“İnsanların bağlılığının sadece milletine, dinine, ırkına ya da ekonomik grubuna değil ama tüm insanlığa olacağı devrin yakın olduğunu söyleyenler var. Yani on bin kilometre uzakta farklı cinsiyet, ırk, din ya da politik eğilimde olan birinin çıkarı, bizi komşumuza ya da kardeşimize bir iyilik yapılmış gibi sevindirecek. Eğilim bu yöndedir fakat tehlikeli şekilde yavaştır. Yukarıda söz edilen tutuma ulaşmadan zekâmızın ürünü teknolojik güçler türümüzü yok etmemeli.” Carl Sagan – Kozmik Bağlantı
Ursula için…
Kadın yerinde huzursuzca kımıldandı. Hiç tanımadığı bu insanların arasında, üstelik onlar bu kadar yakınındalarken nefes almakta bile zorlandığını hissediyordu. Fakat bir süre daha orada öylece oturmak ve yarım saatte bir kendisine verilen gliserol kapsüllerini yutmak zorundaydı. Diğerleri de aynı şeyi yapıyorlardı. Suratlarındaki kaygılı ifadelere bakılırsa onların da kendisinin varlığından rahatsızlık duydukları söylenebilirdi. Öyle ya, kim başka bir insanla aynı ortamda bir saatten fazla kalmaya katlanabilirdi? Bu da bir çeşit tecavüzdü işte!
Adı Merma-1 olan kadın, yaklaşık kırk dakikadır son model roketiyle geldiği bu soğuk kalenin en büyük hücresi olan bekleme salonunda huzursuzca oturuyordu. Kendi kentinden buraya gelirken küçük roketinin lombozundan sadece iki kez dışarıya bakmıştı. İlkinde gördüğü şey, arkasında bırakmak zorunda olduğu küçük, güvenli görüntüsünün altında başına geleceklerden habersiz zavallı kenti Unama’ydı. Unama… Bildiği ne varsa orada öğrenmişti Merma-1. Her şeyiyle yalıtılmış, modern ve güvenliydi Unama. ‘Tekillik Devrimi’ni icat edip toplu olarak kabul eden ve bunu tüm Anakıta’ya kabul ettiren onun güzel kentiydi. Güzel Unama’sı… Ve o, Merma-1, bizzat bu büyük devrimin lideriydi. Kısmen kendisine benzeyen klonlarının ilk örneği, Merma’ların ilki, Unama’nın kahramanı! Ne yazık, her şeyi arkasında bırakıp Kiryon Kalesi’ne uçmak zorunda kalmıştı. Yıllardır üzerinde çalıştığı ve nihayet başarılı olduğu makine zekâsıyla insan vücudu sentezi çalışmaları, kıtalararası savaşın etkilerinden koruyamıyordu onu…
Savaşın Anakıta’nın kuzeyindeki Unama’ya iki gün içinde ulaşacağı bildirilmişti Merma-1’e. Ve Tekillik Örgütü lideri olarak acilen kenti terk edip Kiryon Kalesi’ndeki yerini alması gerektiği. Çünkü savaşın sonucu her ne olursa olsun, dünyanın Merma-1’e ihtiyacı olacaktı. Bunu kimse yadsıyamazdı. Hayatı boyunca dünyanın geleceği için çalışmış olan Merma-1, şimdi de yine dünyanın kendisine olan ihtiyacı için dairesini, çalışmalarını, koskoca devrimini öylece bırakıp savaştan kaçmak, kendisini açlık, delilik ve vebanın kol gezdiği bu kriz atlatılıncaya kadar Kiryon Kalesi’nin güvenilir nitrojen tabutlarında dondurmak zorundaydı. Her şey modern, zeki ve yüzde yüz sağlıklı insanlarla hayal ettiği dünyasının geleceği içindi ne de olsa. Sıvı nitrojenle dolu soğuk bir tabutta bu ülkü için yıllarca uyumayı göze alıyordu Merma-1. O bir kahraman değil miydi? Roketinin lombozundan dolu gözlerle kentini seyrederken bir yandan da kendisiyle ve kahramanlığıyla böyle gurur duymuştu işte.
Merma-1, Kiryon Kalesi’ne yaklaşırken bir kez daha bakmıştı dışarıya. Fakat bu kez gördüğü şey, gri bir toz bulutunun altında belli belirsiz görünen taş ve metal yığınları arasında çılgınca koşuşturan insanlar olmuştu. Bu bölge Anakıta’nın güneyindeki fakir, proleterler bölgesiydi. Merma-1, içinde hafif bir acıma hissi duydu bu insanlar için. Fakat bu çok kısa bir andı; hemen ortadan kayboldu ve Merma-1’in bakışlarını sertçe rotasına çevirdi. Ne de olsa bu bölgenin insanları Tekillik Devrimi’ne hiçbir vakit inanmamışlardı. Üstelik inançları olsa da paraları yoktu. Merma-1 ve şirketi bu zavallıların daha fazla para kazanabilmeleri için iş imkânları sağlama vaatlerinde bile bulunmuşlardı. Karşılığında istedikleri tek şey devrime katılmalarıydı. Fakat bu geri kafalı asiler hiçbir uzlaşma göstermemiş, üstüne üstlük düşman diyar Ötekıta için, o ilkel kıtaya yardım için ayaklanmışlardı. Neyse ki hükümet yıllar önce bu asilerin her birinin genetik kodlarını etiketlemiş, devrime katılmasalar da hiç değilse üremelerini engelleyebilmişti. Böylelikle asi olanlar çoğalamayacaklardı; soyları en çok elli yıl sonra kendiliğinden tükenecekti. Çünkü çocuk doğurma yasağı, Tekillik Devrimi’nin ilk ve en önemli kuralıydı. Devrim karşıtı bu insanlarınsa eski dünya düzeni, insani değerlere saygı gibi saçmalıklarla dolu zihinleri vardı. Şimdi insani değerleri onları savaştan kurtaramıyordu işte. “Bakın Ötekıtalı kardeşleriniz size neler yapıyor?” diye düşündü Merma-1 Kiryon Kalesi’nin devasa garajına inmek için hazırlanırken; “siz bunu iliklerinize kadar hak ettiniz.”
Şimdi Kiryon Kalesi’nin dev bir buzdolabını andıran bekleme odasında, yarı çıplak halde ve yanındaki on kişiyle beraber, Kiryon konuklarının korkulu rüyası olan Kristal Hastalığı’na yakalanmaması için verilen ikinci gliserol kapsülünü almaya hazırlanıyordu Merma-1. Odanın duvarları daha önce dondurulmuş ve uyanmış olan ünlü kişilerin holografik tablolarıyla doluydu. Hükümet görevlileri, bilim insanları, şarkıcılar, yazarlar… Bu tablolar, duvarlardaki soğutucu klimaları estetik biçimde örtüyorlardı. Siyah beyaz, karo taşlarına benzeyen döşemelerin orasına burasına yerleştirilmiş soğutucularsa yine aynı ustalıkla gizlenmiş, küçük mozaikler şekline getirilmişti. Binayı tasarlayan mimarın zekâsına kıskançlıkla karışık bir hayranlık duydu Merma-1.
Oturdukları rahat koltukların her yanı vücutlarında serinletici bir masaj etkisi yaratan hava delikleriyle doluydu. Öyle ki Merma-1 arada bir bekletilmenin sancısını unutup vücudu dondurulmaya hazırlayan bu ön işlemlerin verdiği rahatlıktan tuhaf bir hoşnutluk duyuyordu. Neredeyse tüm hücrelerinde hissettiği serinlik, insanların arasında bulunmaktan duyduğu huzursuzluğu gidermeye bile yetmişti. Keyifli bir uyuşukluk içinde çevresine bakındı Merma-1. İçinde hükümet görevlileri, birkaç bilim insanı ve üst düzey zenginlerin bulunduğu bu bir grup insanın el kol hareketlerinin, mimiklerinin ve konuşmalarının kendisininkilere ne kadar benzediklerini fark etti. Ve bu farkındalık bir kez daha kendisiyle, kendisinin yarattığı Tekillik Devrimi’nin başarısıyla gurur duymasını sağladı. Devrimin ilk aşaması başarıya ulaşmıştı artık; aynı mekanik hücreler, aynı tip insan davranışlarını yaratmıştı. İkinci ve son aşama ise çok yakında, şu korkunç savaş Anakıta’nın galibiyetiyle sonuçlandıktan hemen sonra gerçekleştirilmeye başlanacaktı: Yüzde yüz zeki, yüzde yüz sağlıklı ve yüzde yüz mekanik organizmalar… “Pek çok ortak noktamız var sizinle,” diye düşünüyordu Merma-1 kıvançla benzerlerine bakarak; “ama bizi savaştan koruyan ortak noktamız zekâmız ve banka hesaplarımız olsa gerek.”
Mema-1 ve diğer on kişi, koltuklarının yan taraflarından uzanan mekanik kolların uzattığı gliserol kapsüllerini aynı anda ağızlarına attılar. Ve birazdan dondurucu bir uykuya dalıp dünyada kalmış iki kıtadan ilkel Ötekıta’nın büyük bir aç gözlülükle kendi güzel kıtaları Anakıta’ya açtığı gıda savaşının keşmekeşinden uzaklaşacaklarının bilinciyle huzurla içlerini çektiler. Hepsi aynı anda yaptılar bunu; hepsi aynı mekanik hareketlerle. Ne de olsa Anakıta savaşı kazanacak, bugün onlara savaş açan ilkel insanlar, barış döneminde Anakıta’nın tekillik ordusuna katılacaklardı. Birkaç saat sonra dondurulacak olan on bir kişinin hepsi de beyinlerinde taşıdıkları nanobot sinir hücreleriyle bu hayali kuruyorlardı…
Saatlerdir sese duyarlı bilgisayarına bakmakta olduğunu fark etti. Başında ve çenesindeki korkunç ağrıların sebebi bu olmalıydı. Fakat şimdi bırakamazdı. Kendisine söz vermişti; savaş kapısından içeriye girinceye dek yazmaya devam edecekti. Hükümetin yorulmak bilmeden kendisine yolladığı tebligat raporlarına inat, son kitabının devamını yazacaktı işte. Artık ondan alabilecekleri ne vardı ki?
Dünyanın iki kıtasında da yok satan Karınca İstilası isimli kitabın yazarı Lin, birkaç saniyelik düşünme molasından sonra tekrar konuşmak ve sesinin ekranda sözcüklere dönüşmesini izlemek üzere bilgisayarına dönmüşken, uzun süredir sessiz sedasız olan kapısının şiddetle yumruklanmasıyla irkildi. Anakıta’nın bu en ücra köşesine Ötekıtalı askerler bile değer verip girmediklerinden kapıdaki aceleci kişinin varlığı Lin’i fazlasıyla meraklandırmıştı. Endişeyle yerinden kalktı. Herhangi bir tehdit durumuna karşı bilgisayarına sesli bir komut vererek yazı dosyasını gizledi ve demode kapısına gidip aynı demode tavırla dışarıdakine kim olduğunu sordu. Fazlasıyla telaşlı bir kadının sesiydi kapıdaki; “Lin! Lin, lütfen bana yardım et,” diye haykırıyordu kadın. “Yalvarırım!”
Lin hiç tereddüt etmeden kapısını açtı. Karşısında duran kadını gördüğünde neredeyse şaşkınlıktan bayılacaktı. Bu, saçları ve vücut kılları olan, yüzünde kırışıklıklarla beraber tuhaf bir ifade taşıyan, eskinin kadınlarına benzeyen biriydi. Fakat onu ilginç kılan asıl şey başkaydı; kadın hamileydi. Bedeninde bir çocuk taşıyordu! Lin, hiç tereddüt etmeden, suç ortaklığını düşünmeksizin kadını içeri aldı. Hükümetin yasaları ve yasaklarını daha önce de görmezden geldiği olmuştu; hem de pek çok kez. Fakat şimdi suça bulaşmak endişesi, kadının anlatacaklarına karşı duyduğu merakın yanında bir okyanustaki su damlası gibi kalıyordu. Hamileydi kadın; bedeninde bir çocuk ve en az onun kadar bilinmez bir hikâye taşıyordu.
Hamile kadın ve Lin yaklaşık iki saattir birbirlerini yıllardır göremeyen iki kız kardeş gibi hiç durmadan konuşuyorlardı. Kadın, Lin’e onun tüm kitaplarını okuduğunu, Lin’in bir tekil olmasına rağmen tekilliğe karşı oluşuyla nasıl gurur duyduğunu ve genetik etiketlemeden nasıl kaçıp hamile kalabildiğini anlattı. Kocasıyla birlikte yıllarca hükümetten ve tekillik örgütünden bir şekilde kaçmış ve bir çocuk sahibi olmayı denemişlerdi. “Yıllardır Lin,” dedi kadın çok acı bir hatırayı anımsarmış gibi kederle, “karıncalar gibi yer altında yaşıyoruz.” Kısa bir iç çekişten sonra devam etti. “Pislik ve sefalet içinde; aç ve yalnız. Başkalarının geri dönüştürücülere attıklarını çalıp tüketerek yaşadık. Karıncalar gibi Lin, anlıyor musun? Bizim olan topraklara zor kullanarak hâkim olmuş, bizi kendi yuvamızda istemeyen, üzerimize ilaçlar püskürten insanların ayakları altında… Ama sonunda hamile kalmayı başardım. Ve sonra…” Kadın ağlamaya başlamıştı. Bunlar gerçek gözyaşlarıydı! Lin, kadını dinlerken, dehşet içinde gözyaşı damlalarının yanaklarda ilerleyişini izliyordu. “Kocam öldü. Onu yakaladıkları yerde öldürdüler! Şimdi onun gibi ben de öleceğim; biliyorum. Bu savaş beni öldürecek. Ama bebeğim Lin, o ölmemeli!”
Lin’in zihni allak bullak olmuştu. Bu kadın için ne yapabilirdi ki? O yalnızca bir yazardı. Hükümetinin de toplumunun da sırt çevirdiği, deli olarak görülen ve yalnızca bu yüzden yazdıkları merakla okunan anarşist bir yazar. Bilimsel gelişmelere ön ayak oldukları için korunma altına alınan ve şirketleşen, şirketleştikleri için de hükümetçe cezalandırılamayan Kurgubilim Yazarlar Örgütü’nün başkanıydı Lin. Tek kuruşuna bile dokunmadığı, kendisince unutulmuş bir serveti ve Anakıta’nın doğusunda, kıtanın en çorak bölgesinde demode bir evi vardı. Şimdi demode evinde kendisinden medet uman, hükümete göre bir seri katilden daha suçlu olan bu kadınla oturmuş onun yardım bekleyen gözlerine bakıyordu. “Kaçınılmazdı bu savaş,” diye düşündü; “insanların tüm kaynaklarını tükettikten sonra öylece yerlerinde oturacaklarını sandılar. Şimdi onlar kendilerinden karşılıksız alınanları geri almaya geldiler…” Lin bir süre hiç konuşmadan duvara baktı. Gözlerinin iliştiği yerde, eski bir alfabeyle yazılmış, bir asır önce yaşamış bir bilimkurgu yazarının, onun çok sevdiği Sagan’ın insanlığın geleceğiyle ilgili ütopik öngörüsü yazılıydı. Lin şimdi bunun ne kadar iyimser ve gerçekleşmesi olanaksız bir gelecek görüntüsü olduğunu düşünüyordu. Gözlerini karşısındaki kadına çevirdi ve onulmaz bir umutsuzlukla “Zavallıcığım,” dedi; “benden ne yapmamı istiyorsun?”
Kadın, Lin’inkine benzer bir umutsuzlukla başını iki yana salladı. “Bilmiyorum Lin,” dedi. “Ben bu çocuğu doğurmak istiyorum. Yaşayabilecek iki kıtamız vardı. Şimdi onlardan biri açlık ve hastalıktan çürümek üzere. Bizimkiyse yakında makine yığınından başka bir şey olmayacak.” Yine sustular. Sonra kadın, beklenmedik bir anda Lin’in ellerine yapıştı. Bu davetsiz dokunuştan ürkmemişti Lin. Yalnızca… Bu sıcaklık, tuhaftı. Sanki yıllarca beklenmiş, sonra geleceğinden umudu kesip unutulmuş bir sevgilinin dokunuşu gibi. “Sen insanlığa inanıyorsun,” dedi kadın. “Tüm kitaplarında söylüyorsun bunu. Zenginler kendilerini robotlara dönüştürüyorlar. Fakirlerse açlıktan ölüyorlar. Söylesene kim kazanacak bu savaşı? Makineler mi? Yoksa hastalık mı? Her iki durumda da insanlık nasıl kurtulacak? Senden başka soru soracak kimsem yok!”
Robotlara dönüşen zenginler! Lin suratına koca bir tokat yemiş gibi sarsıldı. Evet, kendisini bildi bileli insan ırkının devamlılığı adına kelimeleriyle savaş vermişti. İnsanlara ölümsüzlük vaat eden, hücrelerine nanobotlar yerleştirip duran Tekillik Örgütü’ne karşı onlarca yazı yazmıştı. O, tüm dünyayı sarsan kitabı Karınca İstilası da bir yerlerde saklanan ve makineleşmeyen, fakat düşük yaşam kalitesi, savaş ve veba yüzünden karınca görünüşlü mutantlara dönüşen insanların tekilliği devirmesinden bahsetmiyor muydu? Bu kitap yüzünden hükümetten sayısız tehdit almamış mıydı? Evet, o insanlık adına savaşıyordu. Yüzde yüz canlı, değişken duyguları olan, birlikte yaşamaya mecbur olan insanlık için… Fakat eksik olan bir şeyler vardı. Şimdi bu eksikliği görüyordu Lin. Ondan cevaplar bekleyen hamile kadın, tekilliğe karşı duran fakat kendisi de bir tekil olan Lin’in çelişkisini tokat gibi vuruyordu yüzüne. Soğuk, metalik bir şey değil; sıcak, sert ve tonlarca demirden daha ağır bir tokat…
Ses tellerinde nanobotlar vardı Lin’in. Ve beyninin hafıza bölümünde. Ve kanserden korumak istediği vücudunun alyuvarlarıyla akyuvarlarında. Korneası da bir çeşit filtre ile korunuyordu. Şimdi bu sıcacık eller, tek kelime sarf etmeden Lin’e yanlışın nerede olduğunu anlatıyorlardı. Gerçek şuydu ki Lin, varlığını şiddetle savunduğu mutlak insan olgusuna en az Merma-1 denen duygusuz kadın kadar uzaktı! Çaresizlik içinde cevaplar bekleyen mutlak insanın taşıyıcısı ise tam karşısında durmuş, neler düşündüğünü bilmeden onun mekanik perdelerini göremediği gözlerine bakıyordu. Ve Lin ancak şimdi anlıyordu; bu savaşı vermek için sıcacık ellere ve el değmemiş bir kalbe sahip olmak gerekliydi.
“Çocuğunu doğuracaksın,” dedi Lin, bir çeşit transtan uyanmış ve cevapları beraberinde getirmiş bir medyummuş gibi; “savaşın sonucu ne olursa olsun.”
“Bir yığın çocuk,” diyordu Merma-1 tiksintiyle; “bizim kıtamızda dolaşıp duran bir yığın hastalık taşıyıcı piç! Düşünmesi bile delirtiyor beni!” Yaşlı hükümet görevlisi, midesinde Merma-1’le tamamen aynı tiksintiyi duyuyormuşçasına onayladı onu. “Aptalca politikalarıyla kendi kıtalarını yok ettiler. Şimdi de bizim onlara verdiğimiz teknolojiyle bize saldırıyorlar! Üstelik onlara her yıl yeteri kadar gıda ve sağlık yardımı yolladığımız halde. Buna galaksinin her yerinde nankörlük denir!”
Merma-1’e karşı tuhaf bir arzu duyduğu anlaşılan paleontolog, davetsizce söze karıştı. “Aynı zamanda aptallık,” dedi göz ucuyla Merma-1’e bakarak; “onlara tekillik teknolojisini önerdik. Hiç düşünmeden veto ettiler. Şu eski söz ne kadar da doğru; toplumlar kaderlerini kendileri belirlerler… Dünyanın tarihine bir bakın. Bir düzine dünya savaşı! Yeniden yapılan, yeniden adlandırılan, sonra yeniden yıkılan onlarca ülke… Bu aptallar geçmişten ders almasını bilmiyorlar; kendilerinden üstün olana boyun eğecekleri yerde, olmadık bir cahil cesaretiyle bize başkaldırıyorlar!” Adam yapmacık bir kahkaha attı. “Hiç şüphesiz, Anakıta bu savaşı kazanacaktır,” diyerek aynı yapmacıklıkla gülümsedi Merma-1. “Uyandığımızda biz ve bizim gibi olan dostlarımız, her şeye kaldığımız yerden devam edeceğiz. Umalım ki tek kaybımız tekilliği reddeden asiler olsun.”
Bembeyaz bir tulum ve saydam kaskıyla Kiryon görevlisi bekleme salonuna girdiğinde, içeridekiler nihayet nitrojen yataklarına götürüleceklerini düşünüp heyecanlandılar. “Sonunda, uyku zamanı,” dedi Merma-1’in yanında oturan, kıtanın en zengin ve en yaşlı kadını. “Üzgünüm,” diye yanıtladı görevli, kaskının içindeki başını iki yana sallayarak; “henüz değil. Hepinizi bir süreliğine ılık odaya alıp hücresel soğumanızı yavaşlatmak zorundayım.” Merma-1, sanki mekanik sinir hücreleri kısa devre yapmış gibi hemen ayağa fırladı. “Sen ne saçmalıyorsun? Dünyanın parasını verdik size! Vebanın buraya gelmesini mi bekleyeceğiz? Hemen işlemin başlatılmasını emrediyorum!”
Kiryon görevlisi, bu güçlü kadın karşısında çaresiz fakat yine de kararlı görünüyordu. “Üzgünüm efendim. Nitrojen odasını açmamız için bir müşterinin daha soğumaya hazırlanması gerek.” Görevlinin sözlerinden sonra bekleme salonunu son iki saattir dolduran serin ve sessiz hava birdenbire yerini uğursuz bir uğultu ve karmaşaya bıraktı. Öyle ki görevli sesini yükseltmek zorunda kalmıştı. “Başlangıçta şirket de sizin gibi yeni gelen müşteriye karşı çıktı. Çünkü…” Görevli sustu; bir sebepten söyleyeceği şeyi yutmuş gibi görünüyordu. Şimdi on bir kişinin soru soran gözleri, öfke ve merakla Kiryon görevlisinin üzerinde geziniyordu. Bir şey söylemek zorundaydı; etkili, ikna edici bir şey. Kendilerini de ikna eden şeydi söyleyeceği. “Onu beklemek zorundayız. Çünkü bu kişi, hepinizin ödediği toplam ücretin üç katını ödüyor. Kiryon Kalesi buna karşı koyamaz.”
Kiryon görevlisi sözünü bitirdikten sonra sahneye sırası gelen oyuncuyu çağırırmış gibi arkasındaki kapıya döndü. Görevlinin bir el işaretiyle içeriye tıpkı ona benzeyen başka iki görevli ve ikisinin arasında duran bir kadın girdi. İçeridekilerin hepsi şaşkınlık ve korkuyla koltuklarına yığıldılar. Hepsi aynı anda yaptılar bunu; hepsi aynı mekanik hareketlerle… Şimdi içeride, dışarıdaki krizin atlatılmasını bekleyen on üç kişi vardı: Hepsi birbirinin aynı duygulara sahip on bir tekil kişi, etrafına korkulu gözlerle bakan hamile bir kadın ve o odadaki herkesin dünyaya gelişi konusunda farklı endişeler duyduğu bir bebek.
“Lin! Lin! Nerelerdesin?”
Kadın bir yandan bağırıyor, bir yandan da önünden geçtiği çöp yığınları arasında işe yarar bir şeyler olup olmadığını kontrol ediyordu. Çünkü yığınlar arasından tamamen bozulmamış, işe yarar şeylerin çıktığı da oluyordu ve bu küçücük şeyler bile bir kıtayı yeniden inşa etmek adına büyük önem taşıyorlardı.
Kriz sona ereli yalnızca sekiz yıl olmuştu. Bu kısacık zamana rağmen şehirdeki yeniden yapılanma hızı muazzamdı. Galipler yeni evlerinde temiz ve huzurlu bir uyku çekmek adına sekiz yıldır var güçleriyle çalışıyor, bir annenin şefkatiyle toprağı kendisini örten gri yığından kurtarmaya uğraşıyorlardı. Sekiz yılın sonunda, tonlarca metal ve taş yığınından geriye yalnızca bu küçük çöplükler kalmıştı işte! Kuşkusuz bunlar da en çok iki ay içinde ortadan kalkacak ve Anakıta, isminin hakkını vererek geride kalan çocuklarını şefkatli ve şifalı kollarıyla sarmalayacaktı.
Kadın, yığınlar arasında bir şey bulmak umuduyla başı öne eğik yürürken, bir vakitler Kiryon Kalesi’nin koca bir buzdağı gibi dikildiği alana kadar geldiğini fark etmemişti. Yerde, hala şarkı söylemeye uğraşan fakat artık bir cızırtıdan başka ses çıkaramayan holografik şarkıcıyı gördüğünde nerede olduğunu hemen anladı. Kiryon Kalesi’nin soğuk bekleme odasında, yanındakilerin korku ve tiksinti dolu bakışları altında bütün o nitrojen haplarını yutarken hep bu adamın sesini dinlemişti: We can be heroes, just for one day… Tabii bir de kendisinden, daha doğrusu karnındakinden ölesiye korkan on bir kişinin küfürlerini… “Fahişeyi buradan çıkarın! Burada mikrop barındıramazsınız! Hamileyi yok edin!”
Kadın şimdi bütün o öfkeli insanları düşünüyordu. Nitrojen tabutlarında huzurla uyuyorlarken otomatik dondurucu üniteler zamanından önce çözülüp onları uyandırdığında ne yapmışlardı? Kendisi gibi, bina patlamadan evvel dışarıya çıkmayı başarmışlar mıydı? Yoksa dışarıdan daha çok korkup kalede kalmayı mı seçmişlerdi? Kadın da dâhil hiçbiri, bu denli çabuk uyanacaklarını düşünmemişlerdi. Fakat kadının beklemediği bir zamanda uyandığı dünya, Anakıta ve Tekillik Örgütü’nün devrildiği bir dünyaydı.
Kadın gülümsüyordu. Zafer gününü ne zaman aklına getirse işte böyle gülümsüyor ve onun ölümü için çığlık çığlığa dua eden kalabalığı derhal aklından kovmaya çalışıyordu. “Merma-1 ve arkadaşları, şayet yenidünya insanlarının öfkelerinden kurtulabildilerse, bir yerlerde lanet okuyarak ortalığı toparlıyorlardır,” diye düşünüyordu gülümserken. Sonra yeniden, bu kez neşeyle bağırdı: “Lin!”
Az ileride, çöp yığınlarının arasında koşuşturan birini gördü. Bu onun küçük, güzel kızıydı. Kıtanın çoğunluğunu oluşturan insanlar gibi, karınca başına benzer bir kafa ve altı kola sahip olan mutant kızı; kendisinden tamamen farklı olan görüntüsüne karşın, insan olmanın gerektirdiği tüm duygusal genetik şifreleri hücrelerinde taşıyan kızı; her şeye rağmen insan kalan kızı… Ona büyük bir sevgiyle, gururla ve umutla bakıyordu şimdi kadın. “Lin! İşte buradasın!”
Neredeyse sekiz yaşındaki Lin, çöp yığınları arasından mutluluk çığlıkları atarak annesine doğru koştu. “Anne! Bak ne buldum!” dedi elindeki küçük, parlak diski göstererek. Bu bir çeşit sesli kitapçıktı. Kadın, onun nasıl olup da küle dönüşmediğini düşünerek ceplerinden birindeki okuma teybini çıkardı ve diski özenle teybe yerleştirdi. Lin, kocaman meraklı gözlerle teybe bakıyor, altı kolundan en yukarıda olanıyla sıkıca annesinin koluna tutunuyordu. Kıtalararası savaştan canlı olarak kurtulmuş olan tek kitabı taşıyan şanslı disk, teybin içinde dönerken önce cızırtılar duyuldu. Sonra da kadının çok iyi bildiği bir ses yayıldı etrafa. Ve kadının gözlerine yaşlar doldu. Teypten gelen tanıdık ses şöyle diyordu:
“Ben Lin; Karınca İstilası isimli kitabın yarı deli yazarı. Kitabıma asırlar önce dile gelmiş o kadim sözle başlamayı uygun görüyorum: Sular yükseldiğinde, karıncalar balıklara yem olabilir. Sular çekildiğindeyse balıklar karıncalara yem olacaktır. Bir gün sular çekilecek. Bekleyin…”