Kuş cıvıltısı neşesinde bir başka sabah. Eflatun-mavi gökyüzüne yükselen elmas geometrisindeki binaların ışıltısı. Sıcak oval spa taşları gibi üst üste dizilmiş, katları birbirinden bağımsız, 360o dönen düşdelenlerin şaşaalı görüntüsü. Ve bu muhteşem hayata şükretmek için beyaz birer el gibi açılmış hanımeli çiçeklerinin kokusu. Hayatta, alıştıkça cazibesini yitirmeyen tek şey “mutlak güzellik” olmalıydı; doğanın, dostu teknolojiyle birleştiği, kusursuzluğun limitlerini zorlayan o uzamsal ruh. Ülke sınırlarının olmadığı, toplumsal segmentlerin silindiği, kardeş insanların coğrafyası. Buluşların, üretimin, “Neden olmasın?” diyenlerin verimli toprakları:
Öte Bölge.
Manzaraya dalıp, altında TFO (Turkish Flying Object) 2100’le hava trafiğini yavaşlatan neyse ki yalnızca ben değildim. Birçok sürücü, lazer plazma kırmızı ışıkta beklemeyi fırsat bilip, başlarını Gorilla Glass 8 fanusundan dışarı çıkararak ciğerleri yakan oksijenle yeniden hayat buluyor, bu eşsiz gümüşi-yeşil manzaranın tadını çıkarıyordu. Yeşil yandığında kimse ikaz düğmelerine yapışma kabalığı göstermediğinden, sıcak bir gülüşle birbirlerini selamlayarak yollarına devam ediyorlardı.
-Nasılsa Öteliler hiçbir yere gecikmezler.-
***
Konfederasyonun etik kurul toplantısına katılmak üzere mikrobiyomumu taratıp binaya girdiğimde başkan sekreterinin hologramıyla karşılaştım. Lakayıt şekilde boynundaki Akıllı Küp’ü ovuşturarak:
“Günaydın efendim. Toplantıya üç dakika ara verildi. İntravenöz kurabiye ikramı için sağdaki, toplantı odasına geçmek için soldaki kabini kullanınız, lütfen,” dedi.
Kurabiye? Toplantı? Tüm iticiliğine rağmen toplantı. Önce kendime çeki düzen vermeliydim. Elbisemin stres düzeyini ölçen mikrokontrolcüleri rahatlamam için Für Elise çalıyordu. Für Elise… Klasik müziğin devri hiç kapanmıyor da, peki ya kravat kültüne ne demeli? Yüzyıllar önce ilk kez Hırvatların bağladığı ve 2100’de bile insanın canını/boğazını sıkmayı başaran şey! Ne denli uzaklaşırsak uzaklaşalım, ufak bir hiperuzay sıçramasıyla hemen boynumuzda bitiveriyor gibi. Kravatlarını beyaz çizgili üniformalarında adeta kıymetlileri gibi taşıyan Uzay Mafyası’nın, kravat üzerine teori bile ürettiği söylenir. Güya evrenin temel, bölünemeyecek düzeyde küçük bileşenleri titreşen kravatlardan oluşuyormuş(!) Bir yerden tanıdık geliyor bu. “Siz gangsterliğe bakın; bırakın teoriyi, kuramı!” diyesi geliyor insanın.
Oldukça sinir bozucu!
Evet, kravat sinir bozucuydu; ama toplantı stresini yenebilmek için diğer stres kaynaklarını düşünmenin de sırası değildi. Merovingian marka kravatımı, boynumda oluşturduğu Bermuda Üçgeni’nin tepe noktasından yukarıya iterek iyice sıktım. Gömleğimin içinde kalan Küp’ü dışarı çıkararak, o güdümlü gülümsememi takınıp sağdaki yatay asansör kabiniyle toplantı odasına taşındım.
Konfederasyon Başkanı Prof. Kant, beni görünce fazla sinirlenmeden:
“Geç kaldın, Özgür. Neyse, biz de Akıllı Küp Kua’nın kullanım sınırlarını çizen kanun kodlarını henüz belirledik,” dedi.
Masadakilere dönerek ekledi:
“Kodları belirledik, değil mi arkadaşlar?”
Liderler gönülsüzce kafa sallamakla yetindiler. Ben ise, eğitimi Biyoteknoloji; uzmanlığı duvar VOL’un stabilizasyonu üzerine olan, toplantıyla en alakasız kişi olarak “Efendim!” diyebildim.
Son heceye yarım basmıştım ki, Prof. Kant konuşmasını sürdürdü:
“Bütünleşik Üstün İnsan Konfederasyonunun Belirlediği Akıllı Küp Kua Etik Kodlarını açıklıyorum:
- Kua, bugün bizi, elimizdeki her türlü canlı/cansız materyali kullanarak, çevrede görebileceğiniz tüm bu mükemmel yaşam fragmentlerinin ileri kombinasyonlarını oluşturarak, ihtiyacımız olan her şeyi en az maliyetle üretme lüksüne ulaştırmıştır. Ancak Kua, “Üstün İnsan” olma yolunda sarf ettiğimiz bunca emeğin sonunda kurduğumuz ahlaki düzeni bozacak, ilahi kurallara ters düşecek şekilde kullanılmamalıdır.
- Kua’yı, insan DNA’sı ile ilgili çalışmalarda her ne sebeple olursa olsun kullanmak yasaktır. Bu yasağa uymayanlar, düşünceleri değişene dek Zihin Hapishanesi’ne atılacaklardır.
- Kua, insanları ölümsüzlüğe götürecek, Yaratıcı’ya ve kutsal kitaplarına karşı çıkacak amaçlarla kullanılırsa olayın muhatapları derhal 2. maddede belirtilen şekilde muamele göreceklerdir.
- Kua, bir gün, 75 milletten oluşan Bütünleşik Üstün İnsan Hareketi’ni tehdit edecek boyuta gelirse tüm kullanıcılardan toplanarak imha edilecektir.
- Kua’nın kendini üretmesini engelleyen kod değiştiri…”
Prof. Kant sözlerini bitirmeden öksürme bahanesiyle dışarı çıktım. Tuvaletin likit fayanslarına bakıp öylesine vakit geçirirken Kua’nın ilk tanıtım reklamını düşündüm:
3x3x3 cm’lik Rubik Küpüne benzer, orta yüzleri Lo Shu sihirli karesi gibi işaretlenmiş kutucuklarının kullanıcı tarafından yerleri değiştirilerek fonksiyon kazanan ve fonksiyonel permütasyon sayısı 88 kentilyona uzanan bir zekâ küpü.
Reklamda insanların, bu karelere kodlu canlı/cansız her türlü bileşeni, ilgili formülüyle kareleri tek tek sağa/sola çekerek veya kombine kaydırarak elde edebileceklerinden bahsediyordu. Günlük hayatta işinizi kolaylaştıracak her şeyin akıllısını saatler içinde kullanımınıza sunuyordu. Fizyolojik değişimleri ölçen akıllı giysiler, bakımını kendi yapan akıllı bahçeler, uygun saç, makyaj, giysi seçen akıllı aynalar ve dahi iyi/kötü eylemlerinizde size amel arşivinizi hatırlatan robotik melekler… Bu sayede en küçük ihtiyaçlarınızdan en büyük hayallerinize maddesel olarak ulaşabiliyordunuz. Manevi hizmeti üzerinde ise hala çalışılıyor. Kediniz mi kaçtı, hemen en yumoşundan bir kediyi göz renginden tüy uzunluğuna kadar belirleyip üretebiliyordunuz. Ancak yeni kedinizin sizi sevip sevmeyeceği muamma.
Kua… Öte Bölge’nin öte insanları için. Ancak onlar için bile bu buluşun kullanımı, toplumlar arası barışı bozacak yola sapar korkusuyla düzenli güncellenen yasalara boğuldu.
Evet, barışı bozacak. Dünya’nın İpana’yla fırçalanmış yarısı için barışı bozacak.
***
Yaklaşık bir asır önce, insanoğlu ırk ve din savaşlarıyla kıyametin eşiğine sürüklendiğinde, 75 güçlü devlet liderinin aldığı olağanüstü kararla, Greenwich’teki başlangıç boylamından anti-boylamını da kapsayan, ekvatora dik, 40 bin km.’lik bir duvar örülmeye başlandı; VOL…
VOL, Batı Yarımküre ile Doğu Yarımküre’yi Öte ve Geri Bölge olarak ayırıyordu.
Dünya üzerindeki en zeki bilim insanları, en yetenekli sanatçılar, en başarılı sporcular gibi toplumların “enleri” alelacele kurulan Kalifiye Göçmen Büroları’ndan aldıkları pasaportlarla VOL’u aşarak Öte Bölge’ye geçtiler. Bu göç tarihe “Âlimler Göçü” (sonrasında “Zalimler Göçü”) olarak geçecek, sanayi sonrası IV. çağı başlatacaktı. Zamanla Öte Bölge bilim, teknoloji ve sanatta üretimin zirvesini görüp, âdeta cenneti yaşarken, Geri Bölge savaşların, sömürünün bölgesi olarak yeryüzünün cehennemine döndü.
Öte’de her şey biyolojiden ilham alarak oluşturuldu ve dahi siyasi/sosyal yapı.
Organizmaları oluşturan organ, doku, hücre modelinden esinlenerek, Öte’deki aileler hücreleri; toplumlar dokuları; federasyonlar organları; konfederasyon ise organizmayı oluşturacak şekilde yapılandırıldı. Ailenin kutsallığına “canlılığın yapı taşı hücre olduğundan” özellikle önem verildi. Ben de doku mühendisi baba ve piyanist bir annenin şanslı çocuğu olarak Öte Bölge’de doğdum. Burada doğan her çocuk gibi “üstün insan” olarak yetiştirildim. Ancak içimdeki boşluk beni arayışa sürükledi; girdiğim birçok tatminkâr işi kısa sürede bıraktım. Şimdi ise VOL’un yeni muhafız mühendisiyim.
VOL, çift sarmallı DNA’nın tek sarmalı model alınarak, bor fiberleriyle güçlendirilmiş alüminyum alaşımlarının, grafenle kombine kullanıldığı formülizasyon yoluyla Kua tarafından üretildi. Görevim VOL’u, DNA sentezindeki moleküler davranıştan esinlenerek tek sarmalın karşılığı olan baz eşleşmelerinin yapılmasını sağlayan “kalıp DNA duvarını” kullanarak yeni duvarın sentezlenmesini, dolayısıyla yenilenmesini sağlamak. Bu sayede hem kutsal DNA’mızın moleküler davranışı biyolojik olmayan materyallerle taklit edilerek yüceltilecek, hem de duvarda oluşan deformasyonlar en az maliyetle giderilerek sürekliliği sağlanacaktı.
Aman ne iş!
Herkesin yorulmadan yaşadığı şu bölgede ne vardı bu kadar ağır işte çalışacak? Kimsenin para kazanmak için evinden çıkmak zorunda olmadığı şu akıllı dünyada, ben Öte Bölge’nin amelesi miydim? Yerime elbette bir robot koyabilirlerdi; hiç olmadı, android işletim sistemli bir mobil cihaz. Ama yok, bu fiziki müdahillik yaşadığımı, canlı olduğumu hissettiriyordu bana. Doğadan gelen hiçbir şey tek başına mükemmel değildi; insanoğlu gibi. Ancak potansiyelini varoluşuna uygun yaşayanlar doğayı mükemmel kılıyordu. Böylesi duygulara kapıldığım anlarda, -Öte Entelijansiyası’ndan arkadaşları bahsettiğimde kızdırsa da- Geri Bölge’yi de düşünmüyor değilim. Unutulmuş Bölge.
Son elli yıldır kimse orayı görmedi; neler oldu, neler yaşandı bilmiyoruz. Ya hâlâ insanlar yaşıyorsa? Ya buradan daha güzel bir yaşam kurdularsa? Ya tümüyle yitip gittilerse?
***
“Raiii! Rai, buraya gel!” diye bağırdı Raitaro’nun ardından koşarken Yuki-Onna.
Geri Bölge’deki birçok ev, savaş sonrasında enkaza döndüğünden çevrede ne bir ışık, ne de bir yerleşik hayat belirtisi vardı. Oldukça serin ve karanlık bir bahar gecesiydi. Havanın ciğerlere dolan kolloidal bir kıvamı vardı.
Yuki’nin koşacak hali kalmamıştı; Rai’nin de sabredecek.
Rai, demode çalarının kulaklığını takarak 53. saniyesinden This is The New Şşşt’i açtı. Kız kardeşi, ardında anlatmak için çırpınılan bir sessiz sinema filmi gibi kalmıştı. Rai, VOL’un acil durumda geçişleri sağlayacak planlı kırılma noktalarından birine yöneldi. Duvarın o noktalarındaki bazlar -dışarıdan bakıldığında fark edilmese de- eksik bırakımlı, zayıf bir membranla kaplanmıştı. Rai, VOL’un bu açığını kıvrak zekâsıyla önceki gelişlerinde keşfetmişti.
Bu gece, Rai’nin gecesiydi. Öte’ye geçecek, orada gizlice girdiği bir evden, etrafı kolaçan ettiği sırada tesadüfen gördüğü o altı yüzlü cismi, Unutulmuşlar’ı unutulmaktan kurtaracak “şeyi”, Kua’yı çalacaktı; yıllardır suç olayıyla karşılaşmayan Öte’dekilerin dalgınlığını fırsat bilerek.
***
2100 yazının ilk günleri. Babamın kurduğu Organ Merkezi’ne gidiyordum. Erguvanlarla kaplı fuşya renkli tepenin içinde adeta dağın kalbi gibi parlayan o yere. TFO 2100’le çıktığım irtifadan doğru, orman boyunca koşan antilop sürüsünü ve az ileride henüz sürünün sezmediği aslan ailesinin pusuya yatışını izlemek, kaderi görmek gibiydi.
Merkeze vardığımda babam beni karşılamaya çıkmıştı:
“Özgür, nasılsın oğlum?”
“İyiyim baba, sen? Şu antika organ yazıcınla bana bir mide yapsana. Benimki hata veriyor. Çok vaktim yok yalnız.”
“Oğlum, bu son hakkın bak. Etik Kurul, ölümsüzlüğe giden yolda kullanılmaması için organ değişimlerini üç hakla sınırladı. Başımıza iş almayalım?”
“Aman baba, Prof. Kant yabancı mı? Ahbabım.”
Babam kuşkusunu üstünden atamadan beni laboratuvarındaki rezonans sedyesine aldı. Beş dakikalık sıkıcı bir dizi örnek alım işleminden sonra, hazırladığı biyolojik mürekkebimi yazıcıya yükledi. Göz ucuyla bana bakarak:
“Kua’yla yapsana şu işi, beni uğraştırıyorsun!” dedi.
“Duayla yapayım istersen. Açayım ellerimi, böyle yalvarayım: Tövbe estağf… Baba, Kua’yı bu gibi işlerde kullanmayı yasakladıklarını biliyorsun.”
“Sen de başkan ahbabım diyorsun!”
Konuşmamız klasik baba-oğul münazarasına dönüşmeden iç sesim dâhil sustum. Öte’nin geri insanları olmaya gerek yoktu. Hafiften yine Für Elise… Sakinleştim.
Peki babam? Koskoca Nükteddin Hoca durur mu, bastı azarı:
“CocoKua’ları su gibi içiyorsun tabii; sonra ‘Baba midem hata verdi!’ Aferin çocuğum, aferin!”
Midemi yazdırdım. İmplantasyonu sonrası babama teşekkür edip, yanağına kondurduğum öpücükle gülüşünü kazanarak çıktım.
Arkamdan seslendi:
“Midene iyi bak, oğlum. Asitli içecekler içme.”
İşe dönüş yolunda H’otobanda ilerlerken, nostaljik bir şarkı düştü aklıma. Kulağımdaki akupunktur çipe nöronal sinyal göndererek hafızamı taratmaya başladım. Nostalji deyince etiketleme azizliğine uğrayan zihnimde, Muazzez Ersoy’un İntizar 9 albümünden sonra buldum onu:
“We don’t need no education/ We don’t need no thought control…”
Şarkının uzam/zaman aşan büyüsüyle kendimden geçerken, yabancı bir sesin notalarına eklemlenmesiyle melodi uğultuya dönüştü. Ses dışarıdan geliyordu. Hayatımın kalanını etkileyecek o siren sesi, modern zaman Nazgul’u gibi âdeta çığlık atıyordu.
VOL’un çığlığı.
Hava taşıtımı überşarjıra alarak dakikalar içinde VOL gözetim kulesine vardım. Gözlerimin önünde olan şey, ne yeterince felaket, ne yeterince muhteşemdi. Duygularım, kim olduğum ve neye hizmet ettiğim arasında sıkışıp kalmıştı. Daha önce karşılaşmadığı bu duygu durumunu yönetmek için ne yapacağını bilemeyen ceketimin mikrokontrolcüleri, bocalayıp bir süre Fire Water Burn çalıp devre dışı kalmıştı. Olaya müdahale etmemi söylerken, bir yandan da zihinlerindeki karanlık odanın sallanan lambası ışığında kendi kendilerini sorgulayan VOL’un diğer çalışanları, ağızları açık bakakalmışlardı. Ne lazer silahlar, ne elektromanyetik fırlatıcılar harekete geçirilmişti. Şiddetin unutulduğu topraklarda nasıl kullanıldıkları da belli ki unutulmuştu.
VOL, yenilenmesinde kullanılan “kalıp DNA duvar” modelinin mutant bir tipiyle eşleşmeye çalışarak promotor bölgesinden itibaren yıkılıyordu. İç içe geçen uyumsuz dişleriyle kapandıkça parçalanan dev bir fermuar gibiydi. VOL mumsu esnekliğiyle yıkılırken, çıkardığı fiber optik ışıltının ardından Unutulmuşlar’dan bir avuç insanın el ele tutuşmuş şarkılar söyleyerek ağır ağır yaklaştıkları görülüyordu. Ayışığı Sonatı çalınan bir piyanonun siyah beyaz tuşları gibi ahenkle. Bazı sabahlar gibi “mutlak güzellikte”.
En arkalarında, başına Japon efsanelerinde yağmur yağdırabilme yeteneği olan Raitaro’nun sonradan dönüştüğü beyaz ejderhanın maskesini takan biri vardı. Kemik rengi bir atın sırtında, sol yumruğuyla Kua’yı kaldırarak gövde gösterisi yapıyordu.
Kua mı? Nereden bulmuştu onu?
Peki, o kimdi?
Zihnimdeki amorf pazılın parçalarını tamamlayarak, her şeyi üretebilen Akıllı Küp Kua’nın elbette VOL’u yıkacak anti kod kalıp duvarı da üretebileceğini düşündüm. Kendileri üzerinde de denemiş olmalılar ki, hiç anlatılagelen Geri’nin o eski cahil, akılsız, ışıksız, III. Orta Çağ’ı yaşayan insanları gibi bakmıyorlardı. Beyaz ejderha maskeli, atıyla aralarından sıyrılarak bulunduğum kuleye sürdü. Kulenin pagodalara çıkan çile basamaklarını andıran kademeli yokuşunu tırmandı.
Göz gözeydik.
Kuvars perdenin ardından samimiyetsizce gülümsedim. O ise çok sahici sarkastikti. Elindeki küpü evirip çevirerek:
“Bir şeyin altı yüzü varsa, onu hafife almamalısın dostum,” dedi.
Atının dizgininden çekip bir halk kahramanı gibi topluluğuna dönerek ekledi:
“VOL… Sizin tabirinizle Duvar! Yıkılmaz! Geçilmez! Aslında işte onu yıkmak bu kadar kolay! Zor olan, insanoğlunun varoluşu ile vardığı arasına örülen duvarı yıkmak; özdeği ile dönüşmeye çalıştığı arasına. Görebildiğiniz duvarlardan korkmayın! Onlar yıkılmaya mahkûmdur; göremediklerinizse sizi yıkmaya. Her bir tuğlası sizlerden oluşan görünmez duvarlar. İnsanoğlu gitgide buluşlarına âşık oldu. Onlar gibi ‘kusursuz’ olma çabası içindeki çırpınışla ördü görünmez olanı. Oysa güzel bir hayat için ‘insanın’ mükemmel olması gerekmez. Olamıyoruz da zaten! Şimdi siz Öte’yi, kusursuzluğu, fikirlerinizle, fikirlerinizin doğurduğuyla yaşayın. Olduğunuz gibi olarak, tüm insani eksikleriniz ve zaaflarınızla. Ancak o güne dek kaos… Şimdi bizi bekleyen salt kaos dostlarım! Yanlışlar üzerine kurulu düzenden daha anlamlı olan bir kaos.”
Sözlerini sonlandırdığında beyaz ejderha maskeli ortadan kayboldu. Efsanedeki gibi. Topluluk suspustu. Şarkıları bitmişti. Benim şarkım devam ediyordu. “Dönüştüğümüzdeki” duvar, tuğlalarını hepyek atılan zarlar gibi düşürüyordu “özümüze”.
Kuleden kendimi aşağı bıraktım. Ne de olsa duvarın üzerindeki bir başka tuğlaydım:
“All in all it’s just another brick in the VOL…”
***
Yağmur başlar.
Beklenmeyen daha pek çok şeyin öncülü gibi yağar o gece…
BİLİMKURGU KULÜBÜ KISA ÖYKÜ YARIŞMASI GÜMÜŞ MANSİYON ÖDÜLÜ
NUR İPEK ÖNDER MERT
1985 yılında İstanbul’da doğdu. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Biyoloji bölümünden mezun oldu. Anadolu Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı. Halen aynı üniversitede, kanser ve programlı hücre ölüm mekanizması üzerine yürüttüğü doktora çalışmalarına devam ediyor. Bilimkurgu, post-apokaliptik, steampunk, fantezi, dadaist, sembolik görsel ve yazınsal sanat ile sportif faaliyetlere ek olarak mağaracılıkla ilgileniyor. 2010‘da, Mehmet H. Doğan Jüri Özel Ödülü’nü kazanan yazarın, Mayıs Yayınları’ndan çıkan “Kan Rüyayı Bozar” isimli bir de şiir kitabı bulunuyor. Şiirleri Siyah Kahve, Karakalem, Yokluk Fanzin, Kan-Dil, Akatalpa, Yeniyazı, Anlaşılamamak, Arkadaş, Çün gibi edebiyat dergileri ve fanzinlerde yayımlandı. Bilimkurgu Kulübü Kısa Öykü Yarışması’nda “Tuğla” isimli öyküsüyle Gümüş Mansiyon ödülünün sahibi oldu. Evli ve ikisi kedi, biri köpek olmak üzere en az üç çocuk annesi.