Uzun Mesafe İlişkisi | Cengiz Kaan Ferah (Kısa Öykü)

Sabah yine aynı cılız sesle uyandım. Karanlık odamın içinde bana güneşin doğuşunu haber veren ses, bu sesti. Telefonumu, uykulu kısık gözlerle kontrol ettim. Tahmin ettiğim gibi mesaj ondandı. Her sabah olduğu gibi, sade bir “Günaydın.” mesajıydı.* Benim o kadar süslenmiş mesajlardan hoşlanmadığımı biliyordu. Canım, cicim sözleri beni sevgiden, aşktan soğutuyordu. Gerçek aşk, karşındakinin basit bir sözünde bile o sevgi tınısını bulabilmektir. Ben ise bunu ekrandaki birkaç pikselde arıyordum. Sesini hiç duymadım. Yüzünü de hiç görmedim. Mesajlaştığımız uygulamada profil fotoğrafı bir köprüydü. Taştan bir köprüydü. Daha önce görmediğim bir köprüydü. Fotoğrafta köprünün bir ucu görünüyordu. O uç, köprünün başladığı mı bittiği yer miydi bilmiyorum. İki tarafa göre farklıdır köprülerin başlangıcı. Merak ettiğim orada mıydı. Köprünün görünmeyen tarafı güzel miydi. Bu yüzden ona köprüdeki kız diyordum. Adını bile sorma gereği duymamıştım. Kulağa pek mantıklı gelmeyen bir sebepten dolayı sormamıştım. Yakın zamanda da sormayı gerekli görmüyordum. Ben böyle mutluydum. Bence o da mutluydu.

“Perdeleri kaldır.”

Niye her gece perdeleri kapattığım konusunda bir fikrim yoktu. Evimin etrafı gökdelenlerle çevriliydi. Evim çok az güneş ışığı alabiliyordu. Bu da aydınlatmadan çok, evin enerjisini sağlamak için gerekliydi.

“Işıkları aç.”

Oda kadar evimi tekrar görünce her sabah olduğu gibi vücudumda hafif bir titreme olmuştu. Herhalde, etraf aniden aydınlandığı içindi. Doktora gitmeyi düşünmüştüm ama şimdilerde herkes doktora gidiyor. En küçük ağrıda bile, doktorların kapısında sıra oluyorlar. Bunun sebebi sağlık hizmetlerinin artık bedava olması. Zaten benim gibi birisine bakıp beni tedavi etmek istemezler. Uğraştırırım insanı. Benim üzerimde uğraşılmasını istemem. İnsanlar artık göründükleri gibi durmuyorlar hayatları boyunca. Değişiyorlar. Estetik. İnsanlar etrafını değil de kendisini değiştirerek etrafının da değişmesini istiyor. Bunun için fiziksel acıya maruz kalıyorlar.

“Duşu hazırla”.

Daha fazla kafamı gündem ile doldurmasam daha iyi olur. Hazırlanıp işbaşı yapmam gerek. Bugün de patronumun söylediğine göre terfi edilecekmişim. Bunu daha köprüdeki kıza söylememiştim. Olmama durumunda yalancı gibi görünmek istemezdim.

Aynada kendime son kez baktığımda, her zamanki gibi görünüyordum. Tıpkı patronumun beni dün hatırladığı gibi. Niye insanlar farklı olmaya çalışıyor? Bu kadar insan aynı, çoğu aynı işte çalışıyor. Bence değişmemek en iyisi. Köprüdeki kız eğer benimle o resimdeki köprüde buluşmak isteseydi, onu nazik bir şekilde reddederdim. Onu sevsem de böyle bir “fedakârlık” yapamazdım. Aklıma şimdi o gelmişti. En iyisi mesaj yazayım, merak etmesin. Kalktığımdan beri konuşmamıştık.

“İşe gidiyorum. Bugün iyi bir haber verebilirim sana. Mutlu olacağına eminim.”

Telefonum cebime atar atmaz titredi. Heyecanla gelen mesaja baktım. Ondan gelmişti.

“Sabırsızlıkla bekliyorum. Benim de sen işten döndükten sonra sana bir sürprizim var.”

Kutu evimden çıkarken, kalbim çok hızlı atmaya başlamıştı. Her sabah kahvaltı için aldığım kahveyi neredeyse elime döküyordum. Bu sürpriz neydi acaba? Daha önce böyle bir mesaj atmamıştı. 1 yıldır mesajlaştığım kişi  beni ilk kez bu kadar mutlu etmişti.  Sonunda yüzünü görebilecektim belki. Peki yüzünü görmek istiyor muydum?

“Nasıl gidiyor, Ahmet?”

Bu sözle birlikte çalıştığım kabinde bir hareketlilik oldu. Elimde telefonda, hâlâ “Köprüdeki Kız” ile mesajlaşıyordum. İş arkadaşım Egemen’in beni rahatsız etmesiyle, elimdeki telefonu düşürmem bir oldu. “İyiyim, bıraktığın gibiyim. Bir aksiyon yok.” Masanın altına eğilerek telefona uzandım. Arkadamda Egemen hâlâ gevezeliğe devam ediyordu. “Konuştuğun şu gizemli kıza ne oldu? Hala konuşuyor musunuz?” Ona döndüğümde, yüzünde bu konuyu her açtığında olan gülümsemeyi görebiliyordum. Patavatsız. O, hayatında tek bir kadınla bile konuşmamış kişi, nasıl oluyor da bu anlamadığı olayla dalga geçiyordu? İstifimi bozmadan, “Evet, gayet iyi gidiyor. Yakında gerçek hayatta görüşmeyi düşünüyoruz,” dedim.

Egemen bu cevabı duyduktan sonra cevap vermeden önce duraksadı. Yüzündeki gülümseme gitmişti.

“Harika Ahmet! Duyduğuma çok sevindim. Umarım hayal ettiğin gibi biri çıkar.”

Egemen, elindeki kahve bardağıyla başka masaya doğru ilerlemeye başladı. Kesin başka birini rahatsız etme peşindeydi. Bu kişiye tüm kalbimle şans diliyorum. Bu ofisteki herkes Egemen’in zırvalarına alışmıştı. Son kez telefonuma baktım. Hâlâ çevrimiçiydi.

“Özür dilerim, ufak bir sıkıntı oldu da cevap veremedim,” diye yazdım.  Yine inanılmaz bir hızla cevap verdi:

“Yine mi Egemen?”

Bu kız gün boyunca ne yapıyordu acaba?  Mesajlarıma jet hızıyla cevap veriyordu. Sanki tek işi buymuş gibi. Sanki sadece benim için yaratılmış gibi. Benim için varmış gibi.

“Evet, artık işime başlamam lazım,” yazarak telefonu masanın üstüne bıraktım. Bilgisayarın başına geçtiğimde, gözümün ucuyla gelen bildirimleri gördüm. Beklediğim mesaj gelmişti.

“Ahmet Bey, sizi ofisime bekliyorum”.

Ekrem Bey’in ofisine çağrılınca hafif bir titreme hissettim. Bu titreme heyecandan mı yoksa sebepsiz bir korkudan mı bilmiyordum. Ekrem Bey’in odasına girdiğimde odasının dekorunda hiçbir değişiklik yoktu. Yaklaşık beş yıldır çalıştığım süre boyunca yeni hiçbir şey almamıştı. Bu gereksiz detaylara dalmışken Ekrem Bey’in yanındaki kadın robotu fark etmemiştim. Bir U-17 modeliydi. Bir kadın robotun niye şirketin bu katında bulunduğunu anlamamıştım. Robotlar hep alt katta çalışıyordu. İnsanların arasına karışmaya başlamışlardı Buna karşı değildim. Robotlar insanlar kadar zeki olmuşlardı. Bu beklenmedik bir gelişme değildi. Bunu herkes bekliyordu ama kimse istemiyordu. Zorlu mücadeleler sonucunda robotların sadece kendilerine ait bir sınıflarının olması gerektiğine karar verilmişti. Aynı ülkede yaşayan farklı milletler gibiydik. Birbirimize çok benziyorduk, hatta aynı olduğumuzu bile söyleyebilirdim. Bu U-17 de farklı görünmüyordu. Peki, burada ne işi vardı?

Ekrem Bey, U-17’ye baktığımı fark ettiğinde sevinmiş gibiydi.

“Çok hoş bir ürün değil mi?”

Başı yere dönük U-17, bu sözleri duyunca gözlerini bana çevirmişti. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi oldu. Fotoreseptörlü gözleri ışığa göre ayarlandı. Gözlerinin renkleri daha da belirginleşti. Ufak bir gülümseme de beraberinde gelmişti.

“Bu kata ilk gelen U modeli. Fabrikadan yeni yönetmeliğe uygun olarak üretildi. Buraya özel sipariş üzerine getirildi. Ahmet Bey’e selam verebilirsin Ezgi”.

Ezgi tekrar gülümsedi ve elini utangaç bir şekilde salladı: “Merhaba.” Bu U-17’ye isim tanıma verilmişti. Bir ismi vardı. Bu teknoloji çok karmaşık değildi ama bildiğim kadarıyla yasa dışıydı. Ona bir kimlik verilmişti. Ürün olmaktan çıkmaya bir adım daha yaklaşmıştı. Ekrem Bey şaşkın ifademi görünce şu sözleriyle devam etti:

“İsim tanıma fonksiyonu bile var. Kurul robotlara karşı yasaları biraz daha gevşetti. Çok kısa süre öncesine kadar robotlar yaratılmasına rağmen en yüksek fonksiyonlarına göre kullanılmıyordu. Kıskançlık mı dersin bilmiyorum ama şirket için üst katın gözdesi olacağına eminim.”

Ezgi’nin omzuna vurarak:

“Ahmet Bey ile tanışmış oldun. Artık birlikte çalışmaya başlayabilirsiniz,” dedi. “Ahmet Bey üst kata çıkabilirsiniz. Pardon, patron mu demeliyim?”

Üst kata mı çıkıyordum? Bir aydır ofiste terfi dedikoduları dönüyordu. Fakat üst kata çıkmak? Bir robotla birlikte, üst kata mı çıkıyordum? Herkes üst kata çıkmak isterdi. Söylenene göre çalışma koşulları çok esnekmiş. Ezgi bana doğru yürüdü. Birlikte üst kata çıktık. U-17’ye alıcı gözüyle baktım. Kaliteli bir modeldi. Üretiminde ucuza kaçmadıkları belliydi. Ekstra fonksiyonlar için ücretli güncelleme de yoktu bildiğim kadarıyla. Tam fonksiyonlu, fabrikadan çıkmış yeni bir robottu.

“Tam olarak fabrikadan ne zaman çıktın U-17?”

Biraz aptalca bir soruydu. U-17 asansöre doğru yürürken şimdi etrafına korkak bakışlar atıyordu. Kattaki herkes dedikoduya başlamıştı. Herkesin gözleri birer yargıç olmuştu. Her an davayı bitirecek bir yargıya ulaşacaklardı. Önyargı. Asansöre binmeden önce U-17 son kez arkasına baktı. “Özür dilerim…” dedi sesi titreyerek.

Titreme.

Hemen mesaj atmalıydım. Sevdiğim kadına, henüz yüzünü bile bilmediğim halde, mesaj atmalıydım. Telefonu çıkarıp mesajı yazarken “Önemli değil,” diyerek konuşmadan şimdilik kaçtım. Sonuçta artık sekreterimdi. Bir insanın robot sekreteri. Bunu eski filmlerde izlemiştim ama tam tersi oluyordu. Robot insandan daha üstündü. Ama hangi boyuta kadar?

Mesaj geldi ondan:

“Kendine robot mu aldın?”

Ben de cevap yazdım:

“Satın almadım. Şirket verdi. Bir U-17 model. Akşam açıklayacağım sürprizle alakalı.”

U-17 samimi bir sesle, “Benim model adım U-17 ancak bir ismim var…”. Telefonu elimden aldı. Yüzüme baktı ve elimi tuttu. “Ezgi.” Asansör üst kata gelmişti. Soğuk elini benimkinden çekti. Ama içimde bir sıcaklık hissettim. O asansörden çıkarken donup kaldım. Sadece arkasından baktım. Asansörün kapısının eşiğinden geçerken birçok şey duyuyordum.

“Bir robot, peki insan nerede? Alt kattan böyle bir bilgi almamıştık.”

“Bir  U-17 ile çalışmam.”

Ezgi istifini bozmadan: “Ahmet Bey, neredesiniz? Bu kadar kişi başlarında biri olmazsa çalışamazlar,” dedi. Arkasını dönerek bana ve tüm çalışanlara baktı. “Benim ismim Ezgi, bana verilen isim U-17. İkisi de isim ama birisi ben diğeri senin şimdilik gördüğün parçam.Vücudumun görünen kısmı U-17. ” diyerek gözünü kırptı.

Akşam eve dönünce hala işte olanlara inanamıyordum. Ezgi’yle asansördeki yakınlaşmamızdan sonra bir daha buna benzer bir olay olmadı. Olsaydı bile o kadar iş yoğunluğunda dikkat edeceğimi zannetmiyordum.

“Aynayı çıkart”

Ayna karşıma gelmişti. Gömleğimin düğmelerini açarken kendime baktım. Bu yüzü tanımıyordum. Kendini daha iyi bir yere gelme hayaline kaptırdığı için kendine bakmayı bırakmış bir yüz. Bir çocuğun yatağının altındaki korktuğu canavara benziyordum. Vücuduma baktığımdaysa gözümü kapatmak istedim. Onca sağlıksız alışkanlığım bir heykeltıraştı. Bu bedeni bana yontmuştu. Bunu neden bugün soruyordum kendime? Telefonu evin ait olduğu alıcıya koydum. Bu sayede tüm evde mesajlarımı hologram sistemiyle cevaplayabiliyordum. Ondan, sesini bilmediğim, duymadığım, duymak istemediğim sesin sahibinden mesaj gelmişti. Hologram ekranı önüme çıktı. Mesajı görünce gözüm kararmaya başladı. Nefes almakta zorlanıyordum. Korkularım boğuyordu beni. Birkaç piksel insanı nasıl korkutabilirdi? Bir saniyede yazdığı şey nasıl onun ölüm emri olabilirdi? Bu mesaj sadece üç kelimeydi:

“Sesini duymak istiyorum.”

Ona işte aldığım terfiden bahsetmiştim. Sanki umurunda değilmiş gibiydi. Bu ilişkiye başlamadan önce birkaç kural koysaydık iyi olurdu. Bir kadının benim sesimi duymasına hazır değildim. Böyle güzeldi. Duygularımız belirli harflerle sınırlıydı. Sesin bir ruhu vardır. Benim ruhum da çok önceden söndü. Yandığında sıcaklığından bile emin değilim. Buna cevap vermem lazımdı.

“Hazır değilim. Sen iyi misin?”

Bir saniye bile geçmeden cevap geldi. Niye her şey bu kadar hızlı?

“Senin insan olduğundan emin olmam lazım artık. Ruhun var mı? Onlarca arkadaşım robotlarla birlikte. Onlara göre robotlar daha insan. Senin insan olduğunu biliyorum. Sesinden anlarım”

Hologram ekranı yatak odama yolladım. Bu mesajı biraz düşünmem lazımdı. Bu kız nerede yaşıyordu? Dünyadaki tüm robotlar Robot Etik Bağımsız Topluluğunun yazdığı anayasaya uyuyorlardı. Bu yasaların en önemli maddesi: “İnsan, ruhu olduğundan dolayı ruhsuz bir makineye karşı hisler oluşturamaz. Robotlar ise bu yasaya uyumlu olarak, programları gereği kendilerini insanlarla eş değer görmezler. Buna Robot Aşağılık Kompleksi denir.”

Yatak odama hızlı adımlarla girdim. Bulmuştum. Bu mesaja en uygun cevabı bulmuştum. Yatağa oturdum ve yazdığım mesaja baktım.

“Sen kimsin peki? Bunca zaman geçti ve ben senin adını bile bilmiyorum. Sen de benimkini bilmiyorsun. Daha tam olarak tanışmadık bile.”

Yutkundum. Biraz fazla mı sorgulayıcı bir tavırla mı yazmıştım. Korkarak göndere bastım.

-Mesaj gönderildi-

Yazıyor…

“Beni seviyor musun? Beni seviyorsan sesini duymama izin verirsin. Nasıl göründüğün umurumda değil. Ruhun bana yeter. İnsansın sonuçta. Çok fazla sevgin var paylaşacak. Gidip de bir robota vermezsin herhalde.”

Ezgi hakkında mı konuşuyordu? Sinirlendim. Onun adını biliyordum. O daha gerçekti. Onun ruhu yoktu. Fakat o farklıydı.

Ofisimde tabletimde evrakları incelerken U-17 içeri girdi. Elinde imzalanacak birkaç evrak tutuyordu. Bugün güzel bir beyaz bluzun altına siyah bir kalem etek giymişti. Yüzüne de hafif ve güzelliğini öne çıkaran bir makyaj yapmıştı. Bir insan olarak böyle bir ruhsuz varlıktan nasıl etkilenebilirdim? U-17 evrakları masaya bıraktı.

“Bunlar alt katlardan gelen raporlar. Bunların dijital ortama geçirilmesi gerekiyor.”

Bu raporlar robotların çalıştığı kattan geliyordu. Hiçbir şekilde elektronik alet kullanmalarına olanak tanınmıyordu. Onlar elektronik alet kullanımı konusunda çok daha başarılılardı. Bizden üstün oldukları bir başka konu buydu ama bundan haberleri yoktu. Başımı kâğıtlardan kaldırmadan teşekkür ettim. Ezgi çıkarken başımı kaldırdım. Ona sormam gereken bir soru vardı.

Kendimden emin gibi duyulmaya çalışarak sordum:

“Ezgi, sizin niye ruhunuz yok?”

Ezgi döndü. Bir sınavda bildiği bir soruyu gören öğrenci gibi bakıyordu.

“Bu soruyu sormanızın sebebi benden hoşlanmaya başlamanız mı?”

Titrek bir sesle, “ Hayır. Evet… Bilmiyorum. Sadece bir cevap istiyorum.”

“Yok, ama ruh mu gerek ki aşk için? Sadece iki ruhun mu uyuşması mı gerek? Vücutsal bir çekim de olamaz mı? Dışardan ikimiz de insanız.”

Bunları söyledikten sonra vücuduna tekrar baktım. Böyle iyi bir şekilde olan zor bulunuyor. O yemiyordu, uyumuyordu veya nefes almasına da gerek yoktu. O hep böyle kalacaktı. Ben ise yaşlanacaktım. Fırsatım varken ondan faydalanmalıydım.

“Ruhun olmadığını kanıtlayamazsın. Bizi insan yapan o. Ben aslında oyum. Vücudum sadece bir araç. Gerçek duygularımı gösterebilecek kapasitede değil. Sadece yardımcı olabilir.”

Ezgi masanın benim olduğum tarafına geçti ve masanın kenarına oturdu. Bacaklarını üst üste atarak bana doğru döndü. Başını bana yaklaştırdı. O kadar yaklaştırdı ki, biraz daha eğilsem dudaklarımız birbirine değecekti. Dudakları çok öpülesiydi. Aşkın, kanın kırmızılığıyla parlıyordu.

Elimi okşarken, “Benim niye seninle çalışmak için buraya yollandığımdan haberin var mı,” diye sordu.

İçimdeki ses bunun yanlış olduğunu biliyordu. O kusursuzdu. Kusursuz bir varlık benimle olmamalıydı. Yasa dışıydı. Kusurlu olabilirdi ama onun en büyük kusuru ruhsuz olmasıydı. Aşkı bilmiyordu.

Bu sefer emin bir sesle cevap verdim:

“Hayır ve bu yaptıkların çok yanlış. Bu senin yasalarına aykırı. Benim de başımı yakarsın. Sen de imha edilirsin.” Vücudumu ondan uzaklaştırdım. Sinirliydim.

Ezgi bunu beklemiyor gibiydi. Bir süre duraksadıktan sonra tekrar kendini yakınlaştırdı. Aynı pozisyona dönmüştük.

Ezgi siren sesiyle, “Gerçek aşkın imkânsızlığıdır onu çekici kılan. Gerçek aşk kapının önünde senin onayını bekliyor. Kabul et, korkma. Vücutlarımız hazır. Daha neye gerek var ki? Sıcaklık yanından hiç gitmeyecek,” dedi.

Bu sözlerin ardından hışımla odanın kapısına doğru ilerledim. Kapıyı tüm öfkemle açtım. Yüzüne bakmadan: “ Dışarı!” diye bağırdım. Ezgi, yavaş adımlarla bana doğru geldi. Kollarımız birbirine dokunuyordu. Bu sırada cebimdeki telefon titredi. Mesaj gelmişti. Bana mesaj atan tek bir kişi vardı. O cebime uzandı. O telefonuma baktı. Zafer kazanmış gibiydi. Zayıf bir sesle: “Tahmin etmiştim” dedi. Ekranı açıkken telefonu avcuma yerleştirdi. Yanağımdan öptü beni ve çıktı. İlk bir titreme, sonra bağımlısı olacağım bir sıcaklık.

“Nasıl göründüğün umurumda değil. Ruhun yeter bana.”

Mesaja baktım.

“Sana çok daha yakın hissettim. Ruhlarımız sanki birlikteydi. Senden ayrılmak zor. Senin elini tutmak gerçekten hoşuma gidiyor. Öpücük için de özür dilerim. İçimden gelmişti.”

Ekranı kilitledim. Elim titriyordu. Telefonu yere düşürdüm. Odanın açık kapısından Ezgi’ye baktım. Çok çekici bir vücudu vardı. İçinde bir insan olmayabilirdi ama bu ofisteki insanlar ne kadar insandı.

Ezgi’nin masasının önüne geldim. Ezgi memnun bir şekilde gülümsüyordu bana. Mesaj ile ilgili bir açıklama bekliyordum. Konuştuğum kişi bunca zamandır o olduğunu düşünüyordum. Tam konuşmak için ağzımı açtığımda parmağını dudaklarıma koydu.

“Evet, o bunca zamandır sözde uzak mesafe yaşadığınız kişi bendim. Bu ilişki sadece bir süreçti. Benim üretimimde kritik bir noktaydı. Senin isteklerin üzerine özel yapıldım.”

-“Peki robotlarla duygusal ilişki yasağına ne diyorsun?”

-“Duygusal ilişki, 21. yüzyılda kalmış demode bir dinamik. Mantık çağındayız. Biz, sizin türünüz devamı için uğraşıyoruz.”

-“Biz derken kimden bahsediyorsun?”

-“Biz robotlar.”

-“Duygusuz nasıl olacak peki? Duygular bu kadar önemsizse bir et yığınıyla birlikte olurdum.”

-“Bu nasıl oluyorsa öyle olacak.”

Masanın ilerisindeki asansörü gösterdi. İçinden birbirinden çekici Ezgi gibi robotlar çıktı. Kattaki her erkekle bir robot eşleşti. Robotlar, güzelliklerinden büyülenmiş erkekleri asansöre sanki birer çuvallarmış gibi çektiler. Mutlulardı. Hem de çok mutlu. Yapay bir mutluluk

-“Onlar da mı?”

-“Evet.”

-“Peki sen neden beni de onlar gibi sürüklemiyorsun?”

“Sen farklısın. Sana karşı hissetmemem gereken şeyler hissediyorum.” dedi gözleri parlayarak.

– “O zaman yemeğe çıkmaya ne dersin?”

Narin elini bana doğru uzattı. Elini usulca tuttum. Asansöre doğru yürüdük.

Ezgi bana baktı.

“Demek insan olmak böyle bir his,” dedi geveleyerek.

“Efendim?”

Koluma dolandı. Asansör zemin kata ulaşmıştı.

“Tutsağım duygularına ama insan gibi hissediyorum senin yanında.”

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

nebula

Spinoza’nın Hayaleti | Varlık Ergen (Kısa Öykü)

Varsayım. Bu kelimeyi herhangi bir yerde herhangi bir insandan duymuşsundur. Hatta sen de sık sık …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et