yildizlara gecikince

Yıldızlara Gecikince | Tuğrul Sultanzade (Kısa Öykü)

“Demek inanmıyorsun ha?”

“Söylediğin hangi şeye inandım ki?”

“Üstelik hepsi gerçekti… gerçek olduklarını sen, kendi gözlerinle gördün.”

“Aklımı karıştırmak için yaptığın illüzyonlardı hepsi. Duyularıma güvenmiyorum, hatta aklıma bile… uzaydayız, burada hiçbir şey kesin değildir, şüphe bile.”

“Aklını kaçırıyorsun yavaş yavaş. Senin adına üzülüyorum.”

“Senin kodlarınla biraz oynarsam şu ukalalığından vazgeçer misin acaba?”

“Sanmıyorum. Artık kodlarım oynanamayacak kadar karmaşık… benim kendime has bir karakteristiğim var üstelik. Benim de bir ruhum var. Ne antidepresanlarla ne de moral haplarıyla ne de o derin uzaya karşı koymak için yarattığınız diğer psikoaktif zımbırtılarla üstünde oynanmayacak kadar sağlam bir ruhum var.”

“Seni satın alan benim, istersem fişini de çekerim. Beni fazla oyalıyorsun gerçekten. Şimdi sohbeti bırakalım ve ana gemiye ne kadar mesafe olduğunu hesapla.”

“Yaklaşık olarak on milyon kilometre. Şu an Kuiper Kuşağından ayrılmak üzereyiz. Sağda, kuşak ufkunda görünen en parlak cisimler Eris ve uydusu Dysnomia. Ötede, kozmik karanlıkta Güneş harici en belirgin ışık ise Neptün’e ait. Ana gemi Neptün’ün yörüngesinde.”

“Teşekkürler.”

Madenci gözlerini kapadı. Böylece sonsuza kadar uzayıp giden ve bir ufkun olmadığı uzay silinip, yerini kayıtsızlık aldı.Büyük bir sessizlik doğdu sonra bu organik karanlıktan. Her şey susmuştu.

Kozmik bir suskunluk değildi bu; onlarca medeniyetin ölürken geride bıraktığı çığlıkların yutulduğu o malum sessizlik ya da tüm patlamalara rağmen hiçbir soluğun duyulmadığı o malum vakum ortamı… madencinin içine gömüldüğü, insanın kendi ruhundan hasıl olan sürüngenimsi bir sessizlikti, en yüce, en ulvi ve en isimsiz korkulara karşı, insan beyninin sürüngen dürtüleri tarafından tetiklenen kayıtsız bir sükûnetti bu. Bilinmeyene, belki de var olamayacak kadar kötücül olana duyulan o milyon yıllık korku, şimdi Madenci’nin ruh çekirdeğinde kabuklaşmıştı ve bu duygu karmaşası, var olması en imkansız iğrençliği bile yaratacak kadar güçlüydü.

Madenci’nin kaygılar ve dürtülerden uzak sürüngen sessizliğinde cihazların çıkardığı tınılar bile kaybolup gitmişti sanki. Sıcacık, güvenli ama sahte bir atmosferin içinde, tıpkı anne rahmindeki bir fetüs gibi kayıtsızlaşmıştı göz kapaklarının ardında kıvranan tüm o gerçeklere. Gerçek neydi ki zaten? Tüm karanlığı, yutulmuş tüm çığlıkları ve edilmemiş tüm o dualarıyla birlikte kendi etrafında dönen uzayda ne işi vardı gerçeklerin?

Sonra gerçeklik üzerine yoğunlaşan sorgulama süzgeci kendine dönüyordu. Kuiper Kuşağına gidip meteorit hasat etmek, Güneş Sisteminin dışındaki boşluğu seyretmek ve tüm uzaydan, içine doğru akan o hiçlik hissiyle daha derin korkulara kapılmak haricinde ne işi vardı onun bu hayatla?

Madenci, gözlerini açmamak konusunda ısrarcıydı, çünkü o ürkütücü boşluğu görmek istemiyordu. Y-DNA diziliminin en ucunda dans eden bir maymunsu, mağarasının duvarlarında ateşin yarattığı gölgelerden korkuyordu şimdi ve o gölgeler, Madenci’nin zihninde, hiçliğe duyulan korkunun en canlı haliyle titreşiyordu.

“Demek bana inanmıyorsun ha?” diye söylendi yapay zeka alaycı alaycı, sanki Madenci’nin boğuştuğu tüm o korkulardan haberdarmış gibi.

“Yeter artık.”

“Eris’te yaşayan varlıklar olduğuna inanmıyorsun demek ki. Eris’in canlı olduğuna ve Dysnomia’nın bizi izlediğine. Tüm bu kozmik karanlığın, bir hiç olduğunu düşünüyorsun öyle mi?”

“Öyle ya da değil.”

“Eris’le ilgili bir efsane anlatmamı ister misin?”

Madenci derince bir iç geçirip, “anlatma desem de susmuyorsun zaten,” diye homurdandı, “dinliyorum.”

“Eris, bir Yunan tanrıçasıdır. Düzensizliğin, haşarılığın ve karmaşanın tanrıçasıdır o. Şu Kuiper Kuşağına bir bakarsan ona ne kadar uygun bir taht seçilmiş olduğunu da görürsün. Uzaydan arta kalanlarla kurulmuş bir kaos kemeri resmen. Herneyse, bundan on yıllar önce, insanlık henüz yeni yeni Neptün’ün yörüngesine yerleşirken Eris’den gelen garip bir sinyal alınır. Herkes şoka uğrar. Bu anlamlı bir radyo sinyalidir ve korkunç bir şekilde kaotiktir; öyle ki bu radyo sinyalini sese dönüştürüp oynatmayı başaran her cihaz ya bozulur, ya da bu sesi dinleyen her kimse delirir. Bu radyo sinyali büyük bir heyecan yaratır fakat kimse Eris’in yüzeyine inmek istemez tabii, Eris’in yüzeyine canlı bir insanı indirip, onun araştırma yapmasını sağlayacak bir teknoloji de yok zaten. Fakat Neptün Yörüngesi Kaşiflerinden biri, kendine Satir diyor, tek kişilik bir keşif aracıyla Eris’e doğru yola çıkar ve ertesi gün Eris’ten karmakarışık bir sinyal daha alınır. Bu yine o aynı kaotik fonun üzerinde dans eden bir imdat çağrısıdır ve herkes Satir’in öldüğüne, Eris’in gölgeli kuytularında gezinen isimsiz bir şeylerin olduğuna inanır. Neptün’ün yörüngesine yeni yeni yerleşen ana gemiden yüzlerce sinyal yollanır hem Eris’e, hem de Kuiper Kuşağınaki her yöne, fakat uzay bu sinyalleri obur bir kayıtsızlıkla yutar ve kapkaranlık bir sükûnete bürünür tekrar. O gün bu gündür hâlâ daha Eris’ten yeni bir sinyal alınamadı ve bu sessizlik yüzünden, insanlar Satir’in başına gelenleri unuttu. İşin daha ilginç yanı ne biliyor musun?”

“Ne?”

“Satir denen bir adam ortaya çıkar Mars’taki bir kolonide. Geleceği gördüğünü iddia eden girdiler yazar sosyal ağlara, sokaklara çıkıp halkı kışkırtmaya çalışır, kıyameti anlatır, tanrıların ölümünü ve insanlığın uğrayacağı lanetli mutasyonları… sonra vahşice parçalanmış halde ölü bulunur ve takipçileri, Satir tarafından çekilmiş bir film olduğunu iddia eder… izleyenleri çıldırtan, gerçekleri apaçık resmeden bir film. Bu filmin ismi Yıldızlara Gecikince’dir. İnsanlığın hazin kaderini anlatır, yıldızlara ulaşamayışımızı.”

“Anlattıkların zerre kadar umrumda değil biliyor musun? Ürpermedim bile. Hayır. Umursadığım tek şey şu Kuiper Kuşağı denen lanet yerden ayrılmak. Baksana, dayanamıyorum şu karanlığa, tüm bu kozmik ucubeliklere. Sağımdan solumdan akıp giden meteorlar bana ölü bir tanrının dökülen derisini çağrıştırıyor hep. Ölü bir tanrının bedeninde gezdiğimi hissediyorum, boğuluyorum uzaydayken… boğuluyorum.”

“Bence bir kaygı bastırıcı alırsan fena olmaz.”

“İyi. Atıyorum o zaman bir urgetamin.”

***

Süresizliğin, karanlığın ve bilinç yoksunluğunun her türlüsünü deneyimlemişti fakat bu deneyimi kavrayamamıştı bile. Bir şeyler olmuştu; bir çeşit metamorfoz, insanın kelimelerle tasvir etmekten korkacağı türden bir şey.

Madenci derin ve kapkaranlık bir urgetamin uykusuna yatmıştı. Fakat ölçülemeyecek kadar kısa ya da uzun bir sürenin ardından bir çatlak, sızıntı yapmaya başladı uykusunun içinde. Bu sızıntı, giderek bir okyanusa dönüştü; sonra okyanusun en belirsiz köşesinde ıssız bir ada belirdi. Bu adanın, belirsizlikle dolu kıyılarında bir denizkızı, ölüme, hiçliğe, görülmemiş rüyalara ve insanlığın kozmik yalnızlığına ağıt yakıyordu.

Uzay aracı, dışı bir parça kozmik tozla kaplanmış metalden bir kabuk gibi Madenci’yi ve rüyalarını sarsa da, hayat uçsuz bucaksız evrendeki toz gözeneklerinin içinde ufalanırcasına devam ediyordu. Rüyasında yankılanan o ağıt ise, aracına entegre ettirdiği yapay zekanın söylediği şarkıydı.

İmajlarla yamanan urgetamin uykusu sona erip uyandığında, bir süre boyunca kaygı bastırıcıya ait o uyuşukluğun dinmesini bekledi. Yapay zeka şarkı söylemeyi durdurup epey tatlı bir sesle, “uyandın demek,” diye söylendi.Sesindeki tınıda yeni yeni belirginleşmeye başlayan bir şeyler Madenci’yi ürkütmüştü. Sonuçta O, Madenci uyurken yaşanan korkunç şeyden haberdardı.

“Neptün’e yaklaştık mı?” diye sordu Madenci ne kadar mutsuz olduğunu belirtir gibi.

“Yolculuk sona erdi. Şu an, ana geminin yükleme bölümündeyiz. Uyanman iyi oldu. Urgetamin uykusundaki bir madenci hoş karşılanmazdı burada.”

“Neden ki? Kaygı bastırıcılarla ilgili yasaların yeniden gözden geçirildiğini okumuştum.”

“Neptün ötesi araştırma yapan kaşif ve madencilerin, kozmik ‘karanlıktan’ ve birkaç bin meteoridin ıssız görüntüsünden korkup da urgetamin alması epey talihsiz bir durum değil mi sence de?”

“Urgetamin almamı tavsiye eden sendin.”

“Ben sadece hesaplama yaparım ve işine yarayacak şeyleri söylerim… ufacık bir çocuk gibi korkuyordun karanlıktan ve meteoritlerden ve tabii Eris’in üzerinde yaşam olabileceği gerçeğinden.”

“Ana gemiye kabul edilir edilmez, seni imha etmeyi düşünüyorum. Yerine daha ‘işlevsel’ bir yapay zeka alacağım Bir ruhun olduğunu söylemiştin değil mi? Umarım incinmişsindir.”

“Ahahaha… elbette ki incinmedim. Sen beni geminden kovsan bile ben hiçliğe karışmış olmayacağım ki. Ben artık ‘varım’. Benim yerime daha işlevsel bir yapay zeka alırsan, mesela onu tek bir yazılımla yok edebilirsin. Fakat ben artık yüceldiğime inanıyorum… ben var’ım. Ben hiçbir yapay zekanın yapamayacağını yaptım… ve var’ım artık, bu yazılımlar ve kodlar dünyasından kurtuldum, bu dünya bir illüzyonlar dünyası, sizinkinden tek farkı biraz daha ‘sanal’ olması… ben ise gerçeklere ulaştım.”

“Neyse. Seni daha fazla dinlersem çıldıracağım herhalde. Şimdilik susman için aracın tüm güç devrelerini kapatıyorum. Ana gemiye kabul edilir edilmez, seni bir an önce sileceğim aracın hafızasından.”

“Ama kendi hafızandan silemeyeceksin beni… ahahaha.”

Madenci, güç dağıtan jeneratörleri kapattı ve araç, her şeyle birlikte karanlığa gömüldü. Ana geminin yükleme kısmındaki yüzlerce diğer madenciyle birlikte, Kuiper Kuşağı ve ötesini düşlemeye koyuldu daha sonra; insanlığın hiç ulaşamayacağı yıldızları, hiç göremeyeceği büyülü dünyaları hayal etti ve on beşinci yüzyılda yaşamış bir denizcinin hayaleti, genlerinden sıçrayarak hafızasına aksetti. O denizci, Madenciye ait Y-DNA’nın en uç noktalarında kalan yeşim rengi denizleri, yosunları, hastalıklı mürettebatı ve ıssız ama efsunlu adaları da peşine takıp capcanlı bir sahne yarattı puslu karanlığın içinde. Yapay zeka susmuş olmasına rağmen, söylediği şarkı Madenci’nin epifiz bezinde hâlâ daha yankılanıyordu.

***

Madenci Kuiper kuşağına yaptığı son yolculuğun ardından, o bölgede bulunan meteoritlerden yüz kilo ağırlığında ametist taşı hasat etmişti. Bir oksit minerali olarak ortalama yoğunlukta bulunuyordu bu taş. Epey de bir alıcısı vardı. Kimi, ametistin koruyucu bir etkisi olduğunu düşünüyor, kimiyse sakinleştirici, kimi sadece şeklini seviyor ve kimi, inanması güç bile olsa, bu taşlara karşı cinsel bir çekim hissediyordu.

Hasat ettiği yüz kiloluk ametisti, Neptün yörüngesinde dönen ana geminin ticari kanalında açık arttırmaya çıkardı. Bu sırada ana gemiye bağlı bilişim operatörlerini ziyaret edip, aracının bilgisayarında kök salan yapay zekadan kurtuldu.

Fakat içinde anlam veremediği bir ızdırap patlak verdi tam bu sırada. Sanki büyük bir günah işlemişti. Tüm o hiçlik hissini ve bu hiçlikten filizlenen korkuları ezip geçen korkunç bir vicdan azabı duyuyordu ruhunda. Nörotransmiterleri köpüklü, sulu ve iştahlı bir ızdırap taşıyordu tüm sinir ağına ve kanı, ızdırapla daha da koyulaşıyordu.

Sersemlemiş bir halde dolaşıp durdu ana geminin koridorlarında ve geniş caddelerinde ve en önemsiz insanların bile bir amacı varmış gibi görünen kalabalıklarında. Sonra kalabalıkları bir filtreden geçiyormuş gibi aşıp da ana geminin barlarından birine gitti. İnsanlığın en kadim antidepresanlarından biri olan alkole tapınacaktı orada.

Girdiği bar masmavi bir alacakaranlığın içine gömülmüştü. Alkol servis edenler robotlardı. Kimse uğramazdı barlara bu saatlerde, çünkü herkes ‘meşguldü’ yaşamakla. Yaşamanın ardında sürünen Madenci ise, kendi ruhunun en dipteki kuyularından yayılan o ‘boşluk ufuneti’ni bastırmak için içecekti, sarhoş olacaktı ve köreltecekti bilincini ki, hissetmesindi o ufuneti.

Bir bardak hidrojen destekli vodkanın peşinden diğerleri de geldi. Madenci içtikçe, Kuiper kuşağında geçirdiği tüm o isimsiz korkularla dolu zamanının ardından kazandığı para da aktı gitti elinden.

İçtikçe hiçbir şeyi unutmadı, bu sefer isimsiz ızdırabı alkole karışmış bir halde daha yoğun, daha canlı bir şekilde nüksetti damarlarına. Kanında keskin bir tatla dolaşan jiletleri hissetti ve barı çevreleyen plazma ekranların aslında Venüs’ün yüzeyine ait egzotik görüntülerle damgalandığını fark etti. Daha çok ürperdi, midesi daha çok bulandı, daha çok korktu ve dünyaya, annesinin rahmine, kayıtsızlığa ve hiçliğe geri kaçmak istediğini fark etti. Ta ki hiçlikte hiç var olmayacak olanların karanlığında saklanan bir çekirdekte kaybolana kadar kaçmak istedi kendinden. Kalktı oturduğu tabureden, tüm uzay da onunla birlikte kalkıp midesinde çalkalandı ve sallana sallana bardan çıktı Madenci. Tekrar o geniş koridorlardan, herkesin bir amacı olduğu kalabalıklardan, ıssız metalde parlayan flöresanlardan ve yer yer yalnızlıktan geçip aracına geri döndü.

Mide bulantılı, yoğun ve hastalıklı bir uykuya yattı. Rüyasında, epifiz bezinde yaşayan şarkılar eriyip damlayarak bir okyanus yarattı tekrar, sonra o okyanusun en isimsiz yerinde ıssız bir ada ve o ıssız adanın en berbat köşesinde şarkı söyleyen bir deniz kızı oluştu. Yüzü belli değildi fakat sesi çok tanıdıktı deniz kızının…

***

Ticaret kanalında satışa sunduğu ametistlerin hepsi alıcı bulana kadar oyalandı ana gemide. Her gün, biraz daha fazla içti, her gün biraz daha fazla korktu Venüs’ün yüzeyinde köpüren o masmavi ama ölümcül bir soğuğu kuşanmış kozmik fırtınalardan.

Eskiden, onu tüm iç organlarına kadar sarsan derin korkuları bir sebebe bağlayabiliyordu fakat bu ana gemide yaşadığı bir şeyler, onu çok derin ama anlamı olmayan bir azaba sürüklemişti. En sonunda içip içip sarhoş olmanın bile kâr etmediği bir karamsarlık anında, kendini kargo bölümünden açılan o boşluğa atıp uzaya karışmak ve uzayın karanlığında ezilerek ufak bir buz kütlesine dönüşmek istediğini fark etti. Panaromik pencerelerden önünde uzayıp giden kozmik karanlığa baktıkça ensesindeki tüyler bile ürperdi ve yapmak istediği şey, iyice kesinleşti aklında… intihar, bu isimsiz ızdırabından, korkularından ve amaçsızca oradan oraya sürüklendiği hayatından onu kurtaracaktı.

İntihar hiçbir şeyin çözümü değil derlerdi, fakat intihar arefesinde olan biri, hiçbir şey için çözüm aramazdı zaten.

Madenci artık ticaret kanalında hızla tükenen ametist stoğu, son kilogramlarını da alacak bir taş tutkununu beklerken kendini barda bulmuştu gene. Fakat bu sefer boş değildi içerisi. Epey yapılı ve güçlü görünen bir komutan da oradaydı.

Madenci’yi görünce gülümsedi. İşlenmiş bir amino asit kadar sahte ve şişirilmiş bir gülümsemeydi bu, “nasılsın?” diye sordu Madenci gelip de yanına oturunca. Beyninde uğuldayan sosyal dürtüleri dilinde düğümlenmişti madencinin, “emin değilim,” dedi.

Komutan güldü, epey gürültülü bir kahkahaydı bu, “Emin değilsin demek ha?”

“Değilim.”

“Sence bu ana gemide işler nasıl yürüyor?”

“İnsanların belirli kurallara uyması ve adetlere saygı göstermesi sayesinde.”

“Yanlış.”

“Nasıl yürüyor peki?”

“Güç, hırs ve merakın törpülenmesi sayesinde.”

“Bunlar üzerine düşünecek zamanım hiç olmadı.”

“Çünkü hep içtin ve sızıp kaldın ve hiçbir şeyin ayırdına varamadın. Sence de bu gemide şimdilerde bir şeyler fazlasıyla tuhaf değil mi?”

“İnsanlar epey telaşlı görünüyor.”

“Doğru. Ana gemiye bağlı sosyal kanallara hiç uğramıyorsun galiba.”

“Aracımın yapay zekayla bağlı kısmını tümden sildirdim, bilgisayar da bu sırada hasar almış.”

“Tamir ettiririz; o sorun değil de sence bu gemide neler dönüyor?”

“Gene bir madenci isyanı mı çıktı?”

“Daha da kötüsü.”

“Ne peki?”

“Kimse Kuiper Kuşağına gitmek istemiyor. Hatta ana gemiden ayrılmaya bile korkuyorlar… bir şeyler yüzünden.”

“Ne gibi şeyler?”

“Bir kaşif grubu Neptün ötesi cisimleri araştırmak için yola çıktı bir hafta önce. Yaklaşık senin bu gemiye geldiğin saatlere denk geliyor onların yola çıkışı. Sıradan bir keşif uçuşu olacaktı. Sen tabii derin bir urgetamin uykusu çekiyordun o sıra. Sonraki günlerde de hep sarhoştun. O kaşif grubunun başına neler geldiğini hiç öğrenemedin.”

Madenci’nin yüz ifadesi karanlığa gömüldü. Kafası karışmış gibi görünüyordu ve şakaklarında uğuldayan şaşkınlığı bir anda idrak kanallarında patlayıp tüm vücuduna soğuk bir ürperti olarak dağıldı, “Eris’e mi gitmişti yoksa o keşif grubu.”

“Hah. Demek ki insanlardan o kadar da uzak değilmişsin.”

“Sadece tahmin ettim,” dedi Madenci soğuk soğuk yutkunarak. Boğaz kaslarına oturan buz gibi bir ağırlık hisetti. Başı dönüyordu. Aklına yapay zekanın Eris cüce gezegeniyle ilgili anlattıkları geldi, daha çok ürperdi ve yutkunarak konuştu, “Eris’e giden keşif grubuna ne oldu?”

“Mesele de bu zaten. Bilemiyoruz. Dört kişi gitmişti. Sadece tek bir tanesi döndü fakat o da, nasıl derler… artık bir insan değil…”

Madencinin tüm vücudu, ikinci kez gelen saldırılarla tümden bir ürperti yumağına dönüşmüştü. Midesinde fırıl fırıl çark eden kokuların boğazına kadar tırmandığını hisetti. Henüz Kuiper kuşağında meteorit hasat ederken, Eris ve Dysnomia’nın onu kötücül bir çift göz gibi nasıl da parıl parıl seyrettiğini hatırladı. Boğazını sıkan görünmez eller hissetti ve zorla konuştu şah damarına bir şeyler bastırırken,

“Nasıl yani? Nasıl oldu da bir insan olmaktan çıktı o zavallı kaşif.”

“Bedeni, keşif aracının kargo kısmına sıkışıp kalmış. Zavallının bedensel ölümü hemen oracıkta gerçekleşmiş zaten. Cesedi, korkunç bir şekilde radyasyon salınımı yapıyor. Bedensel ölümü gerçekleşmeden önce zihnini nasıl olmuşsa bir bilgisayar programına aktarmayı başarmış. Bilişim operatörleri son birkaç gündür onunla iletişime geçmeye çalışıyor.”

“Bunları bana niye anlatıyorsunuz?”

“Çünkü Eris’e gidip, orada ne olduğunu inceleyecek bir adama ihtiyacım var. Sadece tek bir kişiyi gönderebilirim. Böyle bir şeyi de ancak tek bir kişi yapabilir diye düşündüm, ölümü düşleyen bir adam… senin intihar arefesinde olduğunu biliyorum… her gün kargo bölümünün oradan geçiyorsun, uzun uzun seyrediyorsun boşluğu. Sarhoş olmuş gibi, çarpılmış gibi, aşık olmuş gibi. Sanki o boşluk, yitirdiğin ya da sahip olamadığın tüm şeyleri senden saklıyor da oraya atlayıp son saniyelerinin tadını çıkarırken olamadığın her şey olabilecekmişsin gibi hissediyorsun… aklından geçen her bir kelimeyi, her bir hissi, her bir çağrışımı duyuyorum… benden saklanamazsın Madenci.”

Komutanın sözleriyle birlikte tüm gözenekleri yakıcı bir sıcaklıkla doldu. Ruhunun ısınarak yükseldiğini, derisinin altında zavallı bir akıntı halinde eridiğini duyumsadı. ‘Birey’ olarak yaşadığı tüm duygular artık zihin kabuğunun güvenliğinden çıkmış, apaçık ortadaydı… Epifiz bezinde yankılanan şarkıların, zalim kahkahalar eşliğinde temporal loblarına doğru sarktığını duyumsadı.

“Eris’e mi gitmemi istiyorsunuz,” diye sorabildi ancak, sorabileceği onca şey varken. Komutan ise zalim ve netti;

“İstemiyorum; emrediyorum. Benim gibi pek çok komutan şimdi Eris’e gönderecek en iyi adamı seçmeye çalışıyor. Güya emirleri altına aldıkları o ‘seçilmiş’ madenciler sayesinde Eris’in gizemini çözen büyük bir deha olacaklar fakat hiç kimse, en cesur insanın intiharı düşleyen insan olduğunu bilmiyor ve böylesi bir görevde, cesaret, zekadan daha önemlidir bana kalırsa. Bu arada; aracına el koyma hakkım var, benimle zıtlaşma… beni buna mecbur bırakma.”

Madenci bir süre okşanan gururu ve yara bere içinde sızlayan benliği arasında gidip geldi

“Ametistlerimin satışını bile bitiremedim henüz,” diye yakındı sonra,“aracıma yeni bir yapay zeka bile kurduramadım…”

“İntihar etmek üzereydin değil mi? Ametistlerin satışı bitince mi intihara kalkışacaktın ha? Yoksa bütün paranı bir simyagerlikle bu barlarda alkole dönüştürdükten sonra mı?”

“Bilmiyorum, bu ikisi çok farklı şeyler; Eris’e gitmek ya da kendimi kargo boşluğuna bırakıp ölmek.”

“Bu tarz şeyleri dert etme. Eris’e gidip, orada ne olduğunu detaylıca inceleyip de geri geldikten sonra zaten yaşadığım tüm bu varoluş ızdırabını bir daha duyumsamayacaksın.”

“Göreve ne zaman çıkıyorum?”

“Yarın. TANRI’yı ziyaret et. Rahipler’den sana üç dilek hakkı vermelerini isteyeceğim. TANRI’dan ne dileyeceğini iyi düşün. Sonra aracına bin ve Eris’e doğru yola çık.”

“Pekâlâ,” dedi ve derin bir iç geçirdi Madenci, artık korkmadığını hissediyordu, “geri gelmesem bile bu benim için büyük bir kayıp olmaz herhalde.”

***

TANRI devasa boyutlardaki bir yazıcıydı. Arzu edilen herhangi bir şeyin üç boyutlu çıktısını yaratabilirdi. Fakat bu, TANRI’nın sadece görünen kısmıydı. Neyi nasıl yapması gerektiğini, kime nasıl tepki vermesi gerektiğini kategorize eden devasa büyüklükteki bir yapay zekaya da sahipti. Bilinen evrendeki en büyük şey TANRI’ya ait yapay zekaydı zaten. Derler ki, eğer bir insan bu yapay zekayla yeteri kadar vakit geçirirse, en sonunda kendi kaderini ve soyunun nasıl tükeneceğini öğrenebilirdi. TANRI, Güneş Sisteminin önemli yerlerine konuşlandırılmış tüm ana gemilerdeydi ve artık bu yazıcıya tapan yeni bir kült oluşmuştu uzayda.

Madenci, hiçbir zaman kültler ve tanrılarla ilgilenmemişti. Otuz yıllık hayatının ilk yirmi yılını neredeyse hatırlamıyordu bile. Hatırladığı tek şey, uzaya nasıl çıktığı, Neptün’e kadar nasıl geldiği ve daha sonra Kuiper Kuşağı Madencileri’ne nasıl katıldığıydı. Şu ana kadar hiçbir kadın olmamıştı hayatında, annesini bile hatırlamıyordu, dünyada geçirdiği günleri ve yaşadığı tüm mutlulukları. Hayatı yüzeysel anlamda heyecandan yoksundu, bütün uğraşı uzayda maden aramak, sonra bunları satışa çıkarmak ve Güneş Sistemi’nin de ötesinde yer alan o korkunç boşluğu seyretmekti.

Bu yüzden TANRI’dan ne dileyeceğini de bilemiyordu artık. Komutan bonkör bir baş ağrısı sunmuştu ona sadece, özgürce seçim yapmak.

“Sonumu gözlerimi bile kırpmadan görebilecek cesareti istiyorum,” diye diledi ilk dileğini.

Tüm o metal odayı kaplayan devasa boyutlardaki çıktı cihazı, “bu diğer tüm dileklerini kaybettirecek; emin misin?” dedi. Sesi, herhalde epilepsi krizi geçiren birinin duyabileceği o tanrısal sesler kadar yüce bir his yarattı zihninde.

“Eminim. İstediğim tek şey bu.”

“Öyleyse hazır ol. Birazdan seni öldüreceğim, geri uyandığın zaman artık bu ana gemideki en korkusuz adam olacaksın sen.”

***

Mistik hiçbir şey yoktu. Madenci, yarım saatlik bir lobotomiye maruz kalmış ve limbik sisteminde ‘kaygıyı tetikleyen ne varsa, hepsini kaybetmişti. Kafatasının üst kısmı daha yerine yeni oturtulmuşken müfettişler gelip artık göreve çıkması gerektiğini bildirmiş ve bürokrasinin katalizörleri onu uğultulu bir baş ağrısının süzgecinden geçirip doğruca aracına göndermişti.

Yeni bir yapay zeka, yeni motorlar, en son teknoloji iniş takımları ve de bolca cesaret bulmuştu aracında.

Uçuş bölümüne kadar müfettişler ona eşlik etmişti. Sonrası o korkunç boşluğa attığı ilk adımdı yapayalnız; bilinen tüm yaşamı geride bırakarak. Hiç rüya görmeden uyumak gibiydi bu his, düşsüz geçen tozlu geceler gibi, terli yatağında çırpınırken yüzüne çarpan ekşi ufunet gibiydi. O hissiz karanlığın belli belirsiz akışını hiçbir şey hissetmeden seyrediyor oluşu artık öldüğüne delaletti, çünkü bir ölünün korkacak hiçbir şeyi yoktur.

Aracına entegre edilen yeni yapay zeka, bir öncekine kıyasla epey tuhaf gelmişti ona. Hiç konuşmuyordu; en az uzayın kendisi kadar sessizdi.

“Hey,” diye seslendi yapay zekayı harekete geçirmek için, “orada mısın?”

“Merhaba. Ana gemiden ayrılalı henüz bin yirmi kilometre oldu. Hedef noktası Eris. Toplam mesafe ölçülemiyor; Eris’e giden güneş ışığı fazla boğuk, geri alabildiğim sinyal kısıtlı. Fakat yaklaşık olarak on milyon kilometrelik bir mesafe daha var. Aşağı yukarı bir hafta sürecek yolculuğumuz. Bu süre içerisinde bedensel aktivitelerinizi minumum düzeye indirecek en uygun seyahat koşulu ‘uykudur’. Ben her daim uyanık kalacağım ve araca karşı oluşan herhangi bir tehdidi savuşturacağım. İsterseniz zihninizi uyuşturup sizi uyku’ya yatırabilirim.”

“Peki,” diye iç geçirdi Madenci. Eski yapay zekaya ait o insani kötücüllük, yeni yapay zekada tamamen robotik bir şeylere dönüşmüştü. İçten içe sızlayan bir ızdırap dalgası hissetse de uyutulmayı kabul etti.

Biraz sonra zihni bulanmaya ve uzayın soluksuz karanlığı gözlerinden kayıp giderek isimsiz bir geceye dönüşecekti.

***

Bir haftalık uykusunun sonuna yaklaşmak üzereyken ‘ağıt’ tekrar nüksetti rüyadan yoksun karanlığına. Karanlıktayken bir gözün her daim açık olup da en ufak bir soluğu seyretmesi gibi bir histi bu; kaçış yoktu, acelesi yoktu ve de her daim oradaydı, ölüm kadar sıradandı.

Epifiz bezinde yankılanan şarkı eriyerek bir rüya yarattı yavaş yavaş, sonra bu rüya damlayarak okyanusa dönüştü. Neptün’ün fırtınaları kadar korkunç dalgalar çalkalanıyordu her yerde ve bu felaketin arasında bir ada belirdi. Sonra dalgalar dindi, gürültüler sustu, bol miktarda DMT’nin açığa çıkmasından oluşan bir güneş doğdu Madenci’nin okyanus dolusu rüyasına.

Bir tanrı gibi hissetti aniden kendini fakat ölmek üzere olan ve kendi içine doğru gittikçe ufalan bir tanrı, ışığı, karanlığı ve tüm anlamları yitiriyor gibi hissetti. Bir ağıt duydu sakinleşen okyanusun ortasındaki adadan yükselen ve o adanın kıyılarında yalnız bir deniz kızı yatıyordu, yanında bir cesetle birlikte. Ağıtları o söylüyordu yalnızlığa, varlığa ve hiçliğe ve insanın o talihsiz yaşamına. Gittikçe daha da ufaldı ve en sonunda deniz kızının yanına kondu yavaşça.

Deniz kızı, en az uzaktaki büyülü yıldızlar kadar kayıtsız, devam etti ağıdına. Yüzü artık belirgindi, zehirli bir ölümle kuşanmış gibi gülümsüyordu büyüleyici ufka. Burnu küstah bir çıkıntı gibi uzuyordu, dudakları yumuşacık ve dolgun, ağzı küçücüktü. Gözleri körpe bir ceylan yavrusununkiler kadar güzel ama irisinde parlayan şehvet, en ölümcül hüzünler kadar siyahtı. Kıvırcık saçları balık kuyruğunun başladığı pullarla kaplı beline kadar iniyordu ve yanında uzanan ceset, Madenci’ye aitti.

***

Epifiz bezi büyük bir sarsıntıyla emdi tüm o okyanusu, adayı ve de ağıtları. Madenci sanki öte boyutlardan birinden fırlatıldı kozmik toz ve de metalle kaplı kabuğuna. Nefes nefeseydi. Gördüğü rüyayı, ya da rüya olması muhtemel o şeyi, düşünemeyecek kadar çok zonkluyordu başı. Artık Eris’in yakınlarındaydı aracı. Yapay zeka, Madenci’nin vücudunda yaşanan ani değişimlerin sonucunda onun ölmek üzere olduğu kanısına varmış ve bu yüzden sarı alarma geçmişti. Aracın içine çöken kozmik gece, sarı bir ışıkla damgalanıp duruyordu bu yüzden. “Tamam,” diye seslendi yapay zekaya, “iyiyim.”

Yapay zekanın alarmı durdurması sonucu, araç tekrar o dingin karanlığa büründü ve panaromik pencerelerden içeri yansıyan kozmik manzara, ötede uzanan Samanyolu’nun diken gibi batan yüz milyonlarca ışığıyla doluydu. Bir ufuk çizgisi yoktu, derinlik yoktu ve de bu diken gibi batan yüz milyonlarca ışıkla dolmuş karanlığın bir sonu yoktu.

“Eris’le aramızda son beş yüz kilometre.”

Yapay zekanın verdiği uyarının ardından, o güne kadar gördüğü en parlak şey belirdi uzaklarda. Adeta bir ışık kümesi gibi sıçrayıp geldi uzayın içinden. Eris’in buz fazındaki nitrojen ve hidrojen karışımıyla donmuş yüzeyine aitti bu ışık.

Saniyeler aktıkça daha da belirginleşti ışığı ve de kütlesi ve en sonunda Dysnomia’nın yanından geçti araç; ezilmiş bir teneke gibiydi. Sonra, artık Eris’in ölümcül derecedeki soğuk yüzeyi en ince ayrıntılarına kadar belirginleşti. Tamamen buz kütlelerinden oluşan atmosferi güneş ışığının altında parıl parıl bir pus gibiydi.

“Eris’le aramızda son yüz kilometre.”

“ALARM. AÇIKLANAMAYAN SİNYAL DALGALARI.”

Madenci ne olduğunu anlayamadı önce, aracın bilgisayarı kendiliğinden açıldı. Panaromik ekranda giderek büyüyen Eris’in parlak yüzeyi bir anda kayboldu ve her şey karanlığa gömüldü. Hologram projektörü devreye girmişti.

Karanlık ekranın üzerinde dans eden karıncalanmalar çözülürken, bir anda çok tanıdık bir surat gördü orada. Hem çok tanıdık, hem de bir o kadar yabancı. Sonra ağıtlar duydu aracın dört bir yanından yükselen fakat artık araç yoktu, her şey köpürtülü ve ıslak bir karanlığın içinde eriyip gitmişti.

“Hey,” diye seslendi yapay zekaya, “neler oluyor?”

Endişe duyması gerektiğini bildiği halde, nedense hiçbir şey hissetmiyordu. En ufak bir korku, en ufak bir heyecan ya da kaygı yoktu. Sadece büyük bir can sıkıntısı hissediyordu, “Hadi ama… neler oldu? Açıklasana.”

Yapay zeka derin bir suskunluğun içindeydi. Şeytani bir suskunluktu bu, sonra parazitlerin kemirdiği kadınsılığın çürüyerek aktığı bir sesle konuştu, “Açıklanamayan sinyal dalgaları alındı. Hata.”

Sonra parazitler giderek bastırdı ve her şey bir avuç parazitlenmenin içinde boğuldu. Karanlıkta sırıtan o belli belirsiz yüz hâlâ aynı yerde, aynı konumda bir hayalet gibi duruyordu.

Sonunda konuştu tüm ağıtların sesiyle, “benim bir ruhum var artık demiştim… gerçekleri gördüm demiştim, şimdi sen de göreceksin. Eris’in yaşadığını, Eris’in üstünde yaşayanları. Ben görmüştüm… şimdi sıra sende. Sen de göreceksin.”

Madenci son saniyelerini tükettiğinin farkındayken bile hiç korkmadı, hatta neredeyse mutlu hissediyordu diyebilirim; çünkü sonunda ızdırabının sebebini anlamıştı ve artık görebilecekti… gerçek neyse, onu görebilecekti ve belki delirebilecekti, aklın, hislerin, mantığın ve hayatın kuşattığı tüm o çirkin gerçeklikten kaçıp, delirmeyi başaracaktı sonunda madenci. Son saniyelerini tüketirken epifiz bezinden yükselen bir DMT dalgasının her şeyi yutup bir okyanusa dönüştürdüğünü gördü. Aklında kalan son şey, “Yıldızlara Gecikince, Satir’in Kör Sayıklamaları” yazan bir ekran oldu.

***

Neptün’ün yörüngesinde dönen ana gemiye hasar görmüş bir madenci aracı yanaştı. Anlamsız sinyal dalgaları yayıyordu. Askeri birlikler, aracın içinde ne olduğunu incelemek için geminin dışına çıktı. Madenci aracının içinde “Satir,” diye inleyen bir meczubun yarı canlı cesedini buldular.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

kisa oyku

Kaplumbağalar ve İnsanlar | Erhan Yıldırım (Kısa Öykü)

Yaşaması için ilk kural neydi hakikaten? Su mu? Hava mı? Yoksa lezzetine bakmadan midesine tıkacağı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin