Dağhan Gök, operatörü olduğu aracı kaldırmak için son kontrolleri yaparken, dışarıdaki görev arkadaşının Dünya’ya kilitlenmiş bakışlarını fark etti, kafasını iki yana salladı. Bu görüntü ardından daima kaçınılmaz bir teklifi getirirdi, hem de reddedilmesi zor bir mazeretle. İçinden, “Yine mi?” diye geçirdi, o gezegene gitmek bugün isteyeceği son şey bile değildi. Ekrana göz attı, yükledikleri Helyum 3’ü Kuşak’taki gezgin enerji modüllerine aktarmak için fazladan dört saate sahiplerdi, nefesini boşaltıp motorlara enerji verdi. İşi böylesine erkenden halletmelerini sağlayan şey işte bu olası teklif, yani araya sıkıştırılması gerekecek kaçak bir yolculuktu tabii. Gözlerini üç yüz bin kilometre ötedeki mavi küreye sabitlemiş adamsa Aras Kara’ydı, enerji mühendisi harekete geçti, Ay’ın izin verdiği ölçüde seri adımlarla ilerledi, içeri girip yan koltuğa yerleşti. Dünya’ya inebileceği hiçbir fırsatı geri tepemezdi çünkü küçük bir kızı vardı.
Başlığı kafasından çıkarır çıkarmaz, “Fazladan dört saat,” dedi, yüzü ter içindeydi.
“Hatırlatırım,” dedi Dağhan. “Bu gazın sevkiyatı bitene kadar, kaçak yolculuğa çıkmayacağımız konusunda anlaşmıştık. Planlarım var. Doğruca Kuşak’a yol alacağız.” Teslimat noktasına giden koordinatları girmek için bekliyordu.
“Dört koca saat heba mı olsun diyorsun?”
“Ah, dört saat tabii. Şu haline bak. Zaman kazanacağım diye herkesle kavga ettin, yüklemede araya kaynamak için deli gibi uğraştın.” Manyetik iticiyi aktifleştirince araç durduğu yerde gürültüyle sarsıldı. “Bak Aras, bu gaz bir servet değerinde, cehennem kadar da tehlikeli.”
“Helyum’a zeval vermeden gidip döneriz,” diyen mühendis tulumunun düğmelerini çözüyordu. “Bu gemi evrendeki en sağlam alaşıma sahip, değil mi?”
“Öyle ama kaçıncı seferin olacak? On beş? Yirmi? Bir şeyin değişeceği de yok.”
“Değişse de değişmese de geminin komutanı benim,” derken yana doğru uzanıp parmaklarını ekran üzerinde gezdirmeye başladı. “Şimdi tüm takip sistemlerini kesip görünmez olalım.”
Diğeri arkadaşının bileğini tutup onu durdurdu. “Ben de geminin operatörü olarak kanunsuz emirlere uymama hakkına sahibim.” Onlara kalkış izni veren, uyarı levhasıyla istikamet gösteren yer görevlisine zamana ihtiyaç duyduklarını işaret etti. Yüklerini alıp havalanan gemiler müthiş ışık patlamalarının ardından gözden kayboluyordu.
Aras sert hareketle kolunu kurtarıp amacına ulaşamadan arkasına yaslandı. “Anlamıyor musun?” derken fısıldıyordu. “Hedefi bulan tek atış her şeyi değiştirecek.”
“İnatçı mısın yoksa hayalperest mi, hâlâ emin değilim,” diyen Dağhan’ın Helyum 3’ü teslim etmek, oradan Kanopus’taki randevusuna yetişmekten başka dileği yoktu, yıllar sonra bir kadınla baş başa yemek yiyecekti. “Ortada hedef olsa neyse. O şempanzeyi ben de senin kadar istiyorum, yani eğer gerçekten varsa. Bir hayaletin peşinde koşturduğun ihtimali hiç mi aklına gelmiyor? Belki başka yollar denemelisin.”
“Hayır,” diyen Aras, yedek bataryaların yanında duran çantasını aldı. “Odisey o gezegende, onun efsane değil gerçek olduğunu biliyorum. Onunla ilgili tüm hikayelere, en zayıf ışığa bile sarılıyorum. Kızımın on üç yaşındayken kalp krizinden ölmesi ihtimali beni delirtiyor çünkü, hepsi bu.” Çantadaki araç gereci kontrol ediyordu, numune poşetine, ağaç tırmanma ayakkabısına, ihtiyaç duyulması halinde hazır tuttuğu yirmi metrelik halata, kancalara göz attı. Sağ elindeki saat Dünya’ya, güney yarımkürede bir noktaya ayarlıydı.
“Beren on dördüne geldiğinde olasılık yüzde üçe inecek. İyi bir diyetle rakamları düşürebilirsin. Mücadeleni hep takdir ettim, durmanı söylemiyorum, Dünya’yı boş ver, farklı bir yol ara.”
“O daha bir buçuk yaşında.”
“İyi ya işte, şu an kusursuz bir canlı.”
Çantasını yere bırakıp ayağa kalkan Aras tulumunu çıkardı, birkaç açma germe hareketi yaptı, su şişesini kafasına boşalttı. Yüzünü kurulayıp tekrar yerine oturduğunda gözleri Dünya’daydı, birkaç saniye geçmişti ki güçlü bir iradeyle çevrelenmiş bakışlarını aniden arkadaşına dikti. “Dinle Dağhan. Yeni bir gelişme var, bir keşif, bana ait, ısrarımın nedeni bu. Beren şimdi kusursuz ama risk her yıl artıyor. Onu kalp krizinden kaybetme olasılığının korkusuyla yaşayamam. Bu korku, şimdiye kadar hissettiğim hiçbir şeye benzemiyor. İster kaybetme korkusu de ister yalnızlık korkusu, o doğduğundan beri, her anımı rehin aldılar, beni titretiyorlar, böylesini hissetmemiştim, yemin ederim.”
“Ama,” diyerek araya giren arkadaşını eliyle susturup konuşmasını sürdürdü: “Çocuğun doğuyor, onu eline aldığın o büyülü an biliyorsun ki on üç yıl sonra her şey bitebilir. Yüzde yirmi yedi. Asırlardır sabit bir oran bu. Buna rağmen inanamıyorsun, yanlış, hatalı bir bilgi gibi geliyor. Ne yapabilirim diye düşünüp sorunun köküne inmeye çalışıyorsun, problem nerede diye sayıklıyorsun. Sıkıntı atalarımızdan miras kalan hastalıklı genlerde deniyor. Sonsuz olasılıkla dizildiği için kusursuzluk formülünü deneme yanılmayla ele geçirmemizin imkânsız olduğu genler.”
“Hayat bazen adil değil.”
“Ona şüphe yok ama hep kâğıt üzerinde düşündük, hesap kitap yaptık. Sistem’de, galakside insan harici canlı yaşamadığına inandığımız için başka türlerden yardım almak kimsenin aklına gelmedi. Gelse bile hor görüldü, delilik dendi. Kibrimiz belki de bu şekilde cezalandırıldı.”
Operatörün omuzları düşmüştü, yer görevlisine kısa gecikmeye dair bir işaret daha gönderirken, “Beni cidden geriyorsun,” dedi. “O hayvanı bulsan bile gen sürüşünde dağlar kadar eksiğimiz var, aylardır sana anlatmaya çalıştığım bu. Sistem’e, tüm galaksiye yayılmayı başarsak da kendi şifrelerimizi çözebildik mi? Hayır. Tüm malzemeyi biliyoruz, formül de hazır ama bir şeyler eksik kalıyor, koca bir gizem. Şempanzeyi bulduk, dokuyu aldık diyelim, sonra?”
“Tek bir hücre örneği istiyorum. Sadece kızıma değil, her bir çocuğa hayat verecek tek bir hücre. Onların yüzde yirmi yedisini kaybetmeyi kabullenmiş bir kitle var. İnanılır gibi değil. Büyük günah içindeler.”
“Acı bir farkındalıkla yaşamayı öğrenmişler diyelim.”
“O zavallı farkındalığı reddediyorum.”
“Aşağıladığın kitle hastalığı yenmek için her yolu denedi.”
“Her yolu değil. Sistem’de, hatta galakside herkes Dünya’ya karşı kör taklidi yaparken, her yolu değil. Yüzyıllar sonra rastlanıldığı söylenen tek canlı Odisey’di, müthiş bir yaygara koparsa da konu şüpheli şekilde, çabucak kapatıldı, anımsıyor musun?”
“Yani?”
“Bu kalp hastalığı ya insan kotası aşılmasın diye, nüfus kontrolü için kasten aşılandıysa? Ya herhangi bir çözüme ulaşamayalım diye bizi Dünya’dan uzak tutmaya çalışıyorlarsa?”
“Saçmalık.”
“Geçen hafta gerçek bir ipucu yakaladım. Bildiğim tek şey Odisey’in bir hücresini istediğim.”
“Oraya indiğinde sana altın tepside sunacağından eminim. Zaten yakıt kotamız yetersiz. Kuşak yönetimi diğerlerine benzemiyor. Bir gramını bile ziyan etsek ömür boyu kızağa çekiliriz. Kanopus gemilerine karşı acımasızlar.”
“Sorun değil,” diyen mühendisin gözleri parlıyordu. “Gemiye binmeden önce o işi hallettim, pahalıya patladı ama Kuşak’a indiğimizde bandrollü yakıtımız fazla bile verecek.”
“Ne inat ne hayalperestlik, sen delirmişsin.”
“Vakit daralıyor,” diyen Aras sağ bileğindeki saate baktı. “Lütfen.”
“O ateş topuna yine ıska bir yolculuk için ısrarcısın demek?” Dağhan gemisiyle yarım saatte yörüngesine girebileceği gezegene alıcı gözle baktı. Yağışsız gök gürültüsünün, şimşeklerin durmak bilmediği yerkürede doğal yangınlar eksik olmadığından, karasal alanın yarısı duman altındaydı.
“Şu eylemlerimle normal görünmediğimi biliyorum, umurumda bile değil. Ne dersen de. Bir ipucu yakaladım, şans yaratacak hiçbir olasılığı eleyemem. Bu illete sekiz yıl önce sen de kurban verdin, unutmuş olamazsın. Güçlü bir ümitle geri dönme şansın olsa, Gökay’ı yaşatabilmek için Odisey’i aramaz mıydın?”
Kafasını eğen operatörün bakışları donuklaştı, “Baş belasısın,” derken gözleri dolmuştu. “Bu kozu oynadığına göre kendinden emin olmalısın. Umut o dumanlı cehennemde mi diyorsun?” Sol eli Dünya’yı gösteriyordu. “Ha, umut orada mı? Peki. Şu son şempanzeyi yakalayalım.”
“Son kaçak yolculuğumuz,” diyen Aras’ın gözleri keskinleşmişti.
Dağhan artık mağlubiyeti kabul ederek sırtını koltuğa bıraktı, ayağının altındaki şarap şişesine uzanıp el çabukluğuyla ağzına dikti.
Aras arkadaşının uzattığı içkiyi görmezden gelip yerinden kalktı, operatör paneline uzandı, “Müsaadenle,” deyip Orta Afrika’da ikinci enlemle on dokuzuncu boylam arasındaki ormanın, Lui Kotale’de bir noktanın koordinatını girdi.
Dağhan seri şekilde birkaç kez soludu, göğsü şişip indi, yer görevlisine hazır olduklarının işaretini verip havalanırken, “Tüm bunlara senin için değil, Beren’in minik, sevimli burnu için katlanıyorum,” dedi.
“Minnettarım,” deyip tekrar koltuğuna yerleşen mühendisin dudağının kenarına bir tebessüm yerleşti. Yola çıktıktan otuz sekiz dakika sonra Dünya’nın yörüngesindeydiler. Yedi yüz yıl önce yaşanmaz hale getirdikleri gezegen, buna neden olan tüm savaş artıklarını hâlâ üzerinde barındırsa da yavaş yavaş kendini toparlıyordu. Yarım saat boyunca yakaladığı ipucundan, planından bahsetti, genellikle tartıştılar.
“Uydu kameralarında gizemli işaretler yakaladın demek,” dedi Dağhan. “Birkaç sıradan benzerliği hedefine yönelik yorumlamış olamaz mısın?” Gemiyi sık ağaçların seyreldiği Kongo Nehri’nin kenarına indirmişti. Dışarı çıkmadan önce giysisini kontrol edip başlığı kafasına geçirdi.
“Hayır. Hepsi bir zekâ ürünü. İşaretlerin başka açıklaması olamaz.”
“İşaretler,” diye tekrarladı diğeri.
“Onu fark etmemizi isteyen bir zekâ var.” Aras arkadaşıyla konuşabilmek için kafasına iletişim kepi geçirmek zorunda kalmıştı. Çantasını sırtına taktı. Dünya’ya ayak bastığında ne uzay giysisi giyer ne de koruyucu ekipman taşırdı, sadece ağzına radyasyon kalkanı bir hap atardı.
“Hangi zekâ? Dünya’da bir insan dahi yaşamıyor.”
“İnsan olduğunu kim söyledi,” diyen Aras, gemiden aşağı, sık çalılığın üzerine atladı, ikindi güneşi ağaçların yapraklarında, nehirde parlıyordu, insan yapımı olmayan, fotosentez ürünü oksijeni ciğerlerine doldurdu, içinde hafif is kokusu bulunan havayı yine de lezzetli buluyordu.
“İnsan değilse ne?” Dağhan da arkadaşının ardından dikkatle atladı. Aras’ın ipucu olarak sunduğu fotoğrafları inceliyordu. “Ha, sakın bana Odisey deme, sana olan saygımı yerle bir edersin.”
Mühendis ona cevap yetiştirmeyi değil sabırla devam etmeyi tercih edip arkasına döndü. “İstersen gemide bekle.”
“Bu ateş gezegenine aracın içinde beklemek için inmedim.”
“Yürü öyleyse.”
“Yürüyorum,” diyen Dağhan, omuzuna kadar ulaşan dikenli otlardan, sarmaşıklardan kurtulmaya çalışırken etrafı inceliyordu. Genelde şehirlere iner, tüm o yıkımın, döküntülerin arasında etrafı tararlardı. Şimdiyse derin sessizlik içindeki bir ormandaydılar.
Aras saatini kontrol etti, 18.53’tü. Dokuz dakika sonra hedeflediği noktada, bir ağacın tepesinde, silindir şeklinde ve ucunda sarı küre olan iki metrelik bir kaide görürse eğer Odisey’e de ulaşacağına inanıyordu. Bilgisayarında navigasyonu açtı, kuzeybatı yönünde iki yüz metre yürümeliydi.
Son iki haftanın uydu fotoğraflarına tekrar göz gezdirdi, görüntüler batıdan doğuya uzanan Bumba, Lisala, Binga isimli, asırlar boyu terk edilmiş bölgelerin sınırlarına aitti. Hepsi ikinci enlemde bulunsa da boylamları yirmi iki, yirmi bir, yirmi şeklinde sıralanıyordu. Tüm koordinatların dakika ve saniye değerleriyse sıfırdı. Aras’ın üzerine günlerce kafa yorduğu bir diğer ipucuysa karelerde yer alan nesneydi. Sıfır noktalarındaki yüksek ağaçların tepelerinde, işte yine görmeyi umduğu o kaide duruyordu. Yerel saatse her karede 19.02’ydi.
İşaretleri yalnız kalmış bir canlının, yüzde doksan dokuzluk DNA benzerliğiyle insanın yakın akrabası sayılan bir şempanzenin yardım çığlıkları şeklinde yorumladı. Ona Odisey diyordu. Yüzyıllar önce Antarktika diye bir kıta varken, güney yarımkürenin sembolik sıfır noktasını gösteren kaide de Odisey’e aitti. “Bir şempanze görüldü” dedikodularının yayılmasına yol açan o meşhur fotoğrafta, bir buz kütlesi içindeki silindiri omuzlarken görüntülenmişti.
Aras, işaret örüntüsünün devam edeceğinden emin olarak ikinci enlemle on dokuzuncu boylamın sıfır noktasına doğru ilerliyordu, hedef, çapı iki, yüksekliğiyse en az otuz metre olan bir ağaçtı. Dibine varınca durdu, sırt çantasını açtı, tırmanma aparatını ayağına geçirdi.
“Geldik mi?” diye sordu Dağhan.
“Evet.”
“Şempanze falan göremiyorum.”
“Biraz tırmanmam gerekecek, burada bekle,” diyen Aras saate baktı, 18.58’di.
Kendisinin de şaşırdığı çeviklikte tırmanmayı sürdürürken, bir süre sonra gözleri silindirin metalik gri gövdesini seçti, onun ötesinde gökyüzü de artık görüşündeydi. Bu görüntüler kas hareketini hızlandırdı. 19.01’de ağacın tepesine varmıştı, kaidenin sarı küresi karşısında duruyordu, ona dokunmak için elini uzatırken kalbi yerinden fırlayacaktı.
19.02’de önce bir ıslık, ardından homurtu duydu, kafasını sesin geldiği yöne çevirince, kıpırdayan dallar arasında onu gördü. Odisey bir sıçrayışta Aras’ın önünde belirmişti, göz göze geldiği hayvanın yüzünde bir ifade okuyamıyordu. Aşağısı yapraklardan görünmese de otuz metre yüksekteydi, bir gerginlikte ona karşı şansı bulunmadığını kavrayıp ürperdi.
Telsizinin vericisini kapatıp, “Odisey,” dedi.
Şempanze, ağacın diğer tarafındaki dala sıçrayıp yüzünü mühendise çevirdi, kıpırdamıyor, iki ayağının üzerinde insan gibi dik duruyordu.
“Geliyorum,” deyip yavaş adımlarla, dallara tutunarak ilerledi. Yeni arkadaşının yanına ulaştığında gördükleri nefesini kesti, ağaç kabuğunun soyulduğu bölgeye bazı şekiller çizilmişti.
“Sen mi yaptın?”
Odisey kafasını sallayıp ıslık çaldı. Kopardığı bir dalla oraya nefes nefese yeni şekiller çizdi, gizemli bir alfabeye benziyordu.
Dağhan, “Her şey yolunda mı?” diye sorunca vericiyi açtı, “Evet,” diye cevaplayıp hemen kapadı. Hayatının en inanılmaz manzarasına bakıyor olsa da şekilleri, yazıları yorumlayamadı, cebinden bilgisayarını çıkarıp fotoğraflarını çekti.
“Anlamları ne?”
Odisey elleriyle halka oluşturdu, manevra yapan bir uçak gibi sağa sola eğildi, homurdanıp koluyla solunu gösterdi, orada gezegene iniş yaptıkları araç duruyordu.
“Gemi mi?”
Şempanze başını sallarken dudağından ıslıklar döküldü, kolunu yukarı uzattı, iki eliyle gövdesini gösteriyordu.
“Benimle mi gelmek istiyorsun?”
Odisey homurdanarak kafasını salladı.
Yavaşça yanına gitti, hayvan gözlerini bir an olsun ondan ayırmıyordu. Karşısında durdu, elini yanağına uzatıp, “Odisey,” dedi. “Bu senin için iyi olmaz.” Şempanze sırıtarak karşılık verdi. “Burada kal.” Yeni arkadaşı da onun yanağına dokundu. “Yine de bana yardım edebilirsin. On dokuzuncu kromozomuna ihtiyacım var, kızım için.”
Çantasından numune poşetini aldı, kafasını okşadığı şempanzenin birkaç saçı avuçlarına dökülünce bunları içine koydu. “Odisey,” dedi.
Şempanzeyse ne hareket ne de ses tepkisi veriyor, sadece bakıyordu.
Sağ bileğinden çıkardığı saati ona uzatırken, “Teşekkür ederim,” dedi. Odisey ıslık sesiyle saati aldı.
İşi bitmişti. Telsizinin vericisini açıp, “Orada mısın?” dedi.
“Evet, durum ne?” diye sordu Dağhan. “19.06 oldu, bizimki gelmedi mi?”
“Şempanze falan yok,” dedi Aras. “Haklıydın. En iyisi bu gezegeni unutmak.”
Ağaçtan hızla inerken Odisey’in gözleri hâlâ üzerindeydi. Onlar yüzyıllardır galaksideki olası yabancılara ulaşmak için çabalarken, dünyadaki bir şempanze bunu yalnız başına başarmıştı.