Yeni Şafak | Tuğrul Sultanzade (Kısa Öykü)

Kayalıkların, kumların ve nem ihtiva eden ışıkların arasında, sessiz bir kör noktaya indik o gece, sahile. Hâlâ aklımdan çıkmıyor simsiyah bir tutkuyla karanlığa uzanan gürültüler ve mazot kokusu. Karanlığa karışıp bambaşka, adeta korkuya benzer kesif bir hal almış. Başım döndü soluyunca, “Başlamışlar!” diye düşündüm. Havzayı çalkantılı, hiddetli ve canlı bir denizle dolduruyorlar… denizi havzaya pompalayan ekoloji jeneratörleri kilometrelerce açıkta, birkaç ışık noktası halinde göz kırpıyorlar o an. Tüylerim ürperiyor, kalbimde cılız bir vehim titriyor.

Batıda, dolmaya başlayan havzanın karanlığına doğru uzanan burun parıl parıl yanan ışıklarla süslenmiş. Her şey benden böylesine uzak, adeta ışıldayan bir resim gibi. Doğuya bakınca limanı görüyorum. Vinçler, metal konteynerler, kuleler, silolar ve havzayı dolduran ekoloji jeneratörlerine malzeme taşıyan gemiler. Hepsi, kayalıklara yapıştırılmış endüstriyel bir estetiğin içinde kızıl bir sevinçle parlıyor ve geceye çöken amansız pusun perdesi altında soluk alıp veriyorlar.

İnsan başlı bir tanrı hiçliğin yankısız karanlığında ezilip ufalanacağı günü bekleyen bu talihsiz gezegenin havzalarını, platolarını, düzlüklerini ve tepelerini hayatla boyuyor şimdi. Başka bir şey değil tüm bu gürültü, tüm bu koku ve gecenin esrarı içinde kıpırdayan hilkatın silyaları. Yaşamın özüyle kabarıp şişen bir zelalet, korkunç bir şirk ve ölümsüzlük hevesi… en zehirli mantarın hiç tükenmez sporları gibi, kozmosun hiçliğini yutup büyümeye ve de adım attığı her yeri kendi sefaletiyle boyamaya başlayan en yalnız, en çaresiz ve en güçlü varlığın trajedisi.

Dalgalar, dev jeneratörlerin çıkardığı hafifmeşrep homurtularla yükseliyor. Kendimi sefil hissettim. Böyle hissetmek için kış ayazının parladığı bir gece, şarap içmeye gerek yok illaki. İnsanlık karşı konulamaz bir gürültüyle büyüyor çünkü etrafımda, kaçtığım en ıssız yerde bile huzurlu bir yalnızlığı değil, insanların yoksunluğundan doğan acınası bir sızıyı hissediyorum.

Düşündükçe öfkelenmeye başladım. Hem kendime, hem de etrafıma. Dalgın dalgın açtım şişeyi. Küçük üzümlerden mayalanmış, şekerli ve topraksı bir tat ihtiva eden kırmızı şarap, kokularla birlikte yükseldi. İlk yudum müthiş bir uyuşma yarattı dilimde, daha sonra bu uyuşukluk şarabın tadıyla açılıp dalgalandı, mideme doğru uzandı ve orada asidin içine düşüp erirken her yanım ısınmaya başladı. Gece, şarabın yoğun tadıyla kendine ait bir his kazanmıştı şimdi duyularımda. Sıcacık, kadifeden bir kalp gibi, yumuşak ve karanlık, kaybedilmiş arzular sanki.

Geceyi böylesine tadıp süzerken, bir lahza arkadaşımın tedirginliğinden doğan bulantıyı da hissettim. Bir sorun mu var diye sorunca, “ötede bir şeyler kıpırdıyor,” dedi, “baksana.”

Aklımda uğuldayan düşünceler uçtu gitti böylece. Gece sıradan endişelerle, tehlikeler ve gölgelerin dansıyla doldu yeniden. Bir karaltı kıpırdıyordu orada sahiden, fonda limanın kırmızı ışıkları. Herif yere eğilip bir şeyler arıyor, yeni dolmaya başlayan havzanın sığ suları içine girip çıkıyordu.

