22.17-5. Zaman Dilimi-7 Kasım 1970-New York, “Baba’nın Yeri”:
Evlenmemiş Anne içeri girdiğinde bir kanyak kadehini temizliyordum. Zamanı not ettim: 7 Kasım 1970, beşinci – veya batı – zaman diliminde saat akşam 10.17. Zaman Ajanları tarih ve zamana hep dikkat eder; mecburiyetten.
Evlenmemiş Anne 25 yaşındaydı. Boyu benden uzun değildi. Çocukça yanları olan alıngan bir adamdı. Tipi hoşuma gitmedi, hiç de gitmemişti zaten. Ama onu işe almak için buradaydım. Adamımdı. Onu sıcak bir barmen gülümsemesiyle karşıladım. Fazla abartıyorum belki. Yumuşak falan değildi. Ne zaman meraklının biri gelip işini gücünü sorsa “Ben evlenmemiş bir anneyim.” derdi. Adamı öldüresi gelmezse de “kelimesi dört kuruşa itiraf mektupları yazarım.” diye eklerdi. Adı oradan geliyordu. Heyheyleri üstündeyken çatacak adam arardı. Yakın mesafeden ölümcül dövüşürdü, kadın polisler gibi. Onu istememin bir sebebi de buydu, tek sebebi değil ama. Geldiğinde dut gibiydi. Etrafına ayrı bir nefretle baktığı belli oluyordu. Önüne sessizce bir duble Don Murdar koydum. Şişeyi de yanına bıraktım. Dikip kafaya yeniden doldurdu.
Tezgâhı sildim. “Şu ‘Evlenmemiş Anne’ dümeni nasıl gidiyor?” diye sordum.
Elindeki kadehi bana atacakmış gibi sıktı. Ben de tezgâhın altındaki sopayı yokladım. Zamanı kontrol ediyorsan her ihtimali bilirsin ama hesaba katacak o kadar çok değişken vardır ki asla gereksiz yere risk almazsın. Büro’nun eğitim okulunda dikkat etmeni söyledikleri şu küçük oran kadar yatıştığını gördüm. “Kusura bakma,” dedim. “‘İşler nasıl?’ diye sordum sadece. ‘Havalar nasıl?’ diye sormuşum farz et.”
Suratını ekşitti. “İdare eder. Ben yazıyorum, onlar basıyor