“Bugün hiç umudum yok, okula gitmesem olur mu?” diye sordu çocuk yemek masasında. Masanın baş tarafında, az sonra kanatlanıp gidecek güvercin misali huzursuzca oturuyordu. Tam anlamıyla uyanamamış olduğu annesine bakan gözlerinden belliydi. Söylediğinin duyulduğundan emindi emin olmasına ama tekrarlamadan edemedi. Bu defa biraz daha yüksek sesle annesine seslendi: “Anne, bugün okula gitmesem diyorum. Hiç umudum yok da.”
“Demek öyle,” dedi annesi okuduğu gazeteden kafasını kaldırarak. Konudan kaçışı yoktu anlaşılan. Cevap vermemeye devam etmesi hâlinde soruların ardı arkası kesilmeyecekti. “Hiç umudun olmasa, şu an nerede olurdun söyle bakalım?” diye sordu oğluna muzip bir kontra atakla. Tabağındaki zeytinle oynamayı sürdüren çocuk, yaptığı hatayı fark etmişti. Hamlesini çok yanlış bir yönden yapmıştı belli ki.
“Burada olamazdım anne,” diyebildi mahcup bir tavırla.
“Aferin,” dedi annesi gülümseyerek. “Şimdi bana bu cümlenin doğrusunu söylemeni istiyorum ve hemen sonrasında da tabağındakileri bitirmeni.”
“Bugün yeterince umudum yok, okula gitmesem olur mu?” dedi yaptığı hatayı düzelterek. Annesinin gözlerinin içine bakarak argümanının inandırıcılığını artırmak niyetindeydi.
“İşte bu, her ne kadar doğru olsa da senin için geçerli değil küçük adam. Farkında mısın her okul yılı başlangıcında aynı konuşmayı yapıyoruz. Geçen sene de benzer bir hata yapmıştın, okulda size umuttan yeterince bahsedilmiyor mu bakayım?”
“Ben nereden bilebilirim anne? Belki de senin derslerine gelsem daha iyi olur, ne dersin?”
Çocuğun sorusu anneyi gülümsetti. “Benim derslerime katılabilmen için en az on senen var önünde. Haydi şimdi marş marş dışarı, servisin gelmek üzeredir.”
Oğlunun okul servisine binişini izledikten sonra hazırlanmaya koyuldu. Her dönem başında olduğu gibi, bu sene de hayli umutlu hissediyordu kendini. Umutlu olmalıydı, aksi takdirde çocuğunun hâli ne olurdu? İki sene önce umudunu tamamen yitirerek hayata gözlerini yuman babasından sonra, annesi de aynı şekilde ölürse bu onda onulmaz yaralar açardı muhakkak.
Son yıllarda gözlemlediği gibi, bu sene de üniversiteye vardığında çevrede daha az sayıda insan olduğunu gördü. Ülkenin ya da dünyanın demek daha doğru olurdu, içinde bulunduğu durumdan, aşmaya çalıştığı ama bir türlü başaramadığı sorunların çokluğundan ötürü umut yetmezliğinden çok sayıda can kaybı oluyordu. Geride bıraktıkları yirmi birinci yüzyıldan bu yana dünya popülasyonu %90 oranında düşmüş, toplam nüfus bir milyarın altına inmişti. Bu korkunç gelişme uzmanlar tarafından dünyanın lehine olarak görülse de kısa zaman içerisinde safi nüfus azalmasının dünyanın kurtulmasında büyük bir rol oynamayacağı anlaşılmıştı. İklimdeki muazzam değişiklik ve akabinde gelen kuraklık, bitmek bilmeyen bulaşıcı hastalıklar, insanların umutlarını iyiden iyiye kırmış ve birçoklarının pes etmesine neden olmuştu.
Pes edenler, yani bünyelerindeki en ufak umut kırıntısını da yitirenlerin sayısındaki artış artık gözle görülür hâl alsa da, bu durumun görevini yerine getirmesine engel olmamasına gayret ediyordu her zaman. Bu sebeple, yüzündeki umutsuz görünümü silerek amfiye giriş yaptı. İlk bakışta gördüğü aşağı yukarı yüz kadar öğrenci olduğuydu. Henüz bir asistan olarak mesleğe ilk başladığında neredeyse beş yüz kişiyi bir arada gördüğü olmuştu.
Yepyeni, tazecik umutlarla amfiyi dolduran öğrencilerin aklından geçenleri sezmelerini istemediğinden, son yıllarda sıkça yaptığı gibi duygusuz akademisyen maskesini taktı ve kürsüsüne geçti. Başlangıç cümlesi ise geçen onca zamana rağmen hiç değişmemişti.
“Sizler yalnızca kendilerinizin değil, insanlığın da umudusunuz. Bugün burada olduğunuz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Konumuz umut. Hepiniz öyle veya böyle umutla ilgili bu yaşınıza kadar bilgi sahibi oldunuz ister istemez, burada sizinle birlikte işin detayına ineceğiz. İlk sorumla başlayayım, umut nedir?”
Orta sıralardan kumral saçlı, yüzü çillerle kaplı (ki çil son yıllarda artık çok daha fazla görülüyordu) bir öğrenci el kaldırdı. Üzerinde diğerleri gibi güneş ışınlarından minimum oranda etkilenmesini sağlayan beyaz sentetik kıyafeti vardı. Ufak bir baş hareketiyle söz verdi öğrenciye.
“Umut her şeydir hocam.”
“Güzel, her şeydir elbet. Ama bu biraz genel bir tabir oldu, daha fazla detay vermek isteyen var mı?” diye sordu amfinin geri kalanında gözlerini gezdirerek.
“Umut her yerdedir,” dedi başka bir öğrenci.” Havada, içimizde, hatta taşıdığımız çantada bile umut vardır.”
“Bu daha iyi oldu. Peki az önce verilen örnekteki gibi, taşıdığınız çantada umudun nasıl var olabildiğini açıklayabilecek olan var mı?”
Bu defa amfiden çıt çıkmadı. Çıkmasını da beklemiyordu zaten.
“Bunu açıklayabilmek için öncelikle geçtiğimiz yüzyıldan kalma ve artık yerini başka bir şeye bırakmış olan bir kavramdan bahsetmemiz gerekli. Yani enerjiden. Eskiden çevremizdeki her şeyin bir enerjisi olduğuna inanılırdı, bu sayede yaşayabiliyor ve işlevleriyle bize yardımcı oluyorlardı. Peki bu unutulmaya yüz tutmuş kavramın yerini ne aldı dersiniz?”
“Umut,” dedi öğrencilerden biri.
“Çok doğru, umut,” dedi öğrencisini doğrulayarak. “Taşıdığımız çantada dahi umut kırıntılarına nasıl rastlanıyor dersiniz? Elbette onun imalatını yapan kişi, makine ya da her neyse onun sayesinde. İlk keşfedilen de buydu zaten, nesnelerin onu üretenlerin umutlarından beslendiği. Daha sonraları insanlar üzerinde benzer şekilde araştırmalar gerçekleştirildi. Örneğin her yeni doğan bebeğin, ta ki ergenliğine kadar ebeveynlerinin umutlarından beslendiği, ergenliğinde ise yavaş yavaş kendi yeşerttiği umutları sayesinde hayatını sürdürebildiği ortaya çıktı. Yani sizler, bulunduğunuz yaş itibariyle ergenliği birkaç yıl önce atlatmış ve kendinize has umutlarınızı yeni yeni şekillendiriyorsunuz.”
“Çok da emin olmayın hocam, aramızda ergenler olabilir,” dedi en arkalarda oturan bir öğrenci gülerek, diğerleri de ona katıldı.
Eskiden olsa böyle bir duruma kızardı elbet. Ama artık bu ve benzeri durumları saygı çerçevesinden çıkmamaları koşuluyla memnuniyetle karşılar olmuştu. Çünkü sınıftaki her öğrenci, mutlu olmaya ihtiyacı olduğu dönemleri yaşıyordu. Umutla ilgili konuşmasını, insandaki umut miktarının ölçüm yöntemleri, iklim faktörlerinin umuda etkisi, hastalara umut takviyesi ve benzerleri gibi biraz daha teknik konularla sürdürdü. Her dersin sonunda yaptığı gibi öğrencilerine soruları olup olmadığını sordu. En ön sıradan bir el kalktı. Kalkan elin sahibi sağlıksız görünümlü, ince ve göz altları mor bir kız öğrenciydi. Görünümü, bünyesinde yeterince umut barındırmadığını açık ediyordu. Hayatında işler çok iyi gitmiyordu muhtemelen. Kıza söz verdi.
Kız biraz mahcup, biraz çekingen bir tavırla, “Hocam, daha umutlu yeni dünyalar için yapılacak olan keşif ekibinde olduğunuz söyleniyor,” dedi. Konuyla ilgili yorum yapmak istemese de, öğrencisinin hâline üzüldüğü için cevaplamadan edemedi.
“Demek haberler yayılmaya başlamış,” dedi tebessümle. “Evet, yakın zamanda bir göreve gideceğim gibi görünüyor. Görevin başındakiler sağ olsunlar benim de katılmamı rica ettiler. Birlikte insanlığın daha umutlu koşullarda yaşayabileceği ortamlar bulmak umuduyla göreve çıkacağız.”
“Peki hocam,” diye tekrar söze girdi kız öğrenci. “Sizin bu konuyla ilgili umudunuz var mı?”
Yok denecek kadar az, dese olmazdı elbette, yalan söylemeyi sevmese de başka çaresi yok gibi görünüyordu. Pembe yalanlardan doğan pembe umutlar, diye geçirdi aklından.
“Var elbette, olmaz olur mu hiç? Unutmayın, her zamanda, her koşulda ya da herhangi bir boyutta, umut her zaman vardır.”
Birkaç ay süren derslerin ardından, bilgi birikimine güvendiği bir akademisyen dostuna öğrencilerini emanet etti ve okul yönetiminden belirsiz süreliğine izin istedi. Normal koşullarda kabul edilmesi mümkün olmayan bu talep, devlet tarafından desteklenen mühim bir görev söz konusu olduğundan hemen kabul edilmişti. Geriye tek ve en büyük sorun olarak oğlundan ayrılmak kalmıştı.
Bir ebeveynin evladına yaşatmaması gereken türde bir ayrılık olduğu kesindi, ama bu defa belki de aile müessesinden daha çok önem teşkil eden bir durum mevzu bahisti ve bu düşüncenin de yardımıyla oğlunu annesine emanet edip görev için son hazırlıkları tamamlamak üzere üsse doğru yola çıktı.
İroniktir ki gri tonların hâkim olduğu, karanlık işlerin döndüğü emaresini gösteren üste insanlığın belki de son umudunu sırtlanmış olanlar toplanmıştı. Hedefleri oldukça basitti. İnsan ırkının varlığını sürdürebilmesine imkân sağlayacak yeni, yeterli düzeyde umut barındıran yaşam alanları keşfetmek. Halka resmi bir açıklamada bulunulmamış olsa da farkındalığı ortalamanın üzerinde olan çoğu kişi bu görevin öneminin bilincindeydi. Kalanlar içinse zaten dünyanın her dönemi aynıydı.
Görev sakin başladı. Yaklaşık yüz kişilik ekip, seyahat edecekleri araçla birlikte Güneş Sistemi’nden dışarı çıkacaktı. Çünkü Dünya’dan yapılan gözlemlere istinaden sistem içerisinde yeterli düzeyde umut barındıran yaşam alanı kalmamıştı. Bunun en büyük sebebiyse Güneş olarak gösteriliyordu. Güneş milyonlarca yıl sonunda içindeki umut kırıntılarını yitirmişti en sonunda. Sistem dışına daha önce hiç insanlı seyahat yapılmamış olmasına karşın, insansız araçlar gönderilmişti.
Keşif gezileri planlanandan çok daha fazla sürdü. Geçen zamanla birlikte umutları daha da azalıyordu. Potansiyel gördükleri, insanlığın sıradaki evi için yeterli oranda umut barından enerji kaynaklarını, Güneş benzeri yıldızları arayıp durdular. Gittikleri ve ölçüm yaptıkları her bölgede olması gerekenden daha düşük düzeyde umut ölçümleri aldılar. Fark ettikleri bir başka konu ise yaptıkları her ölçümün bir öncekinden daha düşük çıkmasıydı. Keşfe başladıklarında ziyaret ettikleri ilk gezegende yaptıkları umut ölçümüyle, aylar sonra yaptıkları son gezegen arasında uçurum oluşmuştu. Halbuki keşiften önce gerçekleştirilen araştırmalara göre ölçümlerin yakın sonuçlar vermesi gerekiyordu.
Bir yandan evladının özlemiyle yanıp tutuşurken, diğer yandan tutarsızlıkların araştırmasını yapıyordu daracık odasında. Odasının kapısından girdikten sonra dikine en fazla iki adım atabiliyordu, ilk adımın sonunda sağına doğru uzayan yatağına varıyordu bile. Sol tarafındaysa oğlunun resminin hemen altında bulunan çalışma masası vardı. Meslektaşlarıyla bir konuyu tartışmadığı ya da uyumadığı zamanlarda genellikle çalışma masasında olurdu.
Netleştiremediği, anlam veremediği tek bir nokta kalmıştı geriye. İlki, aylar önce yaptıkları ölçümlerle şimdi yaptıkları ölçümlerdeki farklılıklardı. Destinasyonlara yaklaşırken ölçümlerde artış gözlenmesi beklenirken aksine azalmalar yaşanıyordu. Daha da ilginç olanıysa, iki gündür sabit durmalarına rağmen art arda yaptığı ölçümlerde de farklılık gözlemişti. Bunun tek bir nedeni olabilirdi…
Birkaç hafta içinde yakıtlarının tamamını korkusuzca kullanarak Dünya’ya var güçleriyle geri döndüler. Böylelikle büyük umutlarla çıkılan yolculuk herhangi bir gezegene iniş yapmadan tamamlanmıştı. Keşif sırasında elde ettikleri bulguları kamuoyu ile paylaşmışlardı ancak, tüm detayları öğrencileriyle birinci elden paylaşmaya sabırsızlanıyordu.
Amfiye girip her zamankinden daha dolu olduğunu gördüğünde duygulanmadan edemedi. Bu dolulukta, keşfe çıkan ekipte yer almasının getirdiği ünlülüğün de payı vardı elbet ama bunun pek üzerinde durmadı.
“Peki, kim bana ölçümlerdeki farkın sebebini söyleyebilir?” diye sordu anlatacakları tamamlandığında. Öğrenciler istekli görünmediği için biraz cesaretlendirmek niyetindeydi.
“Unutmayın, mekik sabit durmasına rağmen iki gün art arda yapılan ölçümlerde farklılık gözlemledik.” Yine ses çıkmamıştı.
Biraz üstelemekte kararlıydı. “Hangi değişken faktör farklı sonuç vermiş olabilir?”
“Umut?” diye sordu geveze öğrencilerden biri, sınıfta gülüşmelere yol açarak.
O da gülmeden edemedi, oğluna kavuştuğu için keyfi yerindeydi ve bu tarz şakaları kaldırabilecek durumdaydı.
“Peki, neredeki umut? Mekikteki mi, uzaydaki mi yoksa gezegendeki mi?”
“Sizdeki olabilir mi hocam?” sorusu geldiğinde, parıldayan gözlerle sorunun geldiği yöne baktı.
“Sizdeki derken?”
“Sizdeki, yani keşif ekibindeki hocam,” diye cevapladı aynı öğrenci kendinden çok da emin hissetmeyerek. Sonunda biri doğru kanıya varmıştı konuyla ilgili.
“Çok doğru!” dedi ve sınıfın bu söylediğini hazmetmesini bekledi biraz. Verdiği kısa esin ardından devam etti.
“Aslında hiçbir yerdeki umut miktarı değişmemişti çocuklar. Ne mekikteki ne uzaydaki ne de gezegendeki. Değişen umut miktarı bizdekiydi. Yanımızda, içimizde taşıdığımız umudun, ulaşmaya çalıştığımız gezegeni de etkilediğini fark ettik. Yani insanlık, taşıdığı umutla gittiği yeri de etkiliyordu. Bu sebeple keşfe o an son verdik ve geri döndük.”
“Bütün bunlar ne anlama geliyor?” sorusu geldi beklediği üzere.
“Tek bir anlama geliyor. Dünya’yı, Güneş’i ya da herhangi bir dış faktörü suçlamayı bırakmamız gerekli. Suçu kendimizde aramalıyız. Bu vaziyette başka bir gezegene gitsek dahi şimdikinden farklı sonuçlar almamız mümkün değil. Öncelikle insanlığın umudunu yükseltmeliyiz.”
Böylelikle enerji kavramının yerini alan ve artık mutlak doğru olarak kabul edilen umut kavramının da tam anlamıyla gerçeği yansıtmadığı fark edilmiş oldu. Bu devrim niteliğindeki buluş ne kadar önemli olursa olsun, insanlar bu bilgiyi de çıkarları doğrultusunda kullanmayı başaramadı ve kendisine karşı olan bu savaşta mağlup oldu.