Üzeyir, 21’nci yüzyıl başlarının modasına öykünen retro kıyafetleri, “Görgüsüzüm, ama güç bende,” mesajı veren yılışık halleri ve itiraz kabul etmez sevimsizliğiyle tam bir Uzay Çağı kırosuydu. İstediği her şeye beklemeden ve zerre kadar emek sarf etmeden sahip olmaya öyle alışmıştı ki herhangi bir konuda, “Hayır,” cevabıyla karşılaştığında çıldırıyor, saldırganlaşıyor, sağa sola tehditler savuruyordu. Canını biraz daha sıkarlarsa da tehditlerini saniyesinde hayata geçiriyordu. Sahibi olduğu, gezegenler ve uydular arası yolcu taşıyan seyahat şirketindeki yöneticiyi, sırf çalışanların haklarını savunduğu için Güneş Sistemi’nin en ücra köşelerinden birindeki istasyona sürmüştü örneğin. Üzeyir’in şirketine ait turistik amaçlı uzay taşıtlarının kırk yılda bir yakıt ikmali için yanaştığı, Satürn’ün uydularından birinde bulunan bu ıssız istasyonda yaşamaya yaşamak mı denirdi?
Üzeyir, kolunda çiçeği burnunda karısı Yeliz’le minyatür uydu ve gezegen hologramlarıyla dekore edilmiş yolcu salonundan, onları balayına götürecek lüks uzay gemisine doğru ilerlerken eski zamanların muzaffer komutanları gibi mağrur görünmeye çalışıyordu, ama bu hâller öyle sakil duruyordu ki üzerinde, insanın ona bakınca kahkahalarla gülesi geliyordu. Üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan yöneticiye kendince verdiği ders aklına geldikçe sırıtıyor ve onun için daha da kötüsünü planlıyordu. “Ulan,” diyordu içinden. “Bu kendini bir bok sanan herifin oksijen maskesi aniden bozuluverse veya düşüverse bir buz kraterinin içine. Kaza der geçeriz, ne olacak?”
Uzay aracına geçerken Yeliz’in ince belini sıkıca kavradı. Bu arada gözleri de yörüngesinde dönen gezegenler gibi fıldır fıldırdı. Akşam yemeğinden sonra geçecekleri balayı süitinde olacakları düşünüyordu çünkü. Nasıl da dediğini yaptırmıştı sonunda Yeliz’e. Nasıl da kabul ettirmişti ona evlenmeyi. Aslında Üzeyir’in derdi evlenmek de değildi. Bir kere istemiş ve elde edememişti ya Yeliz’i, hırslanmıştı tabii. Kim uzay çağı uygarlığının en görgüsüz ve acımasız zengini Üzeyir’e hayır diyebilirdi? Anasının karnından doğmuş ya da laboratuvarda klonlanmış mıydı böylesi?
Yeni evli çift kalkış için yerlerine oturduklarında otomatik emniyet kemerleri derhal devreye girdi. Bu sırada Üzeyir’in yılışık bakışları Yeliz’in iri memelerindeydi. Uzay aracı dik vaziyette atmosfere girerken kadının kulağına eğilip, “Aferin sana kız. Bak, yola geldin sonunda. Neydi o nazlar? Gerçi kadınlığın şanındadır, bu naz maz işleri, ama onu da çok şey etmemek lazım, değil mi?” dedi.
Doğrusu, Yeliz hakikaten yola gelmiş gibiydi. Neredeydi o Üzeyir’e, “Hayır, seni istemiyorum. Senin gücün, zenginliğin beni ilgilendirmez. Ben satın alabileceğin bir robot değilim,” diye bağırdığı günler? Üzeyir’in üstü kapalı tehditlerine verilen dik dik cevaplar? Demek ki nihayetinde o da geleceğini ve ailesini düşünüp, “Evet,” demişti Üzeyir’e.
Yeliz’e şöyle bir bakınca Üzeyir’in inadına da hak veriyordu insan. Güzel kadındı hakikaten. Uzun boy, Mars kızılı saçlar, ay tozuna bulanmış gibi parlayan beyaz bir ten, baktığında içinde yıldızları gördüğün gece mavisi gözler…
Uzay aracı Ay’a doğru ilerlerken emniyet kemerleri otomatik olarak açıldı ve Üzeyir’le Yeliz, akşam yemeğine hazırlanmak için odalarına doğru yol aldı. Üzeyir karısıyla baş başa kalır da rahat durur mu hiç? Yeliz üstünü değiştirirken kadının ellenmedik tarafını bırakmadı. “Ama yemeğe geç kalacağız,” diyerek kıkırdayan karısını, “Kız senin tenin nasıl da kusursuz böyle. Son nesil organik robotlarda yok böylesi, hey maşallah,” diyerek kucakladı.
“Ayrıca ne geç kalacağız kız? Gemi benim, sen de benimsin. Dilediğim saatte, ne istiyorsam yerim. Ha, diyorsan ki aç ayı oynamaz. Tamam, hadi gidelim güzelim.”
Yeliz kıkır kıkır gülüyordu gülmesine, ama tuhaf da bir ışık vardı gözlerinde. Değişmişti, gerçekten de çok değişmişti. Eskiden tiksinerek baktığı bu kısa boylu, esmer, sevimsiz adamla cilveleşmesi akıl alır gibi değildi. Yoksa her insan er geç gücün önünde diz mi çökecekti? Hoş, Üzeyir’de değişim arayıp bulacak ne hâl ne de akıl vardı o sırada. Bir de kendine güveniyordu tabii. Hayatı boyunca herkese er ya da geç boyun eğdirmiş, direnenleri de o yönetici gibi saf dışı etmişti. Hâl böyleyken neden şaşırsındı Yeliz’deki farklı tavırlara? Değişecekti tabii, akıllı kadındı demek ki.
Onlar için özel olarak dekore edilen devasa boyutlardaki yemek salonuna geldiklerinde, Üzeyir etraftaki insan ve robot personele çatmaya başladı.
“Kim hazırladı oğlum bu simülasyonu? Bulamadınız mı şöyle romantik bir ortam? Yemek salonuna Titan simülasyonu kuran zekâinin adını kaydedin, sonra ifadesini alacağım.”
“Sinirlenme canım,” dedi Yeliz. “Seninle olduktan sonra ne fark eder?”
İşte bu sözler Üzeyir için bile şaşırtıcıydı.
“Sen canım mı dedin bana? Ağzını yerim senin.”
Üzeyir’in öfkesi gülüşmeler ve cilveleşmeler arasında Titan simülasyonunun donmuş metan göllerine gömüldü. Yeliz’in güzel gözlerine bakıp güldü de güldü. Salonun ne soğuk bir görüntüsü vardı hakikaten. Kat kat buz tabakalarına öykünen kaskatı bir zemin, güneşin toz tanesi gibi minicik göründüğü morumsu bir gökyüzü, karşıda uzanan, üstleri metrelerce buzla kaplı tepeler… Gerçi Üzeyir, Titan simülasyonunu zerre kadar iplemiyordu artık. Atmosfere uygun, soğuk bir tepecik görünümlü masaya dizilmiş lezzetli yemeklerle dolu tabaklara çatalını daldırırken, alkol oranı bir hayli yüksek içkisini yudumluyordu. Sadece beste yapması için programlanmış ultra akıllı bilgisayarın yazdığı, simülasyona uygun müzikte uzayın seslerini değil, Yeliz’in zevk dolu inlemelerini duyuyordu.
Yemekten sonra balayı süitine giderlerken Üzeyir’in beyni de sıvılaşıp kasıklarına indi. Aklı fikri Yeliz’in iri memelerinde ve vücudunun gizli köşelerindeydi. Gören de yatak odasına değil de büyük keşiflerini yaptığı laboratuvarına girdiğini zannederdi. Öyle gururlu ve zafer sarhoşluğuyla dolu bir ifade vardı Üzeyir’in yuvarlak yüzünde.
Otomatik kapının kapanmasıyla Üzeyir’in Yeliz’i yatağa savurması bir oldu. Güç sahibi ve nezaket fakiri Üzeyir’le bir zamanların gururlu Yeliz’i başladılar yatakta alt alta üst üste tepişmeye. Sevişme değil, olsa olsa tepişme denirdi bu eyleme. Üzeyir, fermuarını indirme işlemini geç de olsa başarıyla tamamladığında yatağa iki seksen uzanıp kızı üstüne çekmesin mi? Yeliz yardım etmeseydi o işi de beceremeyecekti ya, neyse…
Sonunda kan ter içinde birbirlerinden ayrılıp yatağa serildiklerinde, uykunun kollarına düştü Üzeyir. Ee kolay değildi o kadar içip üstüne bir de hedefi on ikiden vurmak. Artık mışıl mışıl uyusundu, hak etmişti bunu, ama Yeliz uyumadı, kalkıp giyindi ve uzay gemisinin kubbeli salonuna gidip gözlerinin önünde uzanan ışıklı manzarayı izledi. Hızla giden geminin kubbesinden büyülü bir nehir gibi akıyordu uzay. O kadar içip nasıl sakin kalabiliyordu Yeliz? İnsanın uykusu da mı gelmezdi hiç? İlginç…
Üzeyir tatlı uykusundan uyandığında Yeliz çoktan dönmüştü odaya.
“Bu ne kız? Ne oldu senin gözlerine?”
“Yok canım. Ne olmuş ki? Seni daha iyi görebilmek için açıyorum öyle…”
Yeliz kahkahayı basınca, Üzeyir’in de keyfi yerine geldi.
“İyi ki sadece gözlerini açmıyorsun güzelim,” dedi.
İkisi birlikte güldüler ve sonunda yine yatağa serildiler. Üzeyir, gecikmiş zaferinin tadını sonuna kadar çıkarmaya kararlıydı. Hele Yeliz’den iyice bir hevesini alsın da sonrasında yine işine bakardı. Dünya’nın ve uzaydaki tekmil kolonilerin güzel, alımlı kadınlarını tek kelimesiyle kendine bağlayacağına inancı tamdı. Yeliz sanki aklından geçenleri görmüş gibi garip bakışlar fırlattı Üzeyir’e. Üzeyir de işkillendi hâliyle. Neden böyle bir anda değişmeye başladı bu kadının bakışları. Telepati yeteneği falan mı var yoksa bunda, diye düşündü. Sonrasında fark etti tabii düşüncesinin absürtlüğünü, güldü. Düşünce dalgalarını algılayıp çözen makineler geliştiriliyordu yavaş yavaş, ama insanın komplike aparatlar olmaksızın böyle bir çözümleme yapabilmesi olanaklı değildi.
Üzeyir oldum olası yorucu bulurdu bu teknik konuları. Hele de şimdi aklı fikri başka yerlerdeyken…
“Nereye gidelim yavrum?” diye sordu karısına. “Söyle bakalım hangi gezegeni görmek istersin? Mars’a uğrayalım mı önce, ne dersin?”
Yeliz şımarık bir çocuk gibi dudağını büke büke konuştu. Her kelimesinde biraz daha yaklaşıyordu Üzeyir’e. Kedi gibi sürünüyordu onun terli tenine.
“Olur aşkım sen nasıl istersen.”
Bu yorgunluğun üstüne şöyle lezzetli bir şeyler içmek lazımdı. Üzeyir emir verdi personele ve hemen geldi lezzetli içecekler… Üzeyir de yataktaki uyuşuk pozisyonunu hiç bozmadan lıkır lıkır içti soğuk içkileri… Sonra iyice ağırlaşıp tatlı uykunun kollarına bıraktı kendini.
***
Zemin kalın bir buz tabakasıyla kaplıydı. Güneş’in g’sinin bile görünmediği grimsi siyah gökyüzünde ağır ağır ilerleyen bulutların rengi ise morla eflatun arasındaydı… İkisi kadın ikisi erkek dört kişi, ağır astronot giysilerini taşımakta zorlanarak yürüyordu. Adamlardan birinin yüzünde şaşkınlık ve korku okunuyordu. Üzeyir’di o adam… Hem çok yorgundu ve başı dönüyordu hem de bulanık görüyordu her yeri. Bu yüzden yanındakilerin yüzlerini de seçemiyor ve o hâldeyken bile çaresizliği kabul edemediğinden hükmedici bir sesle konuşmaya çalışarak, “Kimsiniz lan siz? Neresi burası? Kim getirdi beni buraya? Çabuk gemime geri götürün beni. Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz lan? Ben sizin yedi sülalenizi…” diye söyleniyordu.
İkinci adam, Üzeyir’i sertçe iterek yürümesini işaret etti. Üzeyir önce diklenecek oldu, ama dengesini zar zor sağladığından karşı çıkmaya cesaret edemedi. Üzeyir tam da böyle bir adamdı işte. Gücünü maddi zenginliğinden alan, maddiyatın işe yaramadığı durumlarda pusup kalan…
Dünya zamanıyla yaklaşık on dakikalık bir yürüyüşün sonunda küçük bir istasyona geldiler. Üç kişi önce Üzeyir’i zar zor soktu istasyonun içine, sonra da kendileri girdiler. Dar bir koridordan geçip envaiçeşit panelin, oksijen ve ısı ayar cihazlarının bulunduğu salona vardılar. Üzeyir, kafasındaki astronot başlığını sert bir hamleyle çekip çıkaran ve hâlâ kim olduğunu anlayamadığı adama ağır bir küfür salladı. Adamdan sağlam bir yumruk yiyince de ona gösterilen yere itiraz etmeden oturdu. Gözleri hâlâ pek iyi seçemiyordu, ama karşısındaki adam ona hiç yabancı gelmiyordu. Ne zaman ki o da başlığını çıkardı işte o zaman anladı Üzeyir, kiminle birlikte olduğunu. Oydu bu. Çalışanların haklarını savunduğu için sürgüne gönderdiği ve kaza süsü verip öldürtme planları yaptığı yöneticiyle karşı karşıyaydı. Diğer iki kişi de başlıklarını çıkardığında Üzeyir hayatının en büyük şaşkınlığını yaşadı. Yeliz’di bunlar. İkisi de Yeliz’di.
“Ne oluyor lan? Nedir bu? Yeliz? Neredeyiz biz?”
Gözleri odağını kaybeden Üzeyir, hangi Yeliz’e hitap edeceğini şaşırmıştı. Kadınlar kıyafetlerinden vücut yapılarına, saç ve göz renklerinden duruşlarına kadar aynıydı. Tek fark bakışlarındaydı. Biri cilveli ve davetkâr bakarken, diğerinin gözlerinde volkanlar patlıyordu. Öfkeli olan Yeliz, ani bir hareketle yanına geldiği Üzeyir’in suratına sert bir tokat attı. Diğer Yeliz ise kahkahayı bastı. Üzeyir çıldırmıştı, ayağa kalkıp tokat yediği Yeliz’in üstüne yürüme girişiminde bulunduğunda, yönetici onu tuttuğu gibi yere savurdu. Popo üstü yere oturan Üzeyir’in o sırada savurduğu küfürlerin haddi hesabı yoktu. Büyük şirketlerin doğuştan sahibi Üzeyir, hayatında ilk kez itilip kakılıyor ve hakarete uğruyordu.
Yönetici sinirine hâkim olamayıp, “Lan sen kimsin it oğlu it,” diyen Üzeyir’e tekme tokat daldı. Eğer Yeliz’lerden biri, “Dur Evren, yapma. Elinde kalacak,” deyip engel olmasaydı Üzeyir çok geçmeden ölümü tadacaktı. Evren, derin bir nefes aldı. Sakinleştiğinde ise hâlâ yerde oturan Üzeyir’in koca poposuna astronot ayakkabısının ucuyla dokunup, “Haklısın Yeliz,” dedi. “Kendimi tutmalıyım ki bu pislik için yaptığımız planları hayata geçirebilelim.”
Üzeyir çökmüştü ve kendi kendine mırıldanıp duruyordu.
“Yeliz… Hangisi… Nasıl iki tane oluyor? Anlamıyorum ben…”
“Anlamazsın tabii. Sende o kadar zekâ ne gezer?” dedi Evren. “Ama ben sana anlatacağım. Şimdi kafan basmasa da sonrasında mecburen anlarsın zaten. Pek farkında değilsin, ama ben aynı zamanda mühendisim. Şirketin için de önemli projeler tasarladım, ama senin kötülüğünle bizzat yüzleşince yeteneklerimi sana karşı kullanmaya karar verdim. Elde ettiğini sandığın kadın Yeliz değildi. O, benim geliştirdiğim aslına birebir benzeyen organik dokulu bir robot. Benim Yeliz’im ise ancak tokat atmak için dokunur sana.”
Robot Yeliz hâlâ davetkâr bakışlar atarken, gerçek Yeliz ise nefretle süzüyordu Üzeyir’i.
“Şimdi sen robot Yeliz’le birlikte beni sürdüğünü zannettiğin bu soğuk uyduda kalacaksın.”
“Yapamazsın lan. Sen ne sanıyorsun? Ortadan kaybolduğumu elbet anlayıp beni aramaya çıkacaklar. İşte o zaman biteceksin sen, şerefsiz.”
Evren’in bu laflara ilk tepkisi kahkahalarla gülmek oldu.
“Öyle mi dersin?”
Sonra da arkasındaki panele sıralanmış düğmelerden birine bastı. Salonun diğer ucundaki bölme açıldığında kılık kıyafeti, yüzü, vücudu ve yüz ifadesiyle Üzeyir’in birebir aynısı girdi içeri. Üzeyir sonunda anlamıştı başına gelecekleri, ama son bir umutla yerinden fırlayıp iletişim panelindeki tüm düğmelere tek tek bastı. Bir yandan da “İmdat! Evren denen şerefsiz beni kaçırıp Titan’daki istasyonda rehin aldı. Benim robotik benzerimi yapmış. Ona inanmayın. Kurtarın beni!”
Üzeyir bağırıyordu bağırmasına, ama ona cevap veren yoktu. Sinyal sesi bile duyulmuyordu.
“Boşuna uğraşma Üzeyir,” dedi Evren. “Şimdi biz benzerinle birlikte gemiye döneceğiz ve kimse senin aslında burada kaldığını anlamayacak. İletişim sistemini de kestim zaten ve senin onu tekrar çalıştırma ihtimalin yok.”
Yenildiğinden şüphesi kalmayan Üzeyir ağlayıp yalvarmaya başladı. Evren’in bacaklarına tutunup, “Yapmayın, lütfen. Acıyın bana. Burada olanlar aramızda kalacak,” bile dedi. Ancak belli ki artık her şey için çok geçti. Robot Yeliz, Üzeyir’i sımsıkı tutarken Evren, Yeliz ve robot Üzeyir, astronot başlıklarını takıp istasyonu hızla terk etti. Kapı kapanırken, “48 saat Üzeyir,” dedi Evren. “48 saatlik oksijenin var, tadını çıkar.”
Üzeyir, robot karısıyla yalnız kaldığında, şaşkın şaşkın baktı etrafa. Beyni olup bitenlerin gerçekliğini hâlâ kabul edemiyordu çünkü. Eğer Yeliz üstüne atlayıp onu iki seksen yere sermeseydi belki de oksijeni bitinceye kadar öyle boş boş oturacaktı.
“Hadi ama kocacığım sarıl bana, balayında değil miyiz biz?”
Adamın giysilerini lime lime eden Yeliz, “Hmm, sanırım bundan sonraki hamleyi benden bekliyorsun,” deyip Üzeyir’in meme uçlarını sertçe ısırdı ve organik dokulu diliyle tenini yalamaya başladı. Canı yanan Üzeyir, çığlığı basarken Yeliz’le göz göze geldi. Kadının irileşen gözlerinde tuhaf, tanımlanması güç bir ışık vardı.