Büyükbaba Ford, çenesi ellerinde, elleri bastonunun tepesinde dinlenerek, odaya hakim konumdaki yetmiş ekran televizyona nemrut nemrut bakıyordu. Ekranda bir haber spikeri günün olaylarını özetliyordu. Her otuz saniyede bir, Büyükbaba bastonun ucuyla yeri dürtüp bağırıyordu, “Yahu, biz bunu yüz yıl önce yaptıydık!”
Emerald ile Lou balkondan ve MS 2185’in nadir bulunan cevherini -mahremiyeti- arayışlarından dönüp de salona geldiklerinde artık son sıraya oturmak zorundaydılar, Lou’nun anne ve babasının, kardeşi ve yengesinin, oğlu ve gelinin, torunu ve karısının, diğer torunu ve kocasının, büyük torunu ve karısının, yeğeni ve karısının, büyük yeğeni ve karısının, diğer büyük yeğeni ve kocasının, büyük büyük yeğeni ve karısının arkasına ve tabii ki hepsinin en önünde oturan Büyükbaba’nın da. Anti-kerosen öncesi standartlara göre buruşuk ve iki büklüm Büyükbaba’yı saymazsanız, diğer herkes hemen hemen aynı yaşta gibi görünüyordu, yirmili yaşlarının sonunda ya da otuzlu yaşlarının başında.
“Bu esnada,” dedi spiker, “Iowa, Council Bluffs’taki dehşetli trajedi hâlâ sürüyor. Fakat yorgun düşmüş 200 kurtarma görevlisi umutlarını kaybetmeyi ve kazmalarını bırakmayı reddediyorlar. Elbert Haggedorn, yaş 183, sıkıştığı yerde iki gündür…”
“Keşke daha neşeli bir şeyler açsa,” diye fısıldadı Emerald Lou’ya.
“SESSİZLİK!” Büyükbaba gürlemişti. “TV açıkken koca gagasını açan ilk kişi vakit geldiğinde bir dolar bile alamamacasına kendini silinmiş bulur.” Sesi aniden yumuşadı, tatlı bir hâl aldı. “Indiana Yarış Pisti’nde damalı bayrak sallandığı ve yaşlı büyükbabanızın Yukarı Giden O Canım Yolculuğa koyulduğu o vakit geldiğinde.”
O hisli hisli burnunu çekerken vârisleri de en ufak bir ses çıkarmamak için umarsızca konsantre oldu. Bu beklenen Canım Yolculuk, Büyükbaba tarafından her gün en az bir kere dile getirildiği elli yıl içinde onlar için dokunaklı olmaktan çıkmıştı. “Wyandotte Üniversitesi Rektörü,” spiker konuşmaya devam ediyordu, “Dr. Brainard Keyes Bullard, bugün yaptığı bir konuşmada dünyadaki kötülüklerin birçoğunun kökeninin, insanın kendisine dönük bilgisinin dış dünyayı bilişinin hızına yetişemiyor oluşuyla açıklanabileceğini söyledi.”
“Yahu,” diye homurdandı Büyükbaba, “biz bunu yüz yıl önce söylediydik.”
“Bu akşam Chicago’da” diye devam etti spiker, “Chicago Doğum Hastanesi’nde özel bir kutlama gerçekleştiriliyor. Kutlamanın onur konuğu ise Lowell W. Hitz, yaş sıfır. Doğumu bu sabah gerçekleşen Hitz, hastanede dünyaya gelen yirmi beş milyonuncu bebek.” Spiker ekrandan silindi ve yerine genç Hitz geldi, öfkeyle biteviye ağlıyordu.
“Yahu,” diye fısıldadı Lou Emerald’a, “biz bunu yüz yıl önce söylediydik.”
“Seni duydum!” Büyükbaba bağırmıştı. Televizyonu kapadı, korkudan donakalmış vârisleri sessizce ekrana bakmaya devam etti. “Sen, oradaki, delikanlı…”
“Kötü bir kastım yoktu efendim,” dedi Lou, yaş 103.
“Bana vasiyetnamemi getir. Nerede olduğunu iyi bilirsin. Siz hepiniz iyi bilirsiniz nerede olduğunu. Haydi bakalım delikanlı!” Büyükbaba büklüm büklüm olmuş parmaklarını şıklattı.
Lou bön bön baş salladı ve kendini holde, yatakların arasından yol açarak Büyükbaba’nın odasına doğru giderken buldu, Fordların dairesindeki tek özel odaya. Evdeki diğer bölmeler banyo, oturma odası ve penceresiz büyük holden ibaretti, hol esasen yemek odası olarak düşünülmüştü ve bir ucunda mutfak vardı. Hole ve oturma odasına altı şilte, dört uyku tulumu serpiştirilmişti ve oturma odasındaki çekyat on birinci çifte aitti, günün gözdesi kimse onlara.
Odasında dururdu, Büyükbaba’nın kirle sıvanmış, kenarları kıvrılmış, delik deşik ve yüzlerce eklemeyle, çıkarmayla, suçlamayla, şartla, uyarıyla, tavsiyeyle, evcil aforizmayla katman katman olmuş vasiyeti. Lou’nun gözünde bu doküman bir günlüktü, günaşırı tazelenen bir didişmenin iki yaprak kağıda sıkıştırılmış, tahrif edilmiş, okunaksız dökümü. Bugün, Lou on birinci kez mirastan mahrum bırakılacak ve miras üzerindeki payını tekrar kazanması muhtemelen altı ay boyunca kusursuz davranışlar sergilemesini gerektirecekti. Tabii Em ve kendisi için oturma odasındaki çekyat söz konusu bile olamazdı.
“Delikanlı!” Büyükbaba seslenmişti.
“Geliyorum efendim.” Lou oturma odasına koşturdu ve Büyükbaba’ya vasiyeti teslim etti.
“Kalem!” dedi Büyükbaba.
On bir kalem anında beğenisine sunuldu, her bir çiftten bir adet.
“O berbat şey mürekkep akıtıyor,” dedi ve Lou’nun kalemini öteledi. “Ah, işte iyi bir kalem. Aferin evladım Willy.” Willy’nin kalemini kabul etti ki bekledikleri ipucu da buydu. Demek ki Willy -Lou’nun babası- yeni gözdesiydi.
Willy, her ne kadar 142 yaşında olsa da en az Lou kadar genç görünüyordu, sevincini pek de gizleyemiyordu doğrusu. Utangaç bakışlarla çekyata göz gezdirdi, artık onun yatağıydı, Lou ve Emerald ise tekrardan hole, bütün konumların en kötüsüne, banyo kapısının önüne taşınacaklardı.
Büyükbaba sebep olduğu köklü dramların hiçbirini ıskalamadan, alışkın olduğu rolüne bütün benliğiyle sarıldı. Sanki vasiyeti ilk defa görüyormuşçasına parmağıyla satır satır takip ederek, yüksek sesle okumaya başladı; tok bir sesle, monoton, kilise orgunda bir bas nota gibi.
“Ben, 257. Bina, Alden Village, New York, Connecticut adresinde mukim Harold D. Ford, işbu belgeyle kabul ve beyan ederim ki bu belge Vasiyetnamemin nihai biçimidir ve şimdiye dek tarafımca yazılmış her vasiyeti ve onların eklerini rücu yoluyla gayri muteber kılar.” Burnunu ehemmiyetle temizledi ve devam etti, hiçbir kelimeyi atlamadan, birçoğunu vurgulamak için tekrar ederek, özellikle de her an daha da detaylanan cenazesini tasvir eden kelimeleri.
Talimatları sona erdiğinde Büyükbaba o denli duyguyla dolmuştu ki, Lou vasiyeti en başından niye getirttiğini unutmuş olabileceğini düşündü. Fakat Büyükbaba, güçlü duygularını bir kahraman gibi kontrol altına aldı ve tam bir dakika süren bir silme işleminin ardından tekrardan yazmaya, bir yandan da konuşmaya başladı. Lou onun yerine repliklerini okuyabilirdi, onları o kadar sık duyuyordu ki.
“Bunun evvelinde de o kadar kırıldı ki kalbim, sel olmuş gözyaşlarımı daha iyi günlere saklıyorum,” dedi ve yazdı Büyükbaba. “Fakat kalbimi en derinden yaralayan kişi…” Çevresindeki gruba bakıp mücrimin kimliğini hatırlamaya çalıştı.
Herkesin yardımseverliği tuttu da bakışlarını Lou’ya çevirdiler, o da pes edip elini kaldırdı.
Büyükbaba baş salladı, hatırladı ve cümlesini tamamladı, “ikinci göbek torunum Louis J. Ford’dur.”
“Birinci göbek efendim,” dedi Lou.
“Geveleyip durma. Yeterince dibe batmış durumdasın genç adam,” dedi Büyükbaba fakat değişikliği de yaptı. Bundan sonra, hiçbir adımını atlamadan, saygısızlık ve geveleyip durmak hâllerinden kaynaklı mirastan ıskatın çerçevesini çizme işine koyuldu.
Takip eden paragrafta şu veya bu zamanda, şu veya bu sebeple odadaki herkesin başına gelmiş olduğu gibi, Lou’nun ismi silindi, Willy dairenin ve daha da önemlisi çift kişilik yatağı olan kişisel odanın yeni vârisi olarak atandı.
“Pekâlâ,” dedi Büyükbaba gülümseyerek. Vasiyetnamenin sonundaki tarihi sildi, saati de içerecek şekilde yerine yenisini ekledi. “Peki, şimdi McGarvey’leri izleyelim.” McGarvey’ler Büyükbaba’nın 60 yaşından bu yana izlediği bir televizyon dizisiydi ya da şöyle demeli: 112 yıldır izlediği. “Bu bölüm olacakları görmek için sabırsızlanıyorum.”
Lou gruptan ayrıldı ve tuvalet kapısının dibindeki dertlerden örülmüş yatağına uzandı. Nerede olduğunu merak ederek Em’in de kendisine katılmasını diledi.
Şöyle bir iki dakika kestirmişti ki banyoya girmek için üzerinden atlayan biri rahatını bozdu. Bir dakika sonra da, sanki lavabo giderine bir şeyler dökülüyormuş gibi boğuk bir ses kulağına geldi. Em’in kafayı kırdığı ve Büyükbaba’yla ilgili korkunç bir şeyler yaptığı düşüncesi aniden zihnine saplandı.
Panelin diğer tarafına doğru fısıldadı, “Em?” Cevap gelmedi, Lou kapıya yüklendi. Yıpranmış kilidin yuvasında zaten idareten duran dili bir saniye dayandı, sonrasında kapı salınarak içeri doğru açıldı.
“Morty!” Nefesi kesilmişti.
Lou’nun, evlenişi de karısını Ford malikanesine getirişi de henüz taze olan üçüncü kuşaktan yeğeni Mortimer, Lou’ya suçlu, huzursuz ve şaşkın bakıyordu. Tek tekmede kapıyı kapattı Morty, ne var ki elinde tuttuğu şeyi Lou’ya açık etmeyecek kadar hızlı davranamamıştı: Büyükbaba’nın ekonomi boy devasa anti kerosen bidonu ki belli ki yarıya kadar boşaltılmıştı ve Morty boşalan yarısını musluk suyuyla tamamlıyordu.
Bir dakika sonra Morty dışarı çıktı, muzaffer bir edayla Lou’yu süzdü ve güzelim karısına katılmak üzere tek kelime etmeden önünden geçip gitti.
Dehşete düşen Lou ne yapacağını bilemiyordu. Büyükbaba’nın üzerinde oynanmış anti keroseni kullanmasına izin veremezdi, fakat eğer Büyükbaba’yı bu konuda uyaracak olursa, ızdıraptan ancak bir adım uzakta duran ev hayatı saç baş yolduracak bir hâl alacaktı.
Lou oturma odasına göz attı, Fordların dinlenmekte olduğunu gördü, McGarvey’lerin hayat dediği harabenin keyfini sürüyorlardı, Emerald da aralarındaydı. Usulca banyoya süzüldü, kapıyı olabildiğince kilitledi ve Büyükbaba’nın bidonunun içindekileri lavaboya dökmeye başladı. Rafta duran yirmi iki küçük şişe içindeki tam etkili anti kerosenle tekrar dolduracaktı.
Bidonun içinde yarım galon vardı ve ağzı da dardı, boşaltma işlemi sonsuza kadar sürecekmiş gibi göründü Lou’ya. Tabii bir de anti kerosenin fark edilmemesi olanaksız o kokusu vardı, Worcestershire sosu gibi, ki nevri dönmüş Lou’ya göre şu anda kapının altından ve anahtar deliğinden süzülerek dairenin geri kalanına yayılıyordu.
Lık lık diyordu şişe monoton bir şekilde. Birden hop, oturma odasından müzik sesi geldi, mırıldanmalar duyuluyordu, yerde sürüklenen sandalye ayakları. “Böylece bitti,” dedi anlatıcı televizyondan, “hepimizin komşusu McGarvey’lerin hayatının 29.121. kesiti.” Ayak sesleri holde yaklaşmaya başladı. Banyo kapısı bir kez vuruldu.
“Bir saniye,” diye seslendi Lou, neşeli bir sesle. Akışı hızlandırmak için büyük bidonu silkelemeye başladı. Islak cam onu tutan avuçlarının arasından kaydı ve ağır şişe zeminin karoları üzerinde parçalandı.
Kapı sertçe itilerek açıldı, arkasında allak bullak Büyükbaba, suç mahalline bakıyordu.
Lou boynunun arkasında ve saçlarının dibinde berbat bir karıncalanma hissetti. Yükselen bulantısının içinden çekici bir gülümseme bulup çıkardı ve ne düşündüğünü şu kadarcık olsun gösterebileceğini düşünerek Büyükbaba’nın ağzının içine bakmaya başladı.
“Eh,” dedi sonunda Büyükbaba, “görünüşe göre temizlik yapman gerekecek evlat.”
Bütün dediği de bundan ibaret kaldı. Arkasını döndü, bir iki dirsekle kalabalığı yardı ve kendisini odasına kilitledi.
Ford’lar inanılmaz bir sessizlik içinde suçlayıcı bakışlarla Lou’yu bir dakika daha süzdüler, sonra sanki daha fazla bakarlarsa bu korkunç suç kendilerine de bulaşacakmış gibi oturma odasına koşturdular.
Morty tuhaf, rahatsız edici son bir bakış daha atabilecek kadar kaldı, sonra o da oturma odasına gitti, geriye bir tek eşikte dikilen Emerald kaldı.
Yanaklarında gözyaşlarından iki nehir oluşmuştu. “Ah, seni zavallı kuzucuk, perişan etme kendini bu kadar ne olur! Hepsi benim suçum. Büyükbaba hakkında söylene söylene aklına bunu ben düşürdüm.
“Yok,” dedi Lou, sesini anca toplayabilmişti, “yok, gerçekten Em, ben sadece…”
“Hiçbir şey açıklamana gerek yok balım. Ben senin tarafındayım, ne olursa olsun.” Yanağına bir buse kondurdu ve kulağına fısıldadı, “Zaten bu bir cinayet sayılmaz hayatım. Yaptığın şey onu öldürmeyecekti, çok da kötü bir şey yaptın sayılmaz. Sadece onu iyileştirecekti ki Tanrı ne zaman isterse o zaman gidebilsin.”
“Bundan sonra ne olacak Em?” dedi Lou bitik bir hâlde. “Şimdi bize ne yapacak?”
Büyükbaba’nın onlara ne yapacağının merakıyla, Lou ve Emerald korku içinde neredeyse bütün gece uyanık kaldı. Fakat kutsal yatak odasından hiçbir ses gelmedi. Şafağa iki saat kala nihayet uykuya daldılar.
Saat altıda tekrardan uyandılar. Mutfakta onların kuşağı için kahvaltı saati gelmişti. Kimse onlarla konuşmadı. Yemek için ancak yirmi dakikaları vardı, fakat geçirdikleri perişan geceden sonra refleksleri öyle zayıflamıştı ki oğullarının kuşağı karşısında mevzilerini terk etmeden önce yumru deniz yosunlarından iki kaşık dolusu ya yemiş ya yememişlerdi.
Sonrasında, mirastan mahrum bırakılan en son her kimse hep yapageldiği gibi Büyükbaba’nın kahvaltısını hazırlamaya başladılar ki bu kahvaltı ona yatağında sunulacaktı, bir tepsi içinde. Eğlenmeye gayret ettiler. En zor iş halis muhlis yumurta, domuz pastırması ve tereyağı hazırlamaktı, Büyükbaba birikimlerinden gelen faizin büyük bir kısmını bunlara yatırıyordu.
“Eh,” dedi Em,” gerçekten de telaşlanacak bir şey olduğuna emin olana kadar telaşlanmayacağım.”
“Belki de döktüğümün ne olduğunu bilmiyordur,” dedi Lou umutla.
“Muhtemelen senin saatin likit kristali sanmıştır,” diye bir laf attı ortaya oğulları Eddie, karabuğday unundan yapılmış saçaklı kekini çatalıyla dürtüp duruyordu.
“Babanla iğneleyici konuşma,” dedi Em, “ağzın doluyken zaten hiç konuşma.”
“Birinin bundan kaşık kaşık yemek zorunda olup da konuşmaması da nasıl bir şeymiş acaba,” diye mızmızlandı Eddie, yaş 73. Saatine baktı, “Büyükbaba’nın kahvaltı saati geldi. Farkında mısınız?”
“Öyle oldu değil mi?” Dedi Lou cılız bir sesle. Sonunda da omuz silkti. “Tepsiyi alalım Em.”
“İkimiz birlikte gideceğiz.”
Yavaşça yürüyüp cesurca gülümserken beton suratlı Ford’lardan oluşmuş bir yarım daireyi Büyükbaba’nın kapısında dikilirken buldular.
Em kapıyı çaldı. “Büyükbaba,” dedi canlı bir sesle, “kah-val-tı haaa-zır.”
Cevap yoktu, bir kez daha vurdu kapıyı, bu kez daha güçlü.
Kapı yumruğuyla birlikte savrularak açıldı, odanın ortasında bütün Ford’ların gelecek güzel günlerinin sembolü olan cibinlikli yatak yumuşak, derin, geniş ve boştu.
Zerdüştlüğün temellerine ya da Sepoy isyanının nedenlerine ne kadar uzaklarsa o kadar uzak oldukları ölüme dair bir his bütün Ford’ların içini burdu, sesleri titredi.
Huşu içindeki vârisler mobilyaların altını, perdelerin ardını fellik fellik aradılar Büyükbaba’yı bulabilmek için, klanlarının şefini.
Fakat Büyükbaba ahretliklerine bir nottan başka bir şey bırakmamıştı, onu da Lou bir çekmecede, 2000 Dünya Fuarı’ndan alınmış bir hediyelik kâğıt ağırlığının altında buldu. Yüksek sesle okumaya başladı Lou:
“Bunca yıldır başını sokacak bir çatı verdiğim, arkasını kolladığım, bildiklerimi bildiğim kadarıyla öğrettiğim biri dün gece bir kuduz köpek gibi bana ihanet etti ve anti kerosenimi inceltti ya da inceltmeye çalıştı. Artık genç bir adam değilim. Hayatın yükünü eskisi gibi taşıyamıyorum. Bu yüzden de dün geceki acı deneyimden sonra bana artık gitmek düşer. Bu hayatın dertleri çok yakında omuzlarımdan düşecek dikenlerden örülmüş bir pelerin gibi ve ben huzura ereceğim. Siz bu mektubu okurken ben göçmüş olacağım.”
“Ah ah,” dedi Willy kırgın bir sesle, “5000 millik Speedway Yarışının sonucunu görmeyi bile beklemedi.”
“Güneş Ligi Yükselme Grubunu da,” dedi Eddie, yas tutan büyümüş gözlerle.
“Bayan McGarvey’in gözlerinin iyileşip iyileşmeyeceğini de,” diye ekledi Morty.
“Dahası da var,” dedi Lou ve tekrardan yüksek sesle okumaya koyuldu: “Ben Harold D. Ford ve saire, iş bu anlaşmayla düzenler ve beyan ederim ki bu nihai vasiyetimdir ve şu ana kadar yazılmış olan tüm vasiyetlerimi ve onlara getirilmiş olan ekleri rücu yoluyla yok hükmünde kılar.
“Eyvah!” Diye mızıldandı Willy. “Yine mi?”
“İş bu metnin şartlarına göre,” diye devam etti Lou, “cinsi ve yapısı her ne olursa olsun, mal varlığımın hiçbir kısmı bölünmeyecek, hangi kuşaktan olduğuna bakılmaksızın zürriyetimin üzerine ortak ve eşit olarak düzenlenecek ve ilk paylaşımın koşullarına uygun olarak paylaşılabilcektir.”
“Zürriyet mi?” Dedi Emerald.
Lou elini şöyle bir sallayıp odadaki herkesi parantez içine aldı. “Bütün lanet ıvır zıvır hepimize ait demek oluyor.
Bütün gözler yatağa çevrildi.
“İlk paylaşımın koşuluna uygun olması da nasıl oluyor?” Dedi Morty.
“Yani,” dedi mevcut bulunanların en yaşlısı Willy, “aynen eski sistem gibi, en yaşlı olanlar işleri yönetecek, karargâhları bu oda olacak ve…”
“Ben varım!” Diye atıldı Em. “Lou’da en az senin kadar pay sahibi ve bence kuralı en yaşlı olup da hâlâ çalışan şeklinde değiştirmeliyiz. Sen bütün gün burada pinekleyip emeklilik maaşını beklerken zavallı Lou işten eve perişan dönüyor, üstelik…”
“Hiç mahremiyet yaşamamış birine şans vermeye ne deriniz?” Diye atıldı Eddie ateşli ateşli. “Siz yaşlıların hepsinin mahremiyeti olmuş küçüklüğünüzde, benim doğup büyüdüğüm yer koridorun dibindeki iğrenç barakalar. Ben derim ki…”
“Öyle mi dersin,” dedi Morty. “Eminim hepiniz çok zor zamanlar geçirdiniz, kalbim sizin için kan ağlıyor, inanın. De, koridorda balayı yapmayı bir deneyin bakalım bir de, bakın bakalım nasıl oluyormuş.”
“Sessizlik!” Diye gürledi Willy. “Ağzını açan bir sonraki şahıs önümüzdeki altı ayı tuvalette geçirir. Şimdi derhal çıkın odamdan. Düşünmek istiyorum.”
Duvarda bir vazo parçalandı, kafasının bir kaç santim üstünde.
Hemen sonrasında da cıngar çıktı, her bir çift diğer bütün çiftleri odadan püskürtmeye çalışıyordu. Göz açıp kapayıncaya değişen çatışmanın stratejik durumunda ittifaklar kuruldu ve dağıldı. Lou ve Em koridora sürüldü, burada aynı durumda olan başkalarını örgütleyip odaya doğru bir yıldırım operasyonu düzenlediler.
İki saatlik mücadelenin ardından ufukta henüz bir çözüm görünmüyordu ki polisler evi bastı, peşlerinde televizyonların mobil ekip kameramanlarıyla birlikte.
Sonraki yarım saat boyunca polis arabaları ve ambulanslar yanaşıp içleri Fordlarla dolu olarak uzaklaştı, geriye sakin ve ferah bir daire kaldı.
Bir saat sonra çatışmanın son safhasının görüntüleri Doğu Yakası sahilinin 500.000.000 televizyon seyircisinin akşam eğlencesiydi.
Bina 257’nin 76. katındaki üç odalı Ford evinin dinginliği içinde bir de açık unutulmuş televizyon vardı. Odanın içi bir kez daha kargaşanın patırtı, kütürtü ve böğürtüleriyle doldu, bu kez kimsenin burnu kanamadan, hoparlörlerden.
Televizyonda savaşın görüntülerinin oynadığı bir diğer yerde, polis karakolunda, Fordlar ve gardiyanları profesyonel bir ilgiyle televizyon izliyorlardı.
Yanyana hücrelerde olan Em ve Lou, dört metreye sekiz metre mekanlarında kampetlerine huzur içinde yayılmışlardı.
“Em,” dedi Lou bölmenin aralığından, “senin de sadece sana ait bir lavabon var mı?”
“Evet. Lavabo, yatak, ışıklar… Biz de Büyükbaba’nın odasını birşey sanıyorduk. Dur bakayım ne kadar oldu.” Elini diğer tarafa uzattı. “Kırk yıldır ilk defa ellerim titremiyor aşkım, bak.”
“Tahtaya vur,” dedi Lou. “Avukat bize bir yıl ayarlamaya çalışacak.”
“Off!” Dedi Em hülyalar içinden, “tecride konmak için kim bilir kimlere ekmek yedirmek gerekiyordur.”
“Tamamdır kesin sesinizi,” dedi gardiyan, “yoksa bu işe bir son verir ve topunuzu dışarı atarım. Dahası, hapishanenin ne kadar güzel bir yer olduğunu ağzından kaçıranınız olursa bir daha geri dönemez.”
Mahkumlar o an sustu.
Dairenin oturma odası isyan görüntülerinin televizyon ekranından kalkmasıyla beraber bir an için karardı, sonra, güneşin bulutların ardından yüzünü göstermesi gibi, spiker belirdi. “Ve şimdi dostlarım,” dedi, “anti kerosenin mucitlerinden size bir mesaj getirdim. Siz, 150 yaşın üzerinde olan bütün dostlar, kırışıklıklarınız yüzünden toplumdan dışlanıyor musunuz, eklemleriniz mi kilitleniyor, saç kaybı mı yaşıyorsunuz, ya da saçlarınızda renk kaybı? Eğer durum buysa, artık endişelenmenize, acı çekmenize gerek yok, kendinizi yabancı ve her şeyin dışında hissetmenize de gerek yok.”
“Uzun yıllar süren araştırmalardan sonra tıp bilimi Süper anti keroseni geliştirmiş bulunuyor. Sadece birkaç hafta içinde, yanlış duymadınız sadece birkaç hafta içinde, üçüncü kuşak torunlarınız kadar genç görünebilir, hissedebilir ve bir genç gibi davranabilirsiniz! Diğer herkesten farksız görünmek için 5.000$ vermez misiniz? Haberler iyi, buna da gerek yok. Test edilmiş onaylanmış Süper anti kerosen için günde sadece birkaç dolar vermeniz yeterli.”
“Ücretsiz deneme kutunuzu istemek için hemen yazın. Bir dolarlık bir kartpostalı isminiz ve adresinizle birlikte ‘Süper’ Posta Kutusu 500.000, Schenectady, NY adresine yollamanız yeterli. Yazdınız mı? Tekrar ediyorum, ‘Süper’ Posta Kutusu 500.000…”
Spikerin sözlerini hışırtılarıyla vurgulayan Büyükbaba’nın kalemiydi, Willy’nin ona bir gece önce verdiği kalem. Birkaç dakika önce, Alden Village Green olarak bilinen beton meydandan Bina 257 manzarasına bakan Idle House Tavern’den eve dönmüştü.
Ortalığa çeki düzen vermesi için bir temizlikçi kadın tutmuştu, hemen sonra da soyundan gelenlere mahkumiyet çıkarmak için şehrin en iyi avukatını. Adam gerçek bir dâhiydi, hiçbir müvekkili bir yıldan bir gün bile azına mahkum olmamıştı. Bundan sonra da çekyatı televizyonun karşısına kaydırmıştı, böylece yatarak televizyon izleyebilecekti, yıllardır gerçekleşmeyi bekleyen bir hayal.
“Schen-ec-ta-dy,” diye mırıldandı Büyükbaba. “Tamamdır!” Yüzü gözle görülür biçimde değişmişti. Yüzündeki kaslar gevşemiş gibiydi, bir zamanların asabiyet çizgileri şimdi şefkat ve metanet ifadesi gibi görünüyordu. Sanki Süper anti kerosenin deneme paketi çoktan gelmişmiş gibi. Televizyondaki bir şey hoşuna gidince şimdi rahatça gülümsüyordu, daha öncesinde ince dudaklarını ancak bir kaç milimetre kadar yaymayı becerebiliyordu.
Hayat güzeldi ve bundan sonra olacakları görmek için sabırsızlanıyordu.
Çeviri: Sinan ‘C’ Güldal