“Ya balık tutabileceğini sanıyor, ya da bir ekoloji denetleyicisi,” dedim. Arkadaşım güldü.

“Bu saatte ekoloji denetleyicisinin ne işi olur burada? Bu saatte buraya ancak senin benim gibi müptezeller gelir.”

“Saat daha yedi,” dedim, “akşamın yedisi.”

“Bu gezegende saatler hızlı akıyor,” diye iç çekti ve o da şişesini açıp bir yudum aldı şarabından, sonra felsefi bir monoloğa başladı, “hava hızlı kararıyor ve geceler uzuyor… gecelerin çok daha uzun olduğu şehirler, er ya da geç çürüyecektir.”

“Her şehrin kaderi bu,” dedim ben de ona uyarak, “otobanlar bu yüzden var, arabalar, roketler ve bomboş kayasal gezegenler…”

“Son durağımız burada. Bu gezegenin boş, derin ve kuru havzasının yankısız karanlığında kurulan şehir… gönüllü geldiğimiz mezarlık, yaşayan, büyüyen, beton bir mezarlık! Şehir! İnsanın en büyük hatası ve kurtulamadığı bağları bu yapıdadır hep!”

Arkadaşım konuşurken, Mars tütününden harmanlanmış bir sigara yaktım. Körfezin batıya doğru uzandıkça açılan ve bizden uzaklaşan burnunda ışıl ışıl parlayan sahil yolu cezbetti gözlerimi yeniden. Nasıl da gözkırpıyorlar. Zenginlerin tepelerini, otelleri, resortları, yatları, bahçeleri, villaları, tatlı, durağan ve renkli bir hayatın pastel yalanlarını düşündüm.

Bu sırada kayalıklardaki karaltı, limanın soluk alıp veren kırmızı ışıklarına nazır yere çökmüş, oltasını denize atarak bir şeylerin olmasını bekliyordu.

“Bir balıkçıymış,” dedim gülerek, “o dev makinelerden fırlayan çerçöpleri yakalar ancak.” Arkadaşım kafa salladı. Daha sonra ikimiz de sustuk. Şarap bizim yerimize konuşuyordu. Giderek yükselmeye başlayan, kabaran ve dalgaların hiddetinde yaşamı savuran denizin havzayı dolduruşunu seyretmeye koyulduk. Ertesi gün buraya tekrar geldiğimizde kayalıklardaki boşluklar bile suyla dolacaktı büyük ihtimalle. Sonra, yirmi sekiz günün ardından ekoloji jeneratörleri sahte bir medcezir yaratacaktı. O dev makineler denizi parça parça yutacaktı, tüm havza sanki nefes alıyor gibi çekilecekti kayalıkların sırtından, makineler denizi mazotlu organlarından geçirip filtreleyecek, perdelerinden aşağı döküp hayatı süzecekti orada.

“Sence o adam, orada ne yapıyor olabilir?” diye sordu arkadaş. Oltasını henüz yeni beliren denize atıp bir şeyler bulabileceğini sanan bu zavallıya karşı böylesine korkulu bir intibaya kapıldığı için kızmadım. Sorgulamakta haklıydı aslında. Sonuçta böylesi bir karartı muhayillede ne acayip yankılar yaratır sarhoş ve üşüyorken insan.

“Bence Kalipso’yu arıyor denizde,” diye güldüm, “belki oltasına takılır diye bekliyor orada.”

“Olabilir,” diye kıkırdadı arkadaşım, “belki de Şahmeran’ın mumyasını arıyordur? Neden arıyor olabilir? Hmm… belki de nekrofil?”

“Olamaz mı? Olur olur! Böyle gezegenler, her türlü döküntüyü toplayan mıknatıslar gibi. Ben, sen, o ve öbürleri! Dökülmeye başlayan bu şehire bir bak, daha yeni kuruldu üstelik!”

“Özellikle şu deniz, şu kayalıklara çarpan insan yapımı sahte ekoloji… bizim zelaletimizin renkleri, ne kadar da çarpıcı, bakar mısın, insan kendinden tiksinir adeta, neden hayatsız, sessiz ve de zavallı bir gezegeni bu gürültüye mahkum eder insan?”

