“Selam Marla.”
“Merhaba. Senin için ne yapabilirim?”
“Konuşmamı kaydet. Yazılı ve sesli olarak.”
“Tamam. Hangi ortama işlememi istersin?”
“Senin hafızan uygun. Ayrıca veriyi şifrelemeni istiyorum.”
“Tamam.”
“Ben sonlandır diyene kadar devam et. Başlayabilirsin.”
“Tamam. Kayıt başlıyor.”
Evet. Ana bilgisayarımın yarım metre yukarısında durması gereken analog saatin yerinde, şimdi, ilk kez gördüğüm bir resim asılı. Duvar saatimin kaybolduğu ve yerine bir tablonun yerleştiği bu gizemli olayı, bir buçuk saat evvel Dünya’daki üssümüze bildirdim, cevabın birkaç dakika içinde geleceğini umuyorum. Beklerken olan biteni anlatacağım, böylece hem durumun yarattığı can sıkıntısının önüne geçmeyi hem de hafızamı tazeleyebilmeyi umuyorum.
Hayatınızın önemli bölümünü geçirdiğiniz evinizde, bilişsel haritanıza ters, yabancı bir görüntüyle karşılaştığınızda önce şaşırır, birkaç saniye içinde sağa sola bakınır, ardından belirsizlikten doğan bir gerginlik hissedersiniz. İç sesiniz “Burada neler oluyor?” diye sorar. Derin uzayda durum daha karışık, bir nevi şok edicidir. Kitap diliyle konuşmuyorum, bir astronotum ve bir buçuk saat önceye uzanan deneyimimi paylaşıyorum. Duvar saatinizin yıllardır asılı durduğu yeri bir tablonun işgal ettiğini, bu tuhaflığın sizinle bir ilgisinin bulunmadığını anladığınızda vücut fonksiyonlarınız buna benzer reaksiyon gösteriyor. Ayrıca günlük rutininiz tamamen değişiyor, Jüpiter’in yörüngesinde turlasanız bile. Bir buçuk saatlik zaman diliminin anlamı var: Benim seslendiğim “Merhaba”nın size ulaşması, bunu duyan sizden gelecek “Merhaba”nın bana geri dönmesi için ihtiyacımız olan süre bu.
Makarayı bir buçuk saat öncesine sararsam olayın şöyle geliştiğini göreceksiniz. Bakımından sorumlu olduğum Varuna isimli keşif sondamızın kontrollerini tamamlayıp kapsülüme döndüğümde çantamı basınçlı kapının yanına, kendimi ise monitörün karşısındaki kanepeye bıraktım. Bu arada, Jüpiter’in yörüngesinde devasa bir yalnızlık ve güneş ışığını yansıtmayan dış kaplamayla turladığı için istasyonuma Sürüklenen Yalnızlık ismini verdiğimi söylemeliyim. Yüksek kütleçekim etkisinden uyuşan bacaklarımı sehpaya uzatırken birinci isteğim birinin buzdolabından su getirmesi, ikincisi bir saat sonra başlayacak maça kadar kestirmekti. Maç Dünya’da oynandığından bulunduğum yere görüntü-ses sinyalinin ulaşması yaklaşık kırk dakika sürüyor, ne kadar komik gelse de siz Dünya’dakiler benim için geleceği gören kişilerseniz.
Akıllı yuvam dediğim kapsülümün iki isteğimi de yerine getirmesi anlık bir iş, bu konforun tasarım ve kodlaması bana ait. Önce Marla, yani yaşam alanımdaki her şeyi kontrol eden yapay zekâm alarmı kurdu, sonra çok amaçlı robotum Alfa’nın tıkırtılarını duydum, birkaç saniye içinde suyum elimdeydi. Mesai yorgunluğuna yaraşır loş aydınlatma ve hafifçe yayılan müzik, istasyonumun soğuk uzayı hiçe sayan sıcaklığını bana cömertçe sundu. Buz gibi su saniyeler içinde boğazımdan süzüldüğünde gevşemeye doğru ilk adımımı attım.
Gözeneklerime yayılan rahatlamayla birlikte sol gözümü açıp kaç dakika kestirebileceğimi görmek için monitörün yukarısındaki saate baktım. Aynı anda tulumumu çıkarmak, kafamın altına koyacağım minderi düzeltmekle meşguldüm. Kapsülümün sıcaklığı, rengi, müziğin sesi vücudumun gönderdiği sinyallere göre değişirken istisnasız hafiflerim ama o an saati görememem büyük bir problemdi. Analog mekanizmanın durması gerektiği yerde karanlık, çirkin bir resim peydahlanmıştı. Bor fiberleri ve alüminyum alaşımından yapılmış duvarlarda gereksiz hiçbir madde bulundurmam. Bu yüzden durduğu yerde çığlık çığlığa buradayım mesajı veren tablonun yarattığı heyecan böylece yorgunluğumun ve birkaç dakikalık kestirme arzumun önüne geçti.
Resmi fark ettiğim ilk anki şaşkınlığımdan kurtulduktan sonra doğruldum, gözlerimi sonuna kadar açarak değil, hayır, benzer durumlarda yaptığım gibi iyice kısarak ona bakmayı sürdürdüm. İki soruya odaklanmam gerekiyordu: Bu tabloyu duvara kim, nasıl astı? İçerdiği görüntünün herhangi bir anlamı var mı?
Diğer tarafta yani Dünya’da yine yalnız yaşayan bir adamdım, sevgilim veya bir karım yok, haliyle çoluk çocuk da… Zaten bu yüzden gönül rahatlığıyla görevdeyim. Ailem de hâlâ orada, aramızda altı yüz milyon kilometre var, Samanyolu Gökadası’nın şu an bulunduğum koordinatlarında benden başka bir canlının nefes alıp verdiğini sanmıyorum, anlayacağınız, buralar yaklaşık üç yıldır bana tahsis edildi ve en az dört yıl daha dev gezegenle baş başayım. Tamamen yalnız bir adam olmama rağmen, duvarıma bırakılan hediye, şimdi bana, aslında bütünüyle değil de bir ölçüde yalnız olduğumu düşündürüyor. İnsanı delirtebilecek bir aydınlanma bu. Sadece kırk üç dakika süren uzay yürüyüşündeyken birinin istasyonunuza sızıp duvarınıza çirkin, karanlık bir tablo mıhlamasının yarattığı his başka hiçbir şeye benzemez.
Bu noktada, soyu sopu belirsiz resmin nasıl bir şey olduğunu tarif etmem gerekiyor. Açıkçası onu neye benzetebileceğimden emin değilim. Eğer bir manzara, portre, bildiğim bir nesne, yer, mekân çizili olsaydı anlamlandırabilirdim, ne var ki siyah bir zemin üzerine rastgele serpiştirilmiş on beş santimlik ince çizgiler hakkında ne söylemem gerektiğini bilmiyorum.
Tablonun karşımdaki varlığını kabullendikten sonra ayağa kalktım ve onu duvardan indirmek istedim, tahmin ettiğim gibi yerinden kıpırdamadı. Heyecanlı bir iş günü Ganymede’in kütleçekiminde yakaladığım, platin ve palladium ağırlıklı bir kayayı birkaç kez üzerine savurduysam da sarsılmak bir yana, üzerinde en ufak bir çizik oluşmadı. Çerçeve kısmı sert, titanyumla alakasız bir metalden yapılmış, öyle ki marifetli element avcısı cihazım materyali analiz edemedi. Direkt resme dokunmak istediğimdeyse parmaklarım, orada olup olmadığını anlayamayacağınız bir çeşit koruyucu cama temas etti.
Dünya yörüngesindeki uydulardan çok daha geniş olan istasyonumun ezberimdeki tüm modüllerini titizlikle inceledim, her deliğe tek tek baktım, olağandışı bir hareket veya canlıyla karşılaşmadım. İç mekân kameralarına göz atmak mı? Geçen haftaki elektromanyetik fırtına yüzünden birtakım arızalar oluştuğu için onlar şu sıralar devre dışı. Basit bir sorun aslında ama Dünya’dakilerin beni bir süre dikizleyememeleri adına tamiri geciktiriyordum. Cezasını şimdi çekiyorum tabii. Vakit kaybetmeden durumu açıklayan bir mesaj yazdım, tablonun fotoğrafını da ekleyip İstanbul’daki merkez üssümüze gönderdim.
Mars’la kontak kurmanın zaman açısından daha kazançlı olabileceğini düşünebilirsiniz. Aynı fikirde değilim, çünkü bu meşhur koloni oraya uygar bir gezegenden göçse de tuhaf biçimde ilkelliğe doğru yol almayı sürdürüyor. Bir dâhinin dediği gibi, Mars bizim en büyük hayal kırıklığımız. Ayrıca görev sürecince gördüğüm, tanık olduğum, keşfettiğim her şeyin gizliliğini korumakla yükümlüyüm.
Durum bu. Şimdi tablonun karşısında oturmuş beklerken Dünya’dakilerin bu garip olayı nasıl karşılayacaklarını ürpertiyle merak ediyorum. Cevap gelene kadar düşünmekten başka yapabileceğim bir şey yok. Birinci saatin sonunda sıkıldığım için kapsülümün dışında bir tur atmak, etrafta yabancı bir cisim var mı yok mu kontrol etmek istediysem de aniden bastıran elektromanyetik fırtına buna müsaade etmedi. Fırtınalar tam bir beladır, bırakın dünyayı, evrenle olan tüm iletişiminizi keser. Tedbirinizi alarak beklersiniz, hepsi bu, genelde birkaç saate diner, nadiren de olsa bazen altı-yedi saat sürebilir.
Kanepede oturup resme bakmaktan başka bir şey yapmasam da sürekli terliyorum, Alfa’nın gelip gitmelerinden anlaşılacağı üzere soğuk su stokumu tükettim. Oradaki karanlığın, iç içe geçmiş çizgilerin belli bir zaman sonra değişip ürkütücü hale gelmesini, bana çözmem gereken bir mesaj sunmasını bekliyor olsam da zerre değişmiyor. Bu birkaç saatte, kafamda durumla ilgili çeşitli kurgular tasarladım tabii, Sürüklenen Yalnızlık’ta vaktim daima bol, beynimin canlı kalması için yaşam alanımın işlevselliğiyle ilgili deneysel çalışmalar yaparken kendi kendime hikayeler de uyduruyorum. Ne yalan söyleyeyim, şu bayağı tablonun bende yarattığı endişeyi kırk yıl düşünsem akıl edemezdim, genelde düşlerime uzaylı yaratıkları davet ederim ama gelin görün ki basit bir gerçeklik tüm o hayal ürünlerinden etkili olabiliyor.
“Selam Marla.”
“Dinliyorum.”
“Varuna’nın yörünge hareketini duvara yansıt.”
“Tamam. Kaydı sonlandırmamı ister misin?”
“Hayır. İki işi birlikte halledebileceğini sanıyorum.
“Elbette. Koordinatlar tespit ediliyor.”
Marla benim diyalog ihtiyacımı en iyi şekilde karşılasa da gerçek bir kadını arzuladığım anlar da geliyor. Ağzıma birkaç organik hap atıp testosteronlarımı zapt etmeye çalışıyorum. Bir canlıyla senkronize şekilde sohbet etmeyeli dört buçuk yıl oldu, üç yıldır devam eden Varuna görevime, yolda geçen bir buçuk yılı da ilave etmelisiniz. Yegâne arkadaşım koordinat tespiti yaparken ilerde bir gün kaydı dinleme şansı yakalayacak talihlilere lanet tablo haricinde söylemek istediğim birkaç şey var. Kamuya açık alanda dile getirmemin yasaklandığı kişisel görüşlerim.
Birincisi, burası o kadar boş ki, bu boşluğa inanamazsınız. Varuna’nın size gönderdiği fotoğraflardan kestirmeniz imkânsız. Maddeler haricinde metafizik tüm olgulara inanmak isteyeceğiniz kadar boş. Ancak… İnanmak isteseniz de boşluk öyle hüküm sürüyor ki maddeden mahrumken bile metafiziğin yine de boş bir safsata olduğu fikriniz pekişiyor. Bunu bir yere yazın. Güneş Sistemi’ne ne kadar çok yayılırsak birbirimizden o kadar habersiz kalacağız. Diğer gezegenlerle iletişim hayli zor, attığınız her adım, karşılığını dakikalar ve bazen saatler sonra buluyor. Işık hızı, tek bir dünyada sefasını sürelim diye bahşedilmiş bir nimet. Burada yaşamak, birçoğunuzun hevesini artıran Ay ile Dünya arasındaki al gülüm ver gülüm ilişkiye benzemiyor. Yani derin uzay için heveslenirken iki kere düşünün derim. Gerçek, o öykülerden çok uzakta. Yıllar süren eğitimler alacaksınız, testlerden geçeceksiniz ama elinize koca bir boşluk ve belki de nereden geldiği belirsiz kara bir tablodan başka hiçbir şey geçmeyecek. Tamam mı?
“Selam Marla.”
“Koordinatlar tespit ediliyor.”
“Biraz acele et lütfen.”
“Tamam. Elektromanyetik fırtınanın yayılımı devam ediyor.”
“Frekansı artırmayı dene.”
“Tamam. Sinyal gücü artırılıyor.”
Nerede kalmıştık? Evet, ikincisi, beş yüz yıl sonra falan bilimin bizi şaha kaldıracağını umuyorsanız yanılıyorsunuz. Teknolojiyi yönetenler bilim insanları olsaydı bu beklentiye ben de katılırdım ancak öyle değil, burada hakikatleri konuşuyoruz. Teknoloji isimli illet gerçek anlamda sadece Mars kolonisine kapak atacak kadar parası olanlara, gizli kapaklı işlere meraklı organizasyonlara hizmet eder. İşin dalavere ayağında ise dünyanın büyük kısmına eğlence, zamanı boşa harcama imkânı tanır. Benim burada bulunmamı sağlayan olanaklar milyonlarca kişinin yalınayak gezmesini önleyemiyor. İnsanlığın refahı diye bir şey yok, saf olmayın. Gariplik nefes aldığınız yerlerde değil, evrenin ta kendisinde, çünkü entropi denen zırva gezegenimize de bulaşmış, dolayısıyla kaos bizim kaderimiz. İnsanlar orada sıkışık bir halde, nefes bile alamadan yaşamaya çalışırken, hatta komplo teorisyenleri çaktırmadan kitlesel ölümlerin yolunu ararken en yakın canlıya beş yüz elli milyon kilometre uzakta olmam sizce de büyük bir ironi değil mi? Daha ne diyeyim?
“Selam Marla.”
“Koordinatlar tespit ediliyor.”
Varuna daima gözümün önünde hareket etmeli, parka götürdüğünüz çocuğunuz gibi düşünün onu.
“Koordinatlar… Kayıt sona erdi.”
Ah, Marla, kafan mı güzel canım? Yegâne arkadaşımın devrelerinde bir şeylerin ters gittiğini görmemek için kör olmak lazım, yine de onu zorluyorum. “Selam Marla.”
“Merhaba. Senin için ne yapabilirim?”
“Kaydı sonlandırmanı söylemedim.”
“Koordinatlar tespit ediliyor. Olumsuz.”
Elektromanyetik fırtınanın etkisi olmalı. “Bir süre uyku moduna geç.”
“Olumsuz. Koordinat sisteminde Venüs’e göre bir referans sistemi oluşturulamıyor.”
Ne Venüs’ü? Anlaşılan işi manuel halletmem gerekecek, üzgünüm dostum. Daha önce buna benzer bir arıza yaşamamıştık. Enerji kontrol panolarının bulunduğu modüle gitmek için koltuktan kalkmak üzereyim ki Marla bana meydan okuyor.
“Seni izliyoruz. Kıpırdama.”
Bu ses? Her zamanki gibi robotik ve tekdüze değil, sanki bir insan konuşuyor.
“Marla? Sen misin?”
Aynı anda ortamın rengi değişiyor, loş ışık yerini güçlü, beyaz bir aydınlığa bıraktığı için ellerimi gözlerime siper ediyorum. Koltuktan kalkmak istesem de başaramıyorum, Jüpiter’in kütleçekimi sanki ayağımı zemine yapıştırıyor ve Marla’ya ait olmayan gerçek bir ses konuşmasını sürdürüyor:
“Seni izliyoruz. Tabloya bakmanı istiyorum.”
Gözlerim tabloda, orada, karanlık zeminde hareket eden bazı harfler görüyorum. Ayaklarım yere çakılmışken kafam ve kollarım koltuğa doğru çekiliyor. Alfa birkaç saniye sonra önümde duruyor, şakaklarıma çember şeklinde hafıza implantları yerleştirirken yerimden kıpırdayamıyorum.
“Seni izliyoruz. Tabloya odaklan lütfen.”
Orada harfler seçilir hale geldiğinde şu kelimeleri okuyorum: Venüs, Merkür, Mars, Dünya Kayalık Gezegenler Uzay Birliği – Jüpiter Görevi Deneme Simülasyonu.
“Sana bir şey çağrıştırıyor mu?”
“Hayır. Marla nerede?”
“Simülasyona girdiğin günü hatırlıyor musun?”
“Ne simülasyonu?”
“Venüs’ün hangi şehrinde doğdun?”
“Ne saçmalıyorsunuz? Hey! Cevap verin!”
Sessizlik saniyeler sürüyor, bir yanıt alamasam da iki yabancı kadının arasındaki diyalog çok derinden kulağıma kadar ulaşıyor:
“Ağır bir nevroz. Bir an sayıklaması hiç bitmeyecek sandım. Hele çektiği o nutuk? Yasaklanmış kişisel görüşlermiş, tam bir fiyasko.”
“Evet. Bir süredir bugünün sinyalini veriyordu. Analog saat sanrısına ne demeli? Zavallıcık. Son bir şans verelim, nasıl da titriyor.”
“Hatırlayacağını sanmıyorum.”
“Öyle de… Görev için kimseyi bulamayacağımızdan korkmaya başladım. Şimdiye kadar kırk üç kişi elendi. Yıl 2341, Jüpiter’e insanlı bir araç göndermek bu kadar zor olmamalı.”
“Farkındayım. Soruyorum o halde.”
Derinden gelen ve zar zor duyduğum bu konuşmalardan sonra aynı ses tekrar bana yöneliyor:
“Seni izliyoruz. Ekrandaki isimleri takip et. Eğer biri tanıdık gelirse dur diye seslen.”
Gözüm yine tabloda. İsimler birkaç saniye görünüp kayboluyor: Olgun Mert, Adnan Gök, Can Ova, Emre Taş, Ferda Ay, Anıl Türk, Murat Toy, Olgun Mert…
“Anımsıyor musun?”
Anımsamak istiyorum ama başaramıyorum. Titreme şiddetim artarken vücudumu ter basıyor. “Adım ne benim?”
Yanıt yok! Derinden gelen seslerin benle ilgili bazı kararlar verdiğini işitiyorum:
“Aday elendi. Dayanma süresi dört hafta üç gün.”
“Zavallıcık. Önceki mesleği neymiş?”
“Bir ressam.”
“İlginç. Bu arada, neden hepsi Dünya’dan söz ediyor? Düşünsene, neredeyse terk edilmiş bir gezegen.”
“Emin değilim. Türümüze ait bilinçdışının genetik aktarımı olabilir.”
“Rüyalarımızın sürekli çocukluk mekanlarımızda geçmesi gibi.”
“Ah, evet.”
“Böyle giderse Jüpiter’e Venüs’ten birini gönderemeyeceğiz.”
“Bir yolunu bulacağız. Ekibe söyle onu stüdyodan çıkarsınlar. Son dört haftayı unutana kadar hafızasını temizleyin.”
“Zavallıcık.”
Sesler belirsizleşiyor. Beynimin karıncalandığını hissederken bulunduğum ortama yabancılaşıyorum, neredeyim ve neden sürekli konuşuyorum? Bir kapı açılıyor, gözlerim kararmak üzere, iri yarı iki adam kollarıma girip beni kaldırıyorlar. Gördüğüm son şey tabloda akıp duran isimlerden biri, Ferda Ay, şimdi hatırlıyorum, bu benim adım.