(08.01.2015, Ağrı)
Ağrı Dağı, yılın dört mevsimi erimeyen karla kaplıydı ve dağda her zaman hava buz gibiydi. Aslında adını taşıyan vilayet olan Ağrı’dan çok büyük bir kısmı Iğdır vilayeti içerisinde yer almaktaydı. Askerliğini bir komando olarak yapmakta olan asker soğuğa alışmıştı. Aslında sıcak bir memleketten geliyordu. Akdeniz ikliminden sonra zorlandığını kabul ediyordu, ama bir ayı geçmişti ve hala dağdan yakın zamanda inecek gibi değillerdi. Birlikler dağın iki ayrı zirvesine konumlandırılmışlardı. Askerin bulunduğu zirve dağın en yüksek noktası da olan Atatürk zirvesiydi, diğeri de İnönü zirvesi olarak geçiyordu.
Zamanında Marco Polo’nun bile bu dağa çıkılamaz dediği, Nuh’un gemisinin burada yolculuğunu tamamladığı yönünde efsanelerin olduğu bir yerde bulunmak insanda değişik bir zafer duygusu uyandırıyordu. Dağın doruğunda bir örtü buzulu da vardı, bu yüzden kaymadan dikkatli bir şekilde yürümeleri gerekiyordu. Yirmi kişilik bir birliğin içinde yer alıyordu ve bu operasyon için hepsi özel olarak eğitilmişti.
Son yirmi yıldır artan hızlarla özel insanlarla ilgili haberler çıkmaya başladığında ülkeler de bu duruma çözüm arayışlarında bulunmak istemişlerdi. Ama çoğu ülke özel insanları kendilerine bir tehdit olarak görmekteydi. Bu da özel insanların hali hazırda mevcut olan terörist grupların ilgi odağı haline gelmesine neden olmuştu. İki yüz kadar özel insanı elinde bulundurduğunu iddia eden bir örgüt, sönmüş bir volkanik dağ olan Ağrı dağını tekrar aktif hale getirebilecekleri yönünde bir ultimatomda bulunmuşlardı. Bu yüzden özel olarak iki ayrı birlik dağın iki zirvesine gönderilmişti ve sıradaki emirleri beklemekteydiler.
Asker de Ararat Operasyonu’na seçilen komandolar arasında bulunmaktan dolayı memnundu. Kendi isteğiyle üniversiteyi bitirdiği gibi askerlik şubesine gitmiş ve komando olarak askerliğini yapmak istediğini belirtmişti. Sürekli spor yaparak bedenine özen gösterirdi ve bu formunu anca askerlik gibi zorlu şartlar gerektiren bir ortamda işe yarar halde tutacağını düşünüyordu. Bu yüzden de Ağrı Dağı’na gidecek birlikte olacağını öğrendiği gün yüzünde karakterini yansıtırcasına hiç gülümseme mimiği oluşmamış olmasına rağmen belki de hayatının en mutlu günüydü.
Disiplini hayatının her anına yaymaya çalışan bir askerdi ve her zaman çevresine dikkat ederdi, bu yüzden de reflekslerinin çok kuvvetli olduğuna inanırdı. İyi bir lidere her zaman saygı duyardı, ama disiplinsizliğe tahammül edemezdi. Bu yüzden öfkesini kontrol etmekte sıkıntı yaşardı. Bir ilişkiyi yürütememesindeki en büyük etken de bu olmuştu. Onun beraber olacağı kişinin olgun bir kişiliğe ve öfkelendiği zaman ondan uzaklaşmayacak bir yüreğe sahip olması gerekiyordu.
Neyse ki burada bu meselelerden uzaktaydı. Başlarındaki komutan iyi bir liderdi. Askerlerinin durumuyla da ilgilenirdi. Onları karanlıkta bırakmazdı ve son durum hakkında sıklıkla bilgilendirmeye özen gösterirdi. Komutan, askerin hala uyumadığını ve gökyüzünü seyre daldığını fark edince yanına gelmişti. Asker, komutanı görünce hemen selam verdi, çevresine karşı duyarlı oluşu ve hızlı refleksleri konusundaki kendinden emin düşüncelerini kanıtlarcasına.
On adet büyük çadır daire şeklinde dizilim yapılarak kurulmuştu. İki tane er nöbet tutuyordu. Komutan arada bir kalkıp etrafı kolaçan ediyordu. Çadırların her birini kontrol ederdi. Bu disiplinli tavrını her zaman sürdürmeye gayret ederdi, bundan dolayı da komutanına saygı duyardı.
Komutan: “Yerinde olsam bir süre gözlerimi silahımdan ayrı tutardım ve dinlenmeye çalışırdım” diye uyardı.
Kuzeydoğudan esen poyraz her zamanki gibi buz gibi esmekteydi. İnsan çok fazla bir yere odaklanarak bakamıyor, çünkü hemen gözleri yaşarıyor, o gözyaşları da yüzde hemen donmaya başlıyordu. Bu yüzden asker komutanıyla konuşurken zorlanıyordu, sürekli yüzü rüzgardan koruma içgüdüsüyle yere eğiliyordu.
“Merak etmeyin, komutanım. Gökyüzünde yıldızları seyretmek bana yeterince terapi oluyor,” diye karşılık verdi asker.
“Bugün hiç kayan yıldız görebildin mi, asker?” diye sordu Komutan. Askerin gökyüzüne olan ilgisini hatırlamıştı. Yıldızlara hayranlıkla bakarken askeri görmüştü kaç defa buraya geldiklerinden beri. Şehir ışıkları altında gökyüzünün muhteşemliğini fark etmek olanaksızdı, ama burada her zaman yukarıda cereyan eden bir mucizenin farkına varabilme imkanı bulunabiliyordu.
“Daha göremedim, komutanım,” diye yanıt verdi asker. Suratında kendinden emin bir ifade vardı. Hayal kırıklığına yer yoktu o gözlerde. Her gece sabahlara kadar gökyüzüne bakması gerekse bile bir gün bu doğa olayına denk geleceğine inancı tamdı.
Komutan: “Umarım başımıza yıldız gibi düşen sen olmazsın, asker,” diye takıldı bu sefer ve askeri seyir keyfiyle baş başa bıraktı.
Asker komutana kayan şeyin aslında bir yıldız olmadığını, meteor parçaları olduğunu anlatmak istemişti. Ama ukalalık gibi görüneceğini bildiği için bu bilgiyi kendine sakladı. O sırada gökyüzünde bir ışığın yavaşça süzüldüğünü gördü. Yüzünde bir gülümseme oluşturmayan bir ışıktı, tanık olduğu şey. İnönü zirvesindeki birlikten acil durumda atılacağı söylenen bir işaret fişeğiydi. Saldırıya uğruyor olmalıydılar. Asker o anda operasyonun tüm planını anlamıştı, neden burada bu soğukta beklediklerini de. Terörist örgütün ortaya çıkması için atılmış yemlerdi bu iki birlik de.
Asker, komutanına şaşkınlıkla baktı. Onlarla dürüst bir şekilde konuşmaya özen gösteren ve disiplinli bir şekilde davranan başlarındaki kişinin aslında bazı şeyleri en başından beri açıklamadığını fark etmişti. Komutan, askerin bakışından düşüncelerini anlamıştı.
“Burada bulunma amacımızı başından beri biliyordun, asker,” dedi üstünkörü bir açıklama yapma ihtiyacı hisseden komutan ve sonra hala uyumakta olan askerleri uyandırmak için yanından ayrıldı.
Herkes silahları hazır bir şekilde sıradaki emirlerini beklerken asker gökyüzüne bir umutla bir kere daha baktı. Ama bu son bakış yüzüne sadece hayal kırıklığının yerleşmesine neden olmuştu.
Hazırda bekletilen askeri araçlara bindirildiler. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki günün doğumuna yaklaştıklarını fark edememişti. Elinde tüfeği birazdan gireceği çatışmaya hazırlanıyordu. Bu soğukta birazdan yalnız başına ölebileceğini düşünmemeye çalışıyordu. Komutanına içten içe çok kızgındı. Ama öfkelenmemesi gerektiğini hatırlatıyordu kendisine sürekli. Düşünceleri bir patlamayla dağıldı ve kendisini araçtan fırlamış olarak buzullaşmış zeminde buldu. Çığlık sesleri kulağını parçalıyordu sanki. Gözlerindeki ani karanlık geçerken ilk gördüğü şey komutanının ölü gözleri olmuştu. Yüzünde pişmanlık dolu bir bakış vardı, ama asker komutanını hiç bir şekilde affedemeyeceğini düşünüyordu en azından o için.
Etrafına bakındı ve yaralı yoldaşlarına korku dolu gözlerle bakmaktan elinden başka bir şey gelmedi. Kulağındaki çınlama dışında iyiydi, yaralanmamıştı. Buna şükretmesi gerekiyordu. Ama nedense daha kötü bir kaderin kendisini beklediğini düşünüyordu. Kötü kader az sonra karşısına elinde bir tabancayla çıkıvermişti.
Giydiği kalın kıyafetten cinsiyeti anlaşılmıyordu. Tabancayı doğru dürüst bile tutamıyordu. Yaşının çok küçük olduğunu tahmin etmek için zeki olmaya gerek yoktu. Asker korkmadan ölümü karşılayacağına söz vermişti, bu sözünden dönmek istemiyordu. Bu yüzden düşmanına korkusuzca baktı.
“Hadisene!” diye bağırdı asker bir süre sonra sabırsızca. Bekleyiş bitmek bilmiyordu. Ölüm bile sırada beklenilen bir hadiseydi anlaşılan. Bir ıslık sesi duyuldu tepelerin birinden. Hangi yönden geldiğini kestirmek güçtü. Kulak çınlaması da bir türlü geçmek bilmiyordu.
Ölecekti. Bu soğukta ömrünün son anlarını geçirmişti. İçinde oluşmaya başlayan bir öfkenin varlığını hissediyordu. Sanki ondan ayrı bir ruha sahipti ve onun bedenini ele geçiriyordu. Ona fısıldıyordu. Daha çok öfkelenmesini söylüyordu. Havanın ya da bastığı toprağın soğuğu artık onu etkilemiyordu. Bedeninde yayılmaya başlayan bir sıcaklık onu her türlü soğuktan korumaya ant içmiş gibiydi. Belki de ölümün soğuğu bile buna dahil edilebilirdi.
Saniyeler geçmek bilmiyordu. Güneş alay edercesine seyir keyfini en iyi çıkartacağı yere doğru yükselmeye başlamıştı bir yandan. O güneşten kaçtıkça bir şekilde onu yakalamanın bir yolunu buluyordu anlaşılan güneş. Etrafın aydınlanmasıyla beraber düşmanını daha net görebilmeye başlamıştı asker. Çığlıklar da dinmişti, tüm yoldaşları son nefeslerini vermiş olmalıydı. Bir tek kendisi kalmıştı. Merak ettiği tek bir şey vardı, o da neden sadece tek bir düşmanın etrafta olduğuydu.
Merakı çok sürmeyecekti askerin. Çünkü düşmanın tabancasından beklenen o ses duyulmuştu. Boynuna isabet ettiğini anlamıştı gözleri zorla kapanmadan önce. Ama işin ilginci hiç kan yoktu. Zihni de karanlığa teslim olmadan önce uyuşturucu silahla vurulduğunu anlamıştı. Öfke ise geldiği gibi bedenini terk etmişti.
Gözlerini açmakta zorlanıyordu. Kulağında hala patlamadan kaynaklı çınlamalar devam ediyordu. Başı da çok kötü ağrıyordu. Göz kapaklarının üstünde bir ağırlık var gibiydi. Ağrıya inat gözlerini aralamaya çalıştı. Yalnızca mumla aydınlatılan bir yerdeydi. Başta bir binanın içinde olduğunu düşündü, ama burası insan yapımı bir yer değildi, bir mağaranın içerisindeydi.
Ayakta zar zor duruyor olması gerekiyordu. Ama zincirle bir direğe bağlanmıştı, yani oturmasına izin verilmemişti. Çınlamaların arasında kendisinden başka birisinin daha nefes alışverişini az da olsa duyabiliyordu. Onun iyice kendisine gelmesini bekliyor olmalıydı.
Gözleri aralanmaya başladığında o kişi elinde bir bardakla yaklaştı ve bardağı esirin dudağına yaklaştırdı. İçindeki suydu, ama yine de esir onu içmekte diretiyordu. Bu tahmin edilebilir bir durumdu.
“İçmen gerekiyor,” diye konuştu. Sesi beklediğinden daha genç birine ait çıkmıştı. Üstüne üstlük bir kızdı. İyice gözlerini açarak ona su içirmeye çalışan kişiye bakmaya çalıştı. Duruşundan ve tavırlarından kim olduğunu anlamıştı. Bu patlamadan sonra onu uyuşturucu tabancasıyla vuran terörist olmalıydı.
Burada Ağrı Dağı’nın iki ayrı zirvesinde üslerini kuran komando birliklerinden birinde yer alıyordu asker. Onlar Atatürk Zirvesi’ndeyken İnönü Zirvesi’ndekilerden yardım çağrısı almışlardı, ama daha oraya varamadan bir patlama sonucu kendisi hariç tüm askerler öldürülmüştü. En son hatırladığı güneşin yeni doğmak üzere olduğuydu ve anlaşılan genç bir kız olan bu terörist tarafından vurulmasıydı.
“Lütfen güçlü olmak için sana uzatılan elin kıymetini bilmelisin,” dedi kız bu sefer ve bardağı iyice askerin dudaklarına bastırdı. Askerin diline suyun bir damlası değmesiyle beraber susuz kaldığını fark etmişti ve bardaktaki tüm suyu bitirmişti. Yüreğindeki ateşi söndürmeye yetmemişti, ama su ona o an için iyi gelmişti.
Kız bir kaç adım kenara çekildiğinde mağaraya başka birisi daha girmişti. Dağın içerisinde yer alan mağaralara üs kurmuş olmalılardı. Kim bilir ne kadar derindeydiler, asker bunun hesabını yapabilecek kadar kendine geldiğini düşünmüyordu. O yüzden gelen kişiye odaklanmayı tercih etti. Artık daha iyi görebiliyordu. Gözleri mum ışığına alışmıştı.
“Yine merhamet gösteriyorsun, Zehra,” dedi içeri giren kişi. Sesi kız kadar kibar değildi. Kendinden emin bir şekilde esir askerin etrafında dolandı. Karizmatik bir duruşu vardı. Lider bir kimliğe sahipti. Asker kiminle karşı karşıya olduğunu anlamıştı.
“Hain… Katil… Sensin…” diye konuştu asker. Ama kelimeler boğazında düğümleniyordu.
“Öcü demek istedin sanırım,” dedi adam. “Ama hayır, burada sizin bana taktığınız saçma kod adlarıyla bulunmuyorum. Gerçek adımı çok iyi biliyorsun. Ben kendi halkına özgürlüğü getireceğine söz veren Yüzbaşı Halil.”
Asker adamın dediklerine gülmüştü. Başının daha çok ağrıyacağını bile bile gülmeye devam etti. “Sana da mı aynı sözü verdi?” diye sordu ona su veren kıza.
“Halil benim ağabeyimdir, onun sözü benim sözümdür,” diye karşılık verdi ismi Zehra olan kız.
“Ağabeyinle gurur duyuyor olmalısın. Belki de o videoları çeken kişi bizzat sensindir. Küçük kızlara tecavüz ettiği, yaşlılara işkence ettiği…”
Sözlerini bitiremedi, çünkü Zehra askere sert bir tokat atmıştı: “O videoların uydurma olduğunu anlamamışsan kendi şanlı orduna çok güveniyor olmalısın.”
“Zehra, adamı rahat bırak. Üzerine çok gitmeye gerek yok. Sen biraz dinlenmeye git. Ben asker dostumla bir yalnız konuşayım.”
“Ben senin arkadaşın değilim,” dedi asker ve ardından yere tükürdü. Bu eylemi pek ciddiye alınmamıştı. Esirlerinin yaptığını kale almayan kız, ağabeyinin sözlerini ikilettirmeyen bir sadıklıkla mağaradan çıktı. Öfkeli gözleri oradan ayrılana kadar askerin üzerindeydi.
“Kız kardeşimi yanlış anlamamışsındır umarım,” dedi adam kız gittikten sonra. Askerin fotoğraflarda gördüğü gibiydi adam, kıyafetleri bile aynıydı. İlk ortaya çıktığında pek fazla ciddiye alınmamıştı. Asker kaçağı olarak aranıyordu. Ama sonra bölgesel diğer örgütlerle irtibara geçerek onlarla beraber iş birliği yapmaya başladı ve bazı örgütleri birleştirerek kendi örgütünü kurdu. Artık o bölgede tek güç haline gelmeye başlamıştı, ordu tarafından saklandığı yerler bombalanıyor, adamları yakalanıyordu ama o her seferinde kaçmayı başarıyordu. Özel insanları da ilk defa örgütüne kabul edeceğini açıklayan ve bu konuda açık çağrı yapan ilk örgüt lideri de o olmuştu. Herkese özgürlük getireceğini bildiriyordu. O bölgenin insanlarının kendilerine ait özerk bir yönetimlerinin olması gerektiğine inanıyordu. Yıllardan beri o bölgelerde zaten çözüm bulunamamış bir sorunu daha büyük bir yangına dönüştürmüştü.
“Kendisi biraz hassas, özellikle bana karşı,” diye kız kardeşinden bahsetmeye devam etti terörist lideri. “Aslında yapmaya çalıştığım şey onunla da alakalı.”
Kız kardeşinden bahsederken yüzünde samimi bir gülümseyiş beliriyordu. Aslında otuzlu yaşlarının başında sayılırdı. Yüzünde erken başlamış kırışıklar yaşını fazla belli etmemesine neden oluyordu. Saçını kısa tutmaya özen gösteriyor olmalıydı. Her gün tıraş olan bir hali vardı. Askerlikten kalma bir alışkanlık gibi duruyordu.
“Egonu çok şişirmişsin, dostum,” diye konuştu asker. Adamın konuşmasına müsaade etmeyecekti. “Elinde iki yüz adet özel insanın olduğunu belirten bir bildiriyi internet aracılığıyla tüm dünyaya yaymasaydın bu kadar ciddiye alınmayan, sıradan bir maşaydın. Kendini Hasan Sabbah gibi gördüğüne eminim, ama kimseye bir şey getireceğin yok, özgürlük hele o kapı çoktan kapandı sana.”
“O konuda yalan söylediğimi düşünüyorsun anlaşılan,” dedi sinsi bir gülümsemeyle adam. Ardından: “Belki iki sıfır fazladan söylemiş olabilirim,” diye itiraf etti.
“Sen ve kız kardeşin özel insanlardan mısınız?” diye tahminde bulundu asker hemen.
“Ben mi? Hayır, ama kız kardeşim özeldir. Zehra bir duygu yönlendiricisidir. İnsanları değişik duygularını artırıcı ya da azaltıcı yönde etkileyebiliyor. Onun sayesinde bu bölgede aktif eylemleri olan örgütleri bir araya getirip beni dinlemelerini sağlayabildim.”
Zehra’nın ona nasıl su içirdiğini anımsamıştı. Öfkesinin azaldığını ve güven duygusunun geçici olarak artmaya başladığını hissetmişti. Bu sayede de suyu içmeyi kabul etmişti.
“Elinde başka kimi bulunduruyorsun?” diye sordu asker. Adam pek sır kübü birisi değildi anlaşılan. Burada sorgulanan kendisi olması gerekirken onun yerine terörist lideri sorularına yanıt veren taraf olmuştu.
“Patlama anı hakkında ne hatırlıyorsun, asker dostum?” diye birden sorusuna soruyla yanıt verdi adam. Bu beklenmedik soru karşısında afallayan asker adamın ne demek istediğini anlamamıştı. Aniden yolda ilerlerken bir patlama olmuştu ve komutanı dahil tüm arkadaşları patlamanın etkisiyle hayatlarını kaybetmişlerdi. Bir tek şanslı olan oydu, sonrasındaysa Zehra tarafından vurulmuştu.
“Neden sadece sen kurtuldun, asker?” diye zorladı adam. “Kabul etmek neden bu kadar zor?”
Askerin bakışından sorusunun yanıtını anladığını fark eden adam daha fazla zorlamak istemedi ve askeri bir süre tek başına bıraktı.
Mum ışığı ona yıldızları hatırlatıyordu. Gece boyu onları izlemek onun tek eğlencesi olmuştu soğuk ve yalnız geçen bu günlerinde. Mağara duvarlarında mumun yaptığı gölge oyunları askerin ilgisini çekmişti. Yıldızlar kadar cezbettiği söylenemezdi. Şimdi tüm o evrenin her tarafına yayılmış olan yıldızlar onun için düşmüştü ve her biri toprağın altına sığınmıştı. Toprağın altından minik perileri andıran ışık küreleri çıkıyor ve mumun ardında kalan duvarlara saplanıp kalıyordu. Her bir saplanan yıldız ölen asker arkadaşlarının yüzüne dönüşüyordu. Onlar birer yemdi, tüm operasyonun amacını fark etmişti ama geç kalmıştı. Tek istediği dürüst ve disiplinli bir komutanın altında savaşmaktı, ama komutanı tarafından kandırılmıştı. Yüzbaşı Halil’in örgütünü sığındıkları toprağın altındaki mağaralardan çıkartmak için hepsi kendilerini feda etmeye hazır bir avuç askerdi. O bahsi geçen özel insanların gerçek olup olmadığını öğrenmeleri gerekiyordu, tehdit gerçek miydi emin olamıyordu kimse.
Öfkesini hissediyordu, onun derinlerde bir yerde tüm vücudunu ele geçirmek istediğini biliyordu. Onu durdurmak istedi, onunla etrafındakiler arasındaki tek duvar kendi iradesiydi. Öfkesini zincirlemesi gerekiyordu.
“Sen de fark ettin, değil mi? O güç senin içinde yaşıyor, aynı bende olduğu gibi,” dedi Zehra. Üstündeki kalın kıyafetleri çıkartmıştı, daha açık ve sade bir giysi giymişti. Asker, Zehra’nın aslında oldukça alımlı bir bedene ve tutkulu bir karaktere sahip olduğunu daha iyi fark edebilmişti bu sefer. Saçının neredeyse beline gelen uzunluğu dikkat çekiciydi. Koyu kestane rengi saçı hiç boya görmemişti. Doğal bir güzelliği vardı.
“İkimiz aynıyız, düşen yıldızım, Sen ve ben, ruhlarımız aynı sudan içtiler,” diye konuşmasına devam etti kız. O konuştukça mum ışığının yapmış olduğu yanılsamalar da kayboluyordu, hayal ettiği yıldızlar toprağın altına düşüyordu.
“Senin özgürlük numaralarına kanmayacağım, cadı,” diye bağırdı asker.
“Bu çok güzel, duygularını açığa çıkartmalısın, sevgilim,” diye karşılık verdi kız. Askerden hiç korkmuyordu, yavaş yavaş adımlarını ona yaklaştırdı ve bir nefeslik mesafeye gelince durdu.
“Bu oynadığın iğrenç oyuna alet edemeyeceksin beni.”
“Bu bir oyun değil,” diye açıkladı kız. “Kendimi hep yalnız zannederdim. Ağabeyim dışında kimsem yoktu. Kimse beni anlayamazdı. Bunun için özel birisi olmak gerekiyor. En sonunda sen karşıma çıktın, sevgilim.”
“Ağabeyini çağır hemen,” diye ısrar etti asker. Kızın ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlayamıyordu. Belli ki yaşadıklarından ötürü akıl sağlığında bozulmalar meydana gelmişti.
“Tutkuyu sen de hissediyorsun, değil mi, düşen yıldızım? Toprağın altında olsan da ben yanındayım,” diye karşılık verdi kız. Kızın gözlerine baktıkça asker demin gördüğü peri ışıklarını andıran küreleri orada da gördüğünü fark etti. Kız tutkudan bahsettikçe yüreğinde bir yerlerde hiç arzu etmediği duyguların ortaya çıktığını hissediyordu. Kıza karşı hiç bir şey hissetmiyordu, ama bedenini kontrol edemiyordu.
İlk öpücüğün ne zaman geldiğini o bile anlamadı, ama ilk öpen taraf o olmuştu. Kızın yıllardan beri hayal ettiği öpücüğü ona sunmak istedi. Alt dudağın kanadığını fark ettiğinde geri çekti yüzünü.
“Zehra,” diye geriden birisinin sesini duydular. Örgüt lideri öfkeli bir şekilde içeri girmişti. “Kardeşimden uzak dur.”
Asker o anda büyünün etkisinden kurtulmuştu. Bu kızın orta çağ zamanlarında insanları efsunlayan cadılardan bir farkı yoktu. Kendisini bir nevi aşk iksiri içmiş gibi hissediyordu.
“Ağabey, özür dilerim,” dedi Zehra. Bakışlarındaki masumiyet ağabeyinin kızmasına engel olmuştu. Ama asker artık peri ışıklarının gücünü biliyordu. Kız ağabeyini de parmağında oynatıyordu.
“Çık buradan,” diye sakince konuştu Halil. Zehra odadan çıktı, ama askere tutkulu bir son bakış atmayı da ihmal etmemişti. Asker, kızın ilk başta ona öfkeli bakışlar attığını hatırlıyordu, bu duygu değişimi belki de kızın sahip olduğu özel gücünün bir yan etkisiydi.
“Sen de hissettin, değil mi? Küçük kız kardeşime istesem de kızamıyorum. Benim üzerinde çok fazla kontrol sahibi olmaya başladı,” diye anlatmaya başladı Halil. “Ne olursa olsun o benim kardeşim, ona karşı hissettiğim tüm duygular sahte olamaz, öyle değil mi?”
“O bir yerlere kapatılmalı, Halil. Herkes için tehlikeli, görmüyor musun?”
“Hayır, ona ihtiyacım var. Amacıma ulaşmam için onun özel gücü benim için çok değerli, anlamıyor musun?”
“Kız kardeşini delirten de bu, görmen gerekiyor, Halil. Bu inandığın değerler için savaşabilirsin, ama bu uğurda kardeşine olanlar gerçekten değer mi, bunu kendine sormalısın.”
Konuştukça kendine daha çabuk gelmeye başlamıştı. Baş ağrısı daha hissedilir bir şekilde geri dönmüştü. Kolları da asılı durmaktan uyuşmuştu, ayakta durmak iyice zor olmuştu, ama bunu belirtmenin ona bir fayda getirmeyeceğine emindi.
“Zehra’nın zincirlerini sen tutabilirsin,” diye birden aklına gelen fikri söyledi Halil. “Örgütümün bir parçası olmak istemiyorsan anlarım, aynı görüşte olmamıza gerek yok. Ama kız kardeşim senin yanında mutlu olacaktır ve başka kişilere de zarar vermeyecektir.”
“Peki ya senin ulaşmaya çalıştığın şey ne olacak, Halil?” diye karşılık verdi bu saçma fikre asker. “Benim ve kız kardeşinin özgürlüğünü elinden alarak mı getireceksin herkese özgürlüğü?”
Onu ikilemde bıraktığını biliyordu. Bu soruyu özellikle seçmişti, Halil’i zorlayacaktı. Belki bu kadar askerin fedakarlığı amacına ulaşır ve buradaki iç savaşı bitirebilirdi bugün burada.
“Beni zincirlemek mi istiyorsun, ağabey?”
Zehra geri dönmüştü, ağabeyine karşı hissettiği hayal kırıklığını anlamak için bir kere kızın gözlerine bakmak yeterliydi. “Senin için yurdumdan oldum, şimdi yetmiyor, beni bir kafese mi atacaksın?”
“Öyle demek istemedim, Zehra. Ağzımdan öylesine çıktı,” diye kendisini açıklamak istedi Halil. Ama kız kardeşini kandırmak kolay değildi.
“Ben öfkelendiğimde ne olur, biliyorsun öyle değil mi, ağabey?” diye tehditvari bir ses tonuyla konuştu: “Herkes öfkelenir.”
Bulundukları mağaranın içini saran peri ışıkları önce Halil’in, sonra da askerin gözlerinin içine doğru girmeye başladı. Her bir ışığın gözlerine girmesi bir flaş efekti etkisi yapıyordu. Adrenalin hormonunun vücudunda arttığını asker hissediyordu. Tüm bedeni titremeye başlamıştı. Sanki güneşin altına koymuşlardı onu.
“Hayır, Zehra,” diye durdurmaya çalıştı Halil, ama gözlerine dolan ışıklar yüzünden hiç bir şey göremez olmuştu.
“Düşen yıldızım, kurtar bizi buradan. Özgür bırak hepimizi,” diye sesini duydu en son kızın asker.
Vücudunu saran yüksek ısıyı uzaklaştırmak istiyordu. Onu daha fazla bedeninde tutamaz olmuştu. Güneşin üzerinde yürüyordu, oradan kendisini atmasına ramak kalmıştı. Artık o güneşin bir parçası olmuştu.
(11.05.2015, Ağrı)
Askerler civar köyleri geziyorlar, yardıma muhtaç olanları tespit ediyorlardı. Ağrı dağını tamamen yok edecek güçte bir patlamanın ardından ortada kocaman bir krater ulaşmış ve dağın etrafındaki tüm şehirler bu katliam gibi felaketten etkilenmişti. Sanki şehirler bir savaş neticesinde bombalanmış bir hale gelmişlerdi. Felaketin ardından ülke seferber olmuştu. Koca dağ yerle bir olmuş, ama kimse bu işin sorumluluğunu üstlenmiyordu. Doğal bir durum değildi, ne deprem ne de volkanik bir olay. Belli ki bir terör eylemiydi olan şey, ama elde sadece teoriler ve spekülasyonlar vardı.
O bölgede son yıllarda güçlenen bir terör örgütü özel insanlardan üyelerinin olduğunu ve aralarında sönmüş bir volkanı bile aktif hale getirecek güçte birisi olduğuyla ilgili bir ultimatomda bulunmuştu. Yüzbaşı Halil olarak bilinen terörist lider de Ağrı Dağı felaketinden sonra hiç bir yerde görülmemişti ve kendi örgütüyle beraber felaketten sağ kurtulamadığı düşünülüyordu. Onun büyük gayretleri sonucunda etrafına toplamayı başardığı bölgesel diğer örgütler de tekrardan bağımsız olarak hareket etmeye başlamışlardı ve tekrardan ülke iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmıştı. Yüzbaşı Halil barış ve özgürlük vaatleriyle bölgede büyük bir güç haline gelmişti ve çoğu örgüt onunla beraber savaşmayı kabul etmişti.
Örgüte bir son vermek için komandolardan oluşturulan özel bir birlik Ağrı Dağı’nda bir operasyona gönderilmişti. Oradan sadece tek bir asker sağ kurtulabilmişti. Artık kendisine Starfell diyen ve gerçek ismini bile kullanmak istemeyen bu asker felaketin ardından köylere su dağıtmakla görevlendirilen birlikteydi. Birliğindeki herkes konuyla ilgili konuşur, bir teori ortaya atardı. Bir tek Starfell konu hakkında pek konuşmazdı. Sessizce verilen görevi yapardı sadece.
General Serhat Seçkin, felaket bölgesine askeri aracıyla giderken Starfell de onun aracında koruma olarak verilen askerlerden biriydi ve yol boyunca General’in gözü sürekli Starfell’in üzerindeydi. Starfell her zaman ona verilen emirlere harfiyen uyan birisiydi. General’in bir askerden beklenen her özelliğe sonuna kadar sadık bu asker ile özellikle ilgileniyordu. Aslında o askeri bulmak için buralara kadar gelmişti.
“Rahat olabilirsin, asker” dedi General. “Kimsenin şu anda buralarda pek fazla emir komuta zincirini umursadığını sanmıyorum, herkes burada kendisini birbiriyle aynı konumda hissediyor olmalı.”
“Kurallar her durumda geçerli olmak için vardırlar, özellikle ordu için bu böyle olmak zorundadır.”
General, Starfell’in kendinden emin bu sözlerinden memnun kalmıştı. Bu askeri kesinlikle takıma almalıydı. İkna etmesi de zor olmayacak gibiydi.
“Ne dersin, Starfell? Sence yeterli olacak mıdır, her gün böyle su dağıtmak? Vicdanını rahat ettirebilecek misin sonunda?”
Starfell şaşırmıştı, ama susmayı tercih etmişti yine. Öfkelenince ne olduğunu biliyordu çünkü.
Yazları memleketinin sahil kesimlerinde cankurtaran olarak görev yapardı. Başta Antalya olmak üzere Akdeniz sahillerini avucunun içi gibi bilirdi. Çok iyi tekne kullanırdı ve denize açılmak ona huzur getiren şeylerin başında geliyordu. Ama bir zaman sonra artık güneşin onu etkilemeye başladığını fark etmeye başlamıştı. Derisinde meydana gelen yanma hissinden bir türlü kurtulamıyordu ve sürekli nedensiz yere ateşi çıkıyordu. Doktorlar alerjidir deyip geçiştiriyorlardı. Ama sabahları kalkıp aynaya baktığı zaman o gözlerindeki mavi tona yeşil rengin de karışmaya başlamasıyla ve gitgide gözlerinin turkuaz tonda bir renge dönüşmeye başladığını görmesiyle daha da tedirgin olmaya başlamıştı. Gözün anatomisi ve fizyolojisi ile ilgili okumadığı kitap kalmamıştı. Gözün renginin değişmesinin mantıklı bir nedeni yoktu.
Okuduğu bir kaynakta somatik yani vücut hücrelerinde meydana gelen mutasyonların modifikasyonlara neden olabildiğini öğrenmişti, ama göz rengini değiştirecek kadar değildi bu mutasyonlar. Daha sonra mutasyonlardan çok renkler ve pigmentler konusuna yoğunlaştı. Bitkilerde yaprakların kloroplast organelinde mevcut olan klorofil pigmentlerinin güneş ışığını soğurduğunu ve sonra ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürerek bitkiye besin elde edilmesini sağlayan fotosentez tepkimelerini başlattığını okumuştu. Gözlerinde yoğunlaşan yeşil tonun güneş ışığını hapsedip başka bir enerji formuna dönüştürebilen özel bir modifikasyona sebep olabileceğini anlayınca sıcak yerlerde bulunmaması gerektiğine kanaat getirmişti.
Ağrı Dağı’nın soğuğu bedenine rahatlık ve zirvedeki muhteşem gece manzarası ise huzur sunmuştu ona bir süreliğine de olsa. Ama kaderinden kaçamamıştı. Güneşin ona bahşettiği gücü açığa çıkarmaktan başka çaresi kalmamıştı.
“Sana ancak ben yardım edebilirim. Benim takımıma katıl. Bir daha aynı şeyin olmamasını sağlayalım beraber. Hem gücünü iyilik için kullanmayı öğrenirsin, hem de bir daha istemediğin durumlarda bulunmak zorunda kalmazsın,” diye durumu anlattı General.
Starfell, General’in onun durumunu bildiğini anlamıştı ve ilk defa içinde aylardır biriktirdiği şeyleri birisiyle paylaşabilmenin rahatladığıyla yaşadıklarını anlatmaya başladı:
“Böyle bir şey olsun istememiştim, anlamalısınız beni. Dağdaydık. Kaç yıldır peşinde olduğumuz bir teröristin izini bulmuştuk. O piç kurusunun küçücük kızlara tecavüz ettiği, yaşlılara işkence ettiği görüntüleri izlettirmişlerdi bize. Bu yüzden çok öfkeliydim. Herkesten önce onu ben ele geçirmek istiyordum. Ama en sonunda yakalanan ben oldum. O adamın karşısındaydım, ellerim kollarım bağlı bir şekilde. Bana kendi tarafına çekmek istedi, hiç beklemediğim şekilde zihnimi etkileyecek işkenceler yaptı. Ama en sonunda dayanamadım, içimdeki öfkeye yenik düştüm. Bir parlamayla başladı her şey, sonra kendimi toprak altında buldum. Ancak bir gün sonra çıkabildim o yığından. Herkes ölmüştü, sadece o aşağılık değil, adamları da ama masumlar da.”
General, anlayışlı olmaya çalışıyordu. Gerçekten de istemediği bir şeye neden olmuştu karşısındaki asker ve bir daha böyle bir şeye neden olmamak için elinden ne gelirse yapmaya hazırdı. Bu sırrı kimsenin bilmemesi çok önemliydi, belki Türkiye için acı bir olay olarak tarihe geçecek bir felaketin bu asker baş sorumlusuydu ama ileride özel insanlar ülkelerin savunulmasının vazgeçilmez unsurları olacak, General bunun farkında birisiydi. Starfell gibi vatnsever birisi ne kadar tehlikeli olursa olsun bu tehlikeyi düşmanlarına göstermesi için yardımcı olmak General’in ve sevdiği vatanının elindeydi. Bu yüzden onu hem başkalarından hem de kendisinden koruması gerekecekti.
“İyi o zaman. Benimle gel. Hep beraber dünyayı kurtaracağız.”