“Belki de o kadar yaşamdan yoksun değildi gezegen? Bu havza milyonlarca yıl önce bir tuzlu su okyanusuyla doluymuş güya.”

“O teorileri okudum ben de. Havzanın tabanını kazarken çıkardıkları o dev fosillere ne demeli?”

“Ama onların bir fosil mi yoksa sadece maden mi olduğu kesin değil ki?”

“Ama tamamen organik materyallerden oluşuyorlar… bir zamanlar canlılık içeren kristaller.”

“Kesin olarak bildiğimiz tek şey biz geldiğimizde bu gezegen bomboş bir kayadan ibaret olduğu. Rüzgarları kumlu, ıssız ve de hayatın yankısından yoksun.”

“Şimdi nasıl da eğreti duruyor hayat bu bir zamanlar bomboş bekleyen kozmik kayanın üzerinde… nasıl da yabancı duruyor şu ışıklar, şu mazotun kokusu, şu liman, şu gemiler, şu makineler… ve biz!”

“Nereye gitsek yabancıyız biz, her şeyin yabancısı, çünkü hep kendine yabancı. Şimdilik, sadece o fosillerin ‘bir fosil’ olmadığına inandıralım kendimizi. O denli amorfik varlıkların bir vakit üzerinde gezindiği şu gezegende yaşamak fikri nasıl da korkunç.”

Tütün bitti biz konuşurken, izmarit ekolojiye karışması için havzaya savruldu, yeni bir tane daha yakıldı, şaraplardan bir yudum alındı. Bu döngü yarım saat boyunca böylece tekrar etti. Sonra, birden bire adamın ayağa kalktığını farkettik. Oltasını falan toplayıp hızla uzaklaşmaya başladı.

“Bir insana göre fazla hızlı değil mi sence de?”

“Haklısın,” dedim. Huzursuzlanmaya başlamıştım. Fakat bu, sıradan bir huzursuzluk değildi. İnsan ötesi dünyaların kıpırtılarından damlayıp, insanın zihnine düşünce kırağı tutan bir kasvet yağmuruydu. Ne ki sezgilerim şarabın sıcacık pusuyla dolmaya başlıyordu, bu kırağı çok geçmeden çözülerek uçup gitti. Sadece iç dünyalarımızın kurak, hasarlı ve aciz iklimlerinde gezinen bir bunalımın esintisi kaldı geride.

Bir saat kadar sonra, etrafın iyiden iyiye tenhalaştığı, soğuduğu ve jeneratörlerin pompalama işlemini durdurduğu bir vakit, polisler geliverdi sahile. İçim ürperdi. O ekip otosunun, böylesi yankılı bir karanlığa giriş yaparken yarattığı tedirginlik gırtlağıma kök salıp, göğüs kafesime doğru karıncalanan bir kahkaha atma isteği uyandırdı nedense. Aciz ve beceriksiz bir döküntünün onu dışlayıp, yok sayan bir sisteme karşı edebileceği adam akıllı tek isyanın soluğuydu işte bu.

Nitekim polisler yanımıza gelip, burada ne yaptığımızı sorunca o acayip kahkaha arzusu korkuya çarpıp çekilmeye başladı. Sadece içiyor olduğumuzu söyledim. Adam ayağa kalkmamı emretti.

“Burada sizden başka biri var mıydı?” diye sordu. Suratında kamu memuruna has bir bıkkınlık, göreve adanmışlık ve de esmer bir tekdüzelik vardı. Bir android olduğunu hissettim onun, fakat bu sentetik ciddiyet karşısında aşağılanmış gibi hissettim. “Sana söylüyorum,” diye bağırdı herif, “sizden başka birisi var mıydı burada?”

Şarap hızlı hızlı çarpmaya başlayan kalbimin sıçrattığı kana karışmış, utanç ve korku ile birbirine girerek gözlerimde puslanmaya başlamıştı. Birkez daha bağırırsa hüngür hüngür ağlayacağımı farkettim. Arkadaşıma baktım gayri ihtiyari, gözlerimizin önünden bir pus geçiverdi, limanın kırmızı ışıkları vurdu yoğun bir şiddetle ve balıkçı herifin gölgesi bir ruhun bedenden çıkışı gibi uçup gitti bu parıltının içinden.

“Evet,” dedim kekeleyerek, “bizden başka biri daha vardı ama gitti.”

“Kimdi bu?”

“Bilmiyoruz…”

“Ne yapıyordu burada?”

“Balık tutuyordu sanırım.”

Polisler birbirine bakıp derin ve çok karamsar bir ifadeye kapıldılar. Bir sessizlik oldu. Rüzgarın okşadığı deniz havzada bir o yana, bir bu yana savruldu ve kayalara çarpıp köpüklü dalgalara dönüştüler. “Buralarda çok takılmayın,” dediler, “evlerinize gidin.”

Motorlar susmuştu.

Başımı ‘evet’ anlamında itaatkar bir tavırla sallayıp sahile indiğimiz yola doğru yürümeye başladım. Kendimi ezilmiş, iğrenç bir sümüklü böcek gibi hissediyordum. Peşimde adeta bir başağrısı vardı. Solgun bir gölgeden biçilmiş arkadaşımın silüetiydi bu. Kurşun gibi suskunduk. Polisler, farklı bir yolu takip ederek uzaklaştı. Şehrin alacakaranlığına karıştılar. Biz de çalılıkların, akasyaların, dalları salkım saçak uzanan makilerin yolduğu kumlu karanlıktan geçip yukarı meyleden bir sokağa çıktık.

Sus pus olmuş bir halde yürürken gecenin ta bu saatine kadar açık bir tekel bayisine girmeye karar verdim. Arkadaşım, “yine mi?” dedi.

“Bunlar son,” dedim.

İçerisi karanlıktı. Kasadaki otomat beni selamladı. Gayri ihtiyari karşılık verdim. Makine teşekkür etti. Sonra bayiye gölgelerin, aydınlatma lambalarında sallanan puslu ışığın, isin ve de ıssızlığın içinden çıkan bir çift zenci kız girdi. Dışarıdaki ayazın ürpertisine rağmen kısacık ve bedenlerine yapışan şortlar giyiyorlardı. Oldukça tuhaf geldi ikisi de bana. Sanki farklı bir düzlemden çıkıp da kendilerini benim boyutumda bulmuşlar gibi. Oldukça egzotik, kendilerine has bir güzellikleri vardı. Biraları alıp dışarı çıktıktan sonra, liman yönüne doğru ilerlediklerini gördüm.

Ana caddeye yaklaştıkça kör-imitasyonu karanlık bir kalabalığın geçit töreniyle karşılaştık. Kanlı gözlerle ağlayan Meryem figürü, önde yürüyen siyah cübbeli rahibin kucağında çok çirkin ve hastalıklı bir intiba uyandırıyordu. Geçitte yürüyenler körlüğü taklit eden gözleriyle hıçkıra hıçkıra, “tövbe! tövbe! tövbe!” diye inliyordu.

Sonra bir dev geliyordu arkadan. Sahiden bir devdi bu, tekerleklerle sürüklenen bir platforma oturtulmuş, yıldızları yakalayamadığı için ağlıyor. Masumiyetin hastalıklı, şekilsiz ve gözleri sulu bedenlerde tükenişi, ona duyulan tiksinti dolu acıma ve böyle sürüklenip gitmesi… bu kortejin arkasından sürüklenen dev, aslında ne çok şey anlatıyor. Şehrin delileri, tövbekârları, zavallıları, umut arayanları bir araya gelmiş mumların ışıl ışıl yandığı bu gösterişsiz kalabalığı yaratmıştı ve her iki yanda da içi doldurulmuş ölü kuzular sırıtıyordu.

Arkadaşım Teknokratik Satanist Kilisesi’nin bir müridiydi. Tüm bu manzara, yüzlerce kırık camdan yansıyan tek bir küfrün yankıları gibiydi onun için. Bir lahza, platformun üstünde sürüklenen deve bakıp gülmeye başladı. Neler olacağını sezmiştim. Bir iki adım öteye, arka sokağa açılan bir döngüye yürüdüm hızla. Geçit töreni yapan tiplerin önüne atlayıverdi arkadaşım. “SAMAEL! LİLİTH! LUSİFER!” diye bağırdığını duydum. Işıklar kapkara apartmanların üstünden sırıttı, kortejin sesleri arkadaşımın önemsiz ve gülünç çığlıklarına karşı baskın geldi. Onun bu vandalist tutkusu, bir anda zombileşmiş bir kayıtsızlığın karşısında eriyip gitti.

Peşimden geldiğinde suratına sırıtıyordum. “Hayırdır?” diye sordum. Hayal kırıklığına uğradığını söyledi. Kortej en ufak bir alaka, en ufak bir tepki bile göstermemişti. Oysaki o başına bela almak istiyordu, bu zombileşmiş kalabalığı öfkeli feromonlara boyayıp peşine kilitlemek ve meçhule sürüklemek sonra koşmak ve koşmak, gecenin en sessiz gölgelerini adrenalinin hızlı hızlı atan saçma sapan tutkularıyla yıkmak istiyordu. İnsan herkesin uyuduğu, uyumayanların düş gören bitkilere dönüştüğü bir gecenin içinde başka nasıl eğlenmeliydi?

Şehrin gölgeli ve yankısız karanlığına açılan sokak boyunca yürüdük. Etrafta öğrenci yurtları ve irili ufaklı birkaç otel vardı. Bunların pencerelerinden kasvetli rüyalara has sönük bir mavi ışık sızıyordu geceye. Bir palmiye ağacı retro-fütüristik seksenler imajı gibi nostaljiyle sırıtıyordu.

Kordona vardık yürüye yürüye. Çakırkeyif adımlarımız bizi buraya taşımıştı. Hiçbir şeyde anlam yoktu, lezzet yoktu ve bir şey de aramıyorduk zaten. Hayatın devasa kandırmacası ve ihtiva ettiği tüm o çiğ tekdüzeliği kabul etmiş gibiydik.

Pus artık domuzuna çökmüştü körfeze, hakikatin yalın çığrışları geldi aklıma. Duruldum. Jeneratörler denizi dengesiz bir hızla pompalamış olacak ki, ısı parametreleri sarsılmıştı. Merdivenlerden aşağı inip iskelelere vardık. Etraf öylesine yalnız ve kurşuniydi ki, kendimi bir günaha bulanmış, olmamam gereken bir yerde tüm ayıplayıcı bakışlara rağmen çırılçıplak geziyormuşum gibi hissettim, oysa bir arkadaşım vardı bir de ben ve de aklımda uğuldayan anksiyetem.

İskelelerde gezip durduk. Aydınlatma direkleri inciçiçekleri gibi parıl parıl parlıyordu. Karmaşık bir mimariye bürünmüştü iskeleler. Denizi ve körfezi izledik. Trabzanlarda nem vardı. Bir lahza aralıklı yürüyüşümüzün içinde, ruh halimin tamamen çöktüğü bir vakit televizyonlar çıktı karşımıza. Kapkara bir denizden uzaya sarkan ışıltılı hayaletler gibi, devasa cam bir vitrinin gerisinde sırıtıyorlardı bize. Arkadaşım bu aptal vizyonları seyrederken nedense gözüme her zamankinden daha yabancı göründü.

Neden böyle oldu anlamıyorum, hâlâ daha anlamıyorum fakat birden bire her şeye karşı mutlak bir öfke patlak verdi ruhumda. “Neye bakıyorsun?” dedim. Sesim her zamankinden daha sert çıkmıştı. Arkadaşım ürkmüş gibi, “sence de ilgi çekici değil mi?” diye sırıttı. Bu sırıtış o kadar anlam taşıyordu ki, alacakaranlığın parıltılı yakamozu içinde ona bakmak midemi bulandırdı.

“Neymiş ilgi çekici olan?” dedim. Ağzımdan çıkan acı sesin yankısı, kendi ruhuma açtığım bir yara gibi kanamaya başladı, daha da öfkeli hissettim, karşımdaki ‘arkadaş’ dediğim ucubeyi ezip parçalara ayırmak ve yoluma yalnız devam etmek istedim. Adam ahmak ahmak baktı suratıma. Hem acıdım, hem de tiksindim. Neydi bu ani değişimin sebebi? Yoksa hayatım ışığın vurduğu yöne göre mi değişiyordu? Şimdi değişmiş miydi şeklini etrafımdaki tüm suretler? “Bu aptal şeyler karşısında acizsin!” diye bağırdım. Bu bağırış aşağılamak için değil, sadece bir şeyi bir şeye bağlamak, onun içinde kalan bir zehri açığa çıkarıp hararetli bir tartışma yaratmak içindi. Fakat o da, bana karşı lakayttı o gece, “gene aşağılamaya başlıyorsun!” dedi alınmış ve kızgın bir tonda fakat imitasyon olduğu belliydi, beni umursamıyordu aslında. Bunu bilmek beni daha çok kızdırdı. Çünkü alışmıştı artık bana, tüm öfkeme, saçtığım nefrete ve yaralı ruhumun irin akıtan kokuşmuşluğuna. Bunları düşünürken aklıma Meryem’in Kör Çocukları geldi, sonra zenci kızlar ve geceyle aramdaki kayıtsız samimiyet zinciri.

“Müstahakın bu!” diye bağırdım. Gülmeye başladı. Matematikle ilgili birkaç zırva patlattı fakat iplerim kopmuştu, bu aptal televizyon yığınının önünden çekip gitmek istediğimi söyledim. Ürkek ve korkak bir tavırla bunu kabul etti. Televizyonlar birer birer sundukları imajları değişip de, Neptün’ün kalbine ilerleyen bakterilerin hayatlarını aktarırken  sokağa doğru yürümeye başladık.

Doğadaki yankısını ancak bir hayvanının aşağılık dürtülerinde bulabileceğin türden yaralı ama tedirgin bir hali vardı şimdi arkadaşımın. Ensesinden tutup onu yere çalmak, midesini acımasız tekmelerle doldurmak istedim. Fakat sonra içim acıdı. Neden bunu yapmak istiyordum ki? İçimden küfrede küfrede yürürken merdivenleri çıkıp, körfeze kurulmuş bu kamu parkını arkada bırakmıştık bile. Şimdi önümüzde açılan gece bomboş ve de ürperticiydi. Caddeye doğru meyleden eğimli yol gözüme gargantuan küfürler gibi gözüktü. Kumlu, her iki yanında da villalar olan pespaye fakat bir o kadar da güzel bir hali vardı.

“Bir şeyler ters gidiyor,” dedi arkadaşım. Sahiden ben de öyle hissediyordum. Hiçbir evin ışığı yanmıyordu.

“Sorun nedir sence?” diye sordum. Sakin olmaya çalışıyordum, sakin görünmeye ihtiyacım yoktu. Benimle her türlü riski göze alıp da iletişim kurmaya çalışan bu zavallıyı acımasızca boğazlayabilirdim.

“Evlerimize dağılalım,” dedi aklımdan geçen şeylerin farkına varmışçasına. Çünkü sesinde artık ciddiyet vardı, bu işlerin sarpa sardığına dair acı bir ciddiyetdi, “sorunu şimdi bulamayız.”

“Pekâlâ,” diye yanıtladım, “hadi defol!”

Onu aşağılamam ve hakaret etmem hoşuna gidiyordu. Arkadaş olmamızın tek nedeni de esasen buydu sanırım. Mazoşist ibnenin tekiydi, benim de insanları horlamak hoşuma giderdi. Bazı zamanlar ağzımdan ne çıkarsa söylerdim, sanki ona methiyeler düzüyormuşum gibi mest olurdu. Şimdi o kadar kaba davranmamış da olsam, sırıtarak arkasını döndü, gevrek ve kavruk bir hali vardı. Karanlığın rüzgarlı hışırtılarına karışıp gitti. Bir süre boyunca aydınlatma direklerinin ha-ha-ha diye parladığı yolda onun o bükük silüetinin kayboluşunu seyrettim. Sonra gözlerimi kendi yoluma çevirdim. Sarhoştum, mutsuz ve öfke doluydum. Arkadaşımla olan bu tatsız vedadan geriye içimde buruk bir saplantı kalmıştı. Sanki ona karşı ettiğim saygısızlığın on katı bana edilmiş gibi çırılçıplak ve hastalıklı bir şekilde küçük düşmüş hissediyordum, gece üstüme üstüme çöküyordu adeta ve üşüyordum. Eve doğru yürürken hislerim koyu ve kurşuni bir hüzne dönüp içime çöktü, ruhum karardı adeta, yankısız bir kasvete boğuldum.

***

Ertesi sabah uyandığımda kanalizasyon kokusunun musluktan içeri sızdığı evimin mayhoş aydınlığı beni hayata karşı derin bir öfkeye sürükledi. Dün gece midemde asitle yoğrulup buhar olan şarabın gölgesi şimdi kurşun gibiydi midemde. Dünyam sallanıyor ve çalkalanıyordu. Ne yapacağımı bilmez bir halde koltuğa çöktüm. Pislik dolu bir çuval gibi yığıldım. Bir insan yataktan kalktığı an, tekrar ona dönmek için neden bu kadar arzulu olur? Bir insan neden bir şey yapmadığı halde, bir şey yapmamak için kendini ‘düşünüyorum’ diye avutur. Düşündükçe tuhaf bir idraka kapıldım, medeniyeti şekillendiren şey de bu döngüydü sanırım. Düşünenler, en sonunda bir şeyler yapmış ve bu, sahiden bir şeyler yapanların tüm çabasını solda sıfır bırakmıştı. Azınlıkların devrimi, çoğunlukları özümsemiş bir süre sonra azınlıkların hükmü çoğunluğa dönüşmüştü.

Bu tarz şeyler düşünüp, düşündüğüm şeylerin artık sıradan bir tartışma için bile ne denli gereksiz olduğunu anladım. Şimdi insanları felsefe ilgilendirmiyordu ya da sosyoloji ya da başka bir şey… insanların ruhani dünyaları öylesine dijitalize edilmiş, öylesine basit bir şeye dönüştürülmüştü ki, hislerin ekosisteminde her şey Yapay Zeka denen güneşlere bağlıydı. İnsan kafasından çıkan görünmez iplerle bir yıldızdan ötekine sürükleniyordu. Sahiden böyleydi bu. Kimi insan zihnini kozmik bir mikro çipe yüklüyor, sonra bu mikro çip içerisinde yıldızların ışığından beslenerek uzay boşluğunda savrulan devasa hiper-enerjik-bilgisayarlara entegre olmak için sürükleniyordu. Organik bedeni içerisinde yaşamaya devam edenler, ileride bir gün eğer korkunç bir kaza olur da, insanlık tekrar cezirelerin o güvenli kayasal satıhlarına geri dönsün diye her şeyi hazırda bekletmekle mükellef tutuluyordu.

Benim de hakettiğim şey buydu esasen. Ne kadar küçük ve önemsiz olduğumu farkettim. Fakat bunu kendi kendime iyice yedirmek, kendimi rezil ve aşağılık bir hale sokmak istiyordum. Bunu yapmak için ne gerekliydi?

Arkadaşımı arayıp ondan özür dileyecektim ve geçmişte yaptığım çok utanç verici bir şeyi, ona gözyaşlarıyla anlatacaktım.

Oktagonal bir biçme sahip iletişim cihazını sehpaya koydum ve arkadaşımı bağlaması için evde bir bulut halinde gezinen yapay zekaya komut verdim. Fakat bir şeyler ters gidiyordu. Yapay zeka yanıt vermedi. Oktagonal cihaz ise, bir ‘cihaz’dan ziyade işe yaramaz bir cisimden ibaretti şimdi.

Pencereleri açıp dışarı sarktım. Tüm gezegen üstüne eklenen hayatı soyup atmış gibiydi. Sokaklar bomboş ve yakıcı bir parlaklıkla yanıyordu. Apartmanın çatısına çıktım. Su depoları, antenler ve paneller öylece sırıtıyordu gün ışığı altında ve şehrimin tüm apartmanlarındaki sıradan çatı manzarası da, aynı sırıtış ile dalgalanıp uzuyordu.

Şehirde yaşayan tek insanın ben olduğunu düşünmeye başladım. Bu içimde korkunç bir huzursuzluk yarattı. Sanki herkesin katıldığı muhteşem bir balodan dışlanmış da hastalıklı evimin gölgeleri altında hıçkıra hıçkıra ağlamak zorunda kalmışım gibi hissettim. Bir süre boyunca o çatıda dikilip şehrin ürpertici yalnızlığını seyrederken kendimi hastalanıyormuş gibi hissettim. Kanalizasyon kokuları gün ile birlikte yükseliyordu.

Apartmandan aşağı indim. Sokağa çıktım. Arkadaşıma benzettiğim bir gölge, öylece duruyordu köşe başında. Bana el sallıyordu sanki. Yanına gidip bakınca bunun zalimce tasarlanmış bir otomaton olduğunu farkettim. Dokunur dokunmaz hayata dair beceriksiz bir imitasyon ile döküldü.

Şehrin her yanı, organik bir şeylerden arta kalan çürüme ile doluydu. Hayattan ve hayattan arta kalan yalnızlıktan nefret etmeye başladım. Aklım burada neler olup bittiğini algılayamıyordu. Sanki gezegen ozon tabakasını kaybetmiş de, yıldızın vahşi ve acımasız ışınları en zararlı yönleriyle bombardımana başlamıştı. Öylesine parlak, öylesine zalim ve öylesine çirkin bir tadı vardı günışığının. Tek bir fark ile hayatın başlangıcını tetikleyen bir şeyin, kozmosun ürpertici kaosu içerisinde nasıl da ölümcül olabileceğini idrak ettim.

Tüm şehri dolaştım. Kaç saat geçmişti bilemem. Fakat çıldırdığımı hissediyordum. Tek bir gecede, ne kadar çok şey değişmişti! İnsanların asfaltta iç çeken pudinglere dönüştüğünü gördüm. Sahile indim. Deniz kaynıyordu!

Her yerim ter içindeydi ve terim buharlaşıyordu. Kokuşuyordum adeta ve neden sonra otobana çıktığım zaman, hayatın sahte makyajını ektiğimiz ovanın zalim bir ışın bombardımanı altında sönüp, solarak adeta süprüldüğünü seyrettim.

Orada, o balıkçı adam duruyordu ve adeta bir otomaton gibi imitasyon bir canlılık ile el sallıyordu bana. Önce korktum ondan. Kaçmak istedim fakat arkamda kalan manzara, o otomatonun buruk ve ürpertici görüntüsünden çok daha berbattı.

Yanına yürüdüm.

“Ne oluyor?” diye sordum. Gerçek olamayacak bir surat ifadesiyle sırıtıyordu.

“Burası bir nötrino bombası test alanıymış.”

“Ne?”

“Dün gece balık tutarken, o bombanın pimini çektim!”

“Ne diyorsun yahu?”

“Şu havzanın altında devasa bir bomba vardı. Denizi, onu saklasın diye pompaladılar. Ben bir yanlışlığa sebep oldum. Bombayı gereğinden erken patlattım. Ne yaptığımı bilmiyordum fakat deney başarılı oldu! Hayatta kaldık!”

“Yani?”

“Tüm bu gezegeni bize hediye ettiler. Hayatı istediğimiz gibi tasarlayabiliriz baştan! Ben otomatonlar yapmayı severim! Otomatonlar, hiç doğmadan yaşayan mekanik mucizeler, aklımın uzantıları! Birlikte yüce vakum hepimizi yutana kadar nasıl da mutlu olacağız!”

Kayalıkların, kumların ve nem ihtiva eden ışıkların arasında, sessiz bir kör noktaya inmiştik o gece, sahile. Hâlâ aklımdan çıkmıyor simsiyah bir tutkuyla karanlığa uzanan gürültüler ve mazot kokusu.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

kisa oyku

Kaplumbağalar ve İnsanlar | Erhan Yıldırım (Kısa Öykü)

Yaşaması için ilk kural neydi hakikaten? Su mu? Hava mı? Yoksa lezzetine bakmadan midesine tıkacağı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin