Bilgisayar bilimleri profesörü Murat Aydan ofisini terk etmeden önce masasına son bir kez daha baktı. Ders boyunca ihtiyaç duyacağı notların tamam olduğundan emin olup, koridora yöneldi. Kuruluşunun üzerinden 7 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ kolej havasından kurtulamamış olan Vecihi Hürkuş Üniversitesi, genç profesörü Amsterdam’daki yerleşkesinden bir dönemliğine de olsa koparmayı bilmişti. Fakülte yönetiminin bunca ısrar ve kıyametinin ardından teklif ettiği ders programı ise tam anlamıyla bir komediydi. Sakin adımlarla ilerlediği koridorda elindeki ders programına baktı: Bilgisayar Bilimlerine Giriş 101, Bitkisel Programlama 101, Nano-Klorofil Panelleri 101, … İçinden “Şaka yapıyor olmalısınız.” diye geçirdi. Fakülte yönetimi bu meşhur profesörle dalga geçiyordu sanki. Öyle ki, Profesör Murat’a verdikleri odanın numarası bile 101’di. Bazı insanlar kendilerini teknik anlamda ne kadar geliştirmiş olsa da, egolarını dizginlemeyi bir türlü öğrenemiyorlardı. Bu okula sadece özel üniversite rektörünün ısrarı yüzünden getirildiğini ve fakülte yönetiminin alçaklık kompleksiyle kendisine diş bilediğinin farkındaydı. Sınıfa girmeden önce tüm bu olumsuz düşünceleri bir kenara bıraktı. Yıllar sonra ülkesine sadece 4 aylığına dönmüştü ve bu fedakârlığının karşılığını da yeni araştırmalarına ayrılan kaynak ile fazlasıyla alacaktı.
Sınıftaki birinci sınıf öğrencilerinin mevcudu her zamanki gibi yirminin altındaydı. Kapıdan adımını atıp gençleri selamladı.
“Merhaba arkadaşlar!”
Tahta sıraların üzerinde oturan öğrenciler, profesörü görür görmez yerlerine geçtiler ve yarı odun, yarı silikon yapımı diz üstü bilgisayarlarını açtılar.
Profesör Murat “Üçüncü dersimizde bilgisayar bilimleri tarihindeki mekanik teknolojiden kopuş ve bitkisel teknolojiye geçiş konularını anlatacağım.” diye devam ederek derse ufak bir giriş yaptı. “Derse başlamadan önce herhangi bir sorusu olan var mı?”
Profesörün öğrencilerinden Emre elini kaldırdı. Murat’ın kısa süreli tecrübesine göre Emre haylaz bir gençti.
“Buyur Emre!”
“Hocam, geçen hafta verdiğiniz ödevimle ilgili ufak bir sorunum var.” dedi genç adam.
Profesör Murat “Ne o? Yoksa ödevini papağanın mı yedi?” diyerek Emre’yle dalga geçti ve tüm sınıf gülüşmelere boğuldu. Aslında bu espiri içi tamamiyle boşaltılmış bir söylem değildi. Çünkü 2083 yılından bu yana USB belleklerin yerini sentetik bitkiler almıştı. Roka sebzesinin genlerinden üretilmiş olan DNA temelli veri taşıyıcıları canlı yapraklar olarak üretiliyordu ve petabaytlarca[1] veri şeffaf jelâtinin içerisinde cüzdanlarda taşınabiliyordu.
Gülüşmelerin son bulmasıyla birlikte, Emre meramını anlatmak için kaldığı yerden devam etti. “Yok, hocam! Bu sefer öyle bir sorunum yok. Anlattığınız şeyleri uygulama eksikliği sebebiyle tam olarak idrak edemiyoruz. Misal; bir gün sınıfa geçen hafta anlattığınız metal-silikon temelli teknoloji ürünlerinden getirir misiniz? Veya üniversitemizin teknoloji müzesine 2020 yılına ait bir Hi-Phone getirmeniz mümkün mü?”
“Onun adı Hi-Phone değil Emre. Sanırım iphone demek istedin.” diye cevap verdi Murat. “Ayrıca, geçen hafta size iphone’dan bahsetmemiştim. Sanırım dedenin anlattıklarından bir şeyler kapıp hocanı etkilemeye çalışıyorsun.”
Küçük kurnazlığı gün yüzüne çıkan Emre biraz mahcup olmuştu. Gülümseyerek “İşte, dersle ilgiliyim yani hocam.” dedi ve yerine oturdu.
“Tamam, hallederiz. Teşekkürler Emre. Aslında iphone gibi sükseli bir ürüne imza atmış olan Apple isimli şirket için işler pek de parlak gitmedi. Bilgisayar bilimleri sektöründe bir prensip vardır: Devrimsel girişimcilik sergilersiniz, sizden önceki karteli piyasadan silersiniz ama onun hatalarından ders çıkarmak aklınızın ucundan dahi geçmez ve sonunda gün gelir, birileri ortaya çıkıp sizi de diğerleri gibi rafa kaldırır.
Apple, Microsoft, Google, Facebook… Bu kelimeler şu anda size hiçbir anlam ifade etmiyor. Her biri 2000’li yılların başında dünyaya hükmeden teknolojilerin yaratıcıları olan firmalardı. Ama onları piyasadan silen firmalar bile yüzyılın ikinci yarısında ortadan kayboldu. Daha da komik olanı şu: İsmi elma anlamına gelen Apple firması bitkisel teknoloji tabanlı cihazların yükselişini göz ardı etti ve Ar-Ge çalışmalarına kulaklarını tıkadı.
Prensibe geri dönecek olursak, Apple firması da 1995–2010 yılları arasında fırtına gibi esen Nokia şirketini tahtından etmişti.
Diğer yandan, bitki tabanlı teknoloji dünyadaki birçok ciddi soruna da çare oldu. Elektronik cihazlar için üretilen enerji miktarı bugün neredeyse sıfıra indi. Eski insanlar kuşları taklit edip, uçmayı öğrendiler. Bitkisel teknolojinin mimarları ise daha köklü bir kaynaktan ilham aldı: Milyonlarca yıllık bitki evrimi…
Herhangi bir yeşil bitki türü ihtiyaç duyduğu enerjiyi kendi başına su, azot ve güneş ışığını kullanarak üretebiliyor. Gelişmiş her canlı türünde olduğu gibi bitki hücrelerinde de DNA bulunuyor ve basit bir DNA sarmalı gigabaytlarca veriye ev sahipliği yapıyor. Bu basit bilgilerin ışığında mimarlar şu çevreci görüşü ortaya attı: Bilgisayarlarımızı genleri modifiye edilmiş bitkilerden yaratabilir miyiz?
Geçtiğimiz yüzyılın başında üretilmiş olan tüm taşınabilir cihazlar şarj edilmek zorundaydı.”
Sınıftaki kız öğrencilerden biri sorusuyla Profesör Murat’ın sözünü kesti. “Şarj etmek nedir hocam?”
“Doğru ya! Siz bu tabire oldukça yabancısınız. Yaklaşık 50 yıl öncesine kadar insanlar diz üstü bilgisayarlarını, cep telefonlarını ve diğer taşınabilir elektronik cihazlarını doğru akım elektriğiyle yüklüyorlardı.”
Emre gözlerini fal taşı gibi açıp “Doğru akım mı? Yani 220 Volt mu?” diye hayretle çıkıştı.
Hafif tebessüm eden Profesör Murat “Şey, evet…” demekle yetinebildi.
“Ama bu çılgınlık! Yani millet cebinde doğru akımla yüklü pillerle mi dolaşıyordu?” diyerek söze katıldı bir başka öğrenci.
Profesör “Tam olarak öyle değil. Cep telefonları adaptör adı verilen dönüştürücülerle yükleniyordu. Bu konunun ayrıntılarına girmek istemiyorum.” diyerek durumu toparlamaya çalıştı.
“Neyse, dersimizle devam edelim. Bitkisel teknolojinin temelleri uzun zaman önce atılmıştı, ama bu tabanın sağlanabilmesi için birden fazla teknoloji dalının gelişimini tamamlaması gerekiyordu. Nihayet 2045 yılında genetik mühendisliği, elektronik mühendisliği ve nano-teknoloji alanları ortak bir paydada buluştu. Eskiden bilgisayar işlemleri silikon-metal karışımından üretilirdi. Elektrik hızı kullanılarak devreler arasındaki iletişim sağlanırdı. Bu proje sayesinde, tamamiyle organik yapı taşlarından inşa edilmiş işlemciler üretilmeye başlandı. 21. Yüzyılın başlarında çift veya dört işlemcili bilgisayarlara insanlar imrenerek bakarlardı.”
Öğrenciler çift çekirdek teknolojisini duyar duymaz kıkırdamaya başladılar. Profesör Murat da hafifçe gülümsedi.
“Biliyorum, biliyorum. Kulağa çok komik geliyor ama insanlar bu bilgisayarlara bayılıyordu. Şu anda ceplerinizde bulunan telefon cihazlarında bile bir milyarı aşkın işlemci bulunuyor. Ama yine de bunları öğrenmenizde yarar var.”
Kız öğrencilerden Sevim söze daldı. “Aman hocam bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak?”
“Alın size hiç bitmeyen bir geyik daha! Sadece 15 yıl önce, yani 90’larda biz de öğrenciyken bu yakınmayı hocalarımıza yapardık. Bilgisayar bilimleri, moda akımı gibidir. Eskiden trend olan şeyler, gelecekte de trend haline gelebilir. Bu yüzden, bu konular hakkında fikir sahibi olmanızda yarar var.”
Ayakta durmaktan yorulan Profesör masasındaki yerini aldı. “Biraz da ders dışı konulara girelim. Teknoloji hayatımızı kolaylaştırmak için birçok şeyi başardı ve birçok ciddi sorunu çözdü ama ben hâlâ eksik olan bir şeyler hissediyorum. Örneğin, denizden çıktığımda ıslak ayaklarıma yapışan kum tanelerine hâlâ bir çare bulamadık. Beni rahatsız eden bir başka şey ise kahvaltıdaki yumurta/çay bardağı paradoksu… Her Pazar sabahı ‘Yumurta yapmayayım da çay bardağım pis kokmasın veya en iyisi çay içmeyeyim de rahat rahat bir yumurta yiyeyim bu sabah’ diye içimden geçiriyorum. Gördüğünüz gibi teknoloji bazı şeyleri hâlâ çözebilmekten aciz. Ama en azından yeşil teknoloji 60’lı yıllarda imdadımıza yetişti de, ciddi çevre felaketlerinden kıl payı kurtulduk. Yüzebileceğimiz temiz sahillerimiz ve yumurtlayabilen tavuklarımız var. Bu da bir başarı…”
Sınıfın en işgüzâr öğrencisi olan Emre, profesörün bu boşluğunu fırsat bildi. “Hocam sizi türlü dertlerinizden alıkoymak istemem ama aklıma takılan bir şey daha var: Bu derste internetten de sorumlu olacak mıyız?”
“Elbette. İnternet bilgisayar bilimlerindeki en önemli sayfalardan biridir.” diye cevap verdi Murat.
Emre ise hocasıyla adeta pazarlık halindeydi. “Ama artık kullanılmıyor hocam. 70’lerde son buldu. Babam bile zor hatırlıyor interneti. Serbest çalışma olarak geçsek olmaz mı?”
“Aslında internetin son bulduğu falan yok. İnternet hâlâ kullanımda; sadece adı ve platformu değiştirilmiş olan bir teknoloji. Bildiğiniz gibi bilgisayar bilimlerinde ‘migration’ yani ‘geçiş’ adını verdiğimiz bir kavram var. İnternetin başına gelen de bundan ibaret. W3 Konsorsiyumu[2] bitkisel tabanlı teknolojinin gelişimine kayıtsız kalamazdı ve nihayetinde bir takvim belirlendi. 2065 ila 2075 yılları arası geçiş dönemi olarak kabul edildi ve o vakte kadar internet adı verilen ortama yüklü tüm veriler, yeni ağ olan Yeşil’e yüklendi. Yani, internet şu anda yürürlükte olan standardın –Yeşil’in– atası olan ortama verilen isimdi. İnternet günlerinde insanlar verileri buluta attıklarını söylüyorlardı, şimdilerde ise ağaca attık diyoruz. Yapılan işin prensibi üç aşağı beş yukarı aynı. Sadece temeldeki teknoloji ve adlandırmalar farklı.”
Profesörün açıklaması öğrencilerin canını sıkmıştı. İnternetin son 40 yıldır yürürlükte olmadığını öne sürüp, sınav konularının azaltılacağını umuyorlardı.
Ders boyunca sessizliğini koruyan öğrencilerden biri sorusuyla tartışmaya farklı bir bakış açısı getirdi. “Peki, hiç korkmuyor musunuz?”
“Neyden?”
Sınıfın en arka sırasında oturan genç fikir yürütmeye devam etti. “Bitkiler oldukça gizemli canlılar ve biz –yani memeliler– daha var olmamışken, onlar bu gezegendeydi ve bu zamana dek sahip olduğumuz tüm bilgiyi bir canlıya emanet ettik. Üstelik ona müthiş bir düşünebilme kapasitesi de verdik. Yeşil, dersin başından beri geçirdiğimiz son 15 dakika içerisinde birkaç yüz metre daha kök saldı. Gelecekte bize ne yapacağını bilemediğimiz bir yaratığa gezegenin her ucuna erişebilmesi için fırsat tanıdık. Birkaç ay önce bir makale okumuştum. Yeşil’in gen haritasında şu anda ismini hatırlayamadığım bir çöl ağacından kopyalamalar yapıldığını öğrendim. Bu çöl ağacının da her bitki türü gibi farklı savunma mekanizmaları var.”
Ön sıralarda oturan öğrenciler arkadaşlarının çıkarımına kulak kabartıp arkalarına döndü. Sınıf arkadaşlarının beklenmedik ilgisine şaşıran sessiz genç bir an duraksadı, fakat sözlerine kaldığı yerden devam etti.
“Demek istediğim, bu çöl ağacı türdeşi olan diğer ağaçlara güçlü kökleriyle bağlı ve kurak mevsimlerde yok olma tehlikesiyle karşılaştıklarında hep beraber bir tür zehirli hormon salgılamaya başlıyorlar. Eğer göçebe hayvanlar, bu ağaçlardan herhangi birini yemeğe devam ederse, bu hayvanı el birliğiyle zehirleyebiliyorlar. Bitkiler bizim daha kavrayamadığımız birçok savunma güdüsüne ve gelişmiş iletişim yeteneğine sahip.
Biz insanlar ise, sadece rekabet düşüncesiyle hareket edip, bitkisel teknolojiyi yeterli seviyede test etmeden standartlaştırıp kullanıma açtık. Yeşil teknolojiyi geliştirmeye başlayan her firma bir diğerine üstünlük sağlayabilmek için sunucularını, mobil cihazlarını hızla bu doğrultuda tasarladı. Ama sonucun ne olacağını bence kimse bilmiyor.”
Oturduğu sıradan arkasını dönmüş olan öğrencilerden biri de Emre’ydi. Arkadaşının komplo teorisini bir tartışmaya dönüştürecek soruyu sordu. “İyi de, Yeşil insanlığa karşı bir tehdit oluşturduğu anda onu kesiveririz, olur biter. Bir ağaç bize karşı ne yapabilir ki?”
En arka sıradaki gizemli genç hiç gecikmeden cevap verdi. “Yeşil, bir ağaçtan çok daha fazlası… Yeşil elimizdeki her mobil cihaza tek başına bağlanabilen yegâne varlık. Ya insanları kendisi için bir tehdit olarak görüp, bir tür zehirli gaz veya zehirli polen salınımı yaparsa? Bilinmezlerle dolu 450 milyon yıllık evrim, hepi topu 50 yıllık Ar-Ge çalışmasıyla dizginlenemez. Bu canlıların DNA’sından sadece işimize yarar kısımlarını çözdük ve rekabet dürtüsü yüzünden alelacele ürünler ortaya çıkarıldı. Cebimizde taşıdığımız yarı canlı bilgisayarların DNA’sındaki %35’lik alan ne işe yarıyor hâlâ bilinmiyor. Kaderi kendimizin tayin ettiğini zannediyoruz, ama Yeşil bilinmezleriyle birlikte büyümeye devam ediyor.
[1] 1 Petabayt = 1 Milyon Gigabayt
[2] W3 Konsorsiyumu: Dünya Çapında Ağ Birliği (World Wide Web Consortium ya da kısaca W3C), Ekim 1994’te Ağ’ın mucidi Tim Berners-Lee tarafından MIT ve CERN bünyesinde kurulmuş olan uluslararası Dünya Çapında Ağ (WWW) standartlarını belirleyen örgüttür.