Çocuktum. İstasyon Caddesi’nin trafiğe kapatıldığı bir yaz akşamı, yürüyüş yapıyorduk. Babama, ismimin anlamını sordum. “Evren” demişti, gördüğün her şeyden ibaret. Ayağının bastığı toprak, soluduğun hava ve yaşadığın şehir bunun küçücük bir parçası, Dünya. Gökyüzüne baktığında ise, başka şeyler görüyorsun, Ay, Güneş ve yıldızlar. Yıldızların aslında çok büyük ve çok uzakta olduğundan bahsediyordu. Dünya’nın küçük ve sıradan bir gezegen olduğu gerçeği hoşuma gitmişti. Sonra babama, yaşamın nasıl başladığını, insanların nasıl ortaya çıktığını da sormuştum. Anlattıklarından sonra, et parçalarının yıldırımlarla gökten düştüğünü düşünmüştüm.
Okumayı öğrendim. Yazılı kültüre geçmek, büyük bir adım olacaktı.
Hayatın yaşadığım şehirden ibaret olmadığını fark ediyordum. Beyaz kaplı TÜBİTAK kitaplarından, gazete promosyonu ansiklopedilere kadar, bulabildiğim her şeyi okuyordum. Dışarıda kocaman bir Dünya; öğrenilecek çok fazla kavram ve bilgi vardı. Gözlemleyecek milyonlarca insan, tanık olacak milyonlarca olay vardı. Sadece bu kadar çok çeşitte şeyin var olduğunu bilmek bile, bende inanılmaz bir tutku yaratacaktı.
Ansiklopedileri okudukça, hayal gücümün ötesinde şeyler öğrendim. İlkel okyanuslardan doğan hücreler, karaya çıkan amfibiler, dinozorların düşüşü ve faremsi primatlar… İnsanın soy ağacını adım adım takip etmiş, neanderthalden bugünlere ulaşmıştım. Geçmişi öğrendikten sonra, daha sağlam basıyordum bugüne. Ve gelecek için, daha zengin hayaller kurabiliyordum.
Sonra lise başladı.
Son yılımda, Anadolu şehrinin bunaltıcı atmosferinden sıyrılmaya başlamıştım. Kafamdaki kalıpları yıkmak, öğretilen inançları aşmak sancılı bir süreçti. Gökyüzüne bakıyordum. Bulutlara, yağmura, şimşeklere… Dağların ve geniş ovaların üzerine güneş batıyor, noktacıklar gibi yıldızlar beliriyordu. Doğanın bütün bu yansımalarına sesleniyor, anlam arıyordum. Yavaş yavaş fark ettim, küçücük bir adamdım. Varlığımın hiçbir önemi olmamıştı. Gökyüzünden, fırtınalar ve dağlardan çıkacak bir anlam yoktu. Evren dediğimiz her şey, olabildiğince gerçekti. Ve ben bütün bu gerçeklik karşısında, İnsan olarak adlandırdığımız bir toz parçasından ibarettim.
Çevremdeki insanlar üniversite sınavına çalışıyordu. Ben ise, doğduktan 17 yıl sonra varoluşun soğuk yüzünü keşfediyordum. Artık yaşadıklarımın ve deneyimlerimin, soğuk gerçekliğin sıradan bir parçası olduğunu anlamıştım, kendi zihnimden başka manevi bir sığınağım kalmamıştı. Tam o günlerde, yeni bir dergi çıkmıştı, ilk sayısını aldım. Sayfalarını keyifle çevirdim, bir sayfada durdum. Silikon Vadisi’nde bir adam vardı, yazılımcı. Hayatın, insanlığın ötesini görüyordu. Makineyle bütünleşecek zihnimizin, bizi sonsuzluğa taşıyacağını söylüyordu…
Tekilliği öğrendikten sonra, yok oluşa mahkûm olmadığımı anladım. 21.YY’da yaşadıkça, Varoluşum yeni bir anlam kazanabilirdi. Öğrenme ve tanıklık tutkum, bambaşka boyutlara ulaşabilirdi. Gençlik dedikleri süreç ilerliyordu. Vücudumun güç kazanması hoşuma gidiyordu, yaşıtlarım olgunlaşıyor ve yetişkinliğe ulaşmak için sabırsızlanıyordu. Herkesin peşinde olduğu para, güç ve aşk arayışı, beni yeterince heyecanlandırmıyordu.
Benimse tek umurumda olan, biyolojik organizmayı tanımaktı.
Gençlik, erken yaşlarda oluşan bilincimi çok değiştirmemişti. Hala en büyük zevkim okumak, araştırmak ve bütün bu canlılığa tanık olmaktı. Ancak yaşamı devam ettirebilmek için sürdürmem gereken maddi zorunluluklar vardı. Günlük hayat denilen uğraşlar, bazen fazlasıyla baskın hale geliyordu. Ama zihnimin arka planında her zaman tekillik vardı. Mesleğimde istikrarı sağladıktan sonra, yeterli maddi güce ulaştım. Hayatın her türlü yüzünü tanımak amacıyla, çok çeşitli sosyal ortamlarda bulundum, farklı insanlarlatanıştım, onların hikâyesini dinledim. Bana en uygun olduğunu düşündüğüm şekilde, dişi partnerimi seçtim, o da seçimimi onayladı.
Dışarıdan bakıldığında, insanların beğenebileceği bir hayatım vardı. Ortalamanın üzerinde bir gelire sahiptim. Maddi olanaklarımla seyahat edebiliyor, her türlü bilgi kaynağına ulaşabiliyordum. Daha çok şey öğrenmiştim, dünyayı gezebilmek de zihnimde olumlu gelişmeler yaratmıştı. Biyolojik hayatımın en parlak yıllarında dahi, ev mülkiyeti edinmedim. Mülkiyet beni bedenimle hayata bağlardı, buna ihtiyacım yoktu. Sahip olduğum bütün maddi olanaklar, Şimdi için kullanılmalıydı. Daha çok gezmek, daha çok öğrenmek, hayatın akışını gözlemlemek… Artan imkânlarla, daha yetkin şekilde tanık olmak.
30’lu yaşlar geçiyordu. Biyolojik varoluşumun getirdiği dürtülerin sonucunda, karşı cinsten partnerimle hücrelerimizi birleştirdik, yeni bir insan yarattık. Canlılığın en temel içgüdüsünü gerçekleştirmenin, zihnimde nasıl bir etki yaratacağını merak ediyordum. Çoğu insan, bunu hayattaki en muhteşem olay olarak görüyordu. “Çocuk” dediğimiz insan yavrusu, onu besleme, onu koruma ve onun gelişimini sağlama sorumluluğu getirmişti. Bütün bu ilkel dürtüler, beni bir kaç yıl oyaladı. Sonrasında, bütün canlılığın bu şekilde varoluşunu sürdürdüğünü düşündüm. Hatta omurgalı hayvanların memeliler sınıfı, yavrularının bakımını sağlıyordu.
Çocuk, giderek doğal hayatımın bir parçası haline gelmişti. Gözlem ve tanıklıkla baş başaydım tekrar…
Babamı hatırladım. Güçlü, kuvvetli adamın, 40larından sonra yıldan yıla güçsüzleştiğini gördüm, zihni de zayıflıyordu. Yaşlanmak dedikleri, iç açıcı olmayan bir süreç olmalıydı. Zihin zayıfladıkça, gözlemlerimin keskinliği azalacaktı. Organizmamın yıpranması, varoluşumun giderek silikleştiği bir sürecin adımları olacaktı. Ve süreç, sürekli geriye doğru işleyecekti.
40 yaşındaydım. Sıradan bir meslek vardı. Varoluşun sınırları hakkında kısa bir kitap ve ilgi çekici yazılar yazmıştım. Zeki ve yetenekli insanlar vardı çevremde, paylaşımlarımız anlamsız sayılmazdı. Dişi partnerim vardı, soyun devamı olan çocuk vardı. İnsanlara göre, her şey olması gerektiği gibi görünüyordu. Ama artık zaman beni yıpratacaktı. Belki sağlıklı 50 yıl dahaolabilirdi önümde. 50 yıl boyunca yazılacak daha ilginç yazılar, tanışılacak daha yetenekli adamlar, bitirilecek projeler, öğrenilecek bilgiler, gözlemlenecek bir hayat. Ve en fazla 50 yıl daha, yetkin bir tanıklık.
Organizmamın yıpranma sürecinin sonunda, yok oluş vardı.
Hayır, yaşlanmak istemiyordum. Burada kalmak istiyordum, insanların hikâyesini izlemek istiyordum. Sessiz ve sakin şekilde gözlemlemek, çağların ötesine tanık olmak istiyordum. Sanırım, hayatımın en büyük yolculuğuna çıkma zamanı gelmişti. Bütün maddi zenginlik ve mülkiyetlerimi devrettim. Çocukluktan kalan arkadaşlarla görüştüm, onları dinledim. Ebeveynlerimi ziyaret ettim, hatırlayabildikleri kadarıyla, bütün çocukluğumu anlattırdım onlara. Yağmur altında saatlerce koştum, üşüdüm. Güneşin altında spor yaptım. Terledim ve su içtim. Acıktım ve yemek yedim. Eşimle seviştim.
Cebimde kalan son birkaç bin dolarla, Silikon Vadisi’ne tek yönlü gidiş bileti aldım.