşıyor

Babası: Numan İrdal

Doğum tarihi: 01.09.1995

Durumu: 17.09.2021’den beri kayıp.

Annesi: Zahide İrdal

Doğum Tarihi: 17.08.1999

Durumu: Yaşıyor.

Ramiz verilere baktı! “Ben bunlarda bir terslik göremiyorum” dedi. “Sadece babanın kaybolduğu tarihi yanlış girmişler. Enstitü kayıtlarına hiç güven olmaz zaten.”

“Seni ahmak!” diye bağırdı Fahri. “Benim doğum tarihimi görmüyor musun? Eğer babam ölürse ben nasıl o öldükten sonra doğarım?!”

Ramiz sırıttı!

O an Fahri, Ramiz’in yüzüne çaresizce baktı. Bu kötücül gülüş!

Silahını çekip onu da öldürmek istiyordu!

“Ne oldu!” diye bağırdı!

“Bir şey yok!” dedi! Yine sırıtıyordu!

Kaçırdığı bir şey mi vardı! İnfazcının gözünden kaçan bir ŞEY? Bir başka olasılık! “Ama benim ölmem gerekiyordu!” diye ünledi!

“Gerekmiyordu! Bu bir olasılıktı” diye cevapladı Ramiz. “Sen yaşıyorsun! Hep bir olasılık vardır!”

“Öyleyse!”

“Öyleyse” diyerek arkadaşının koluna girdi ve gelecekten geldiğini iddia eden ama kimsenin ilgilenmediği bir adamın yanı başına oturdular.

“Mahalle sütçüsünün hikayesini biliyor musun?” diye sordu Ramiz.

Bilmiyordu…

Yazar: Mikail Boz

Ömrünün yarısını ne yapacağını, kalan yarısını da ne yaptığını düşünerek geçirmek istemeyen bir yersiz yurtsuz... Bilimkurguyu da bu yüzden seviyor...

İlginizi Çekebilir

nebula

Spinoza’nın Hayaleti | Varlık Ergen (Kısa Öykü)

Varsayım. Bu kelimeyi herhangi bir yerde herhangi bir insandan duymuşsundur. Hatta sen de sık sık …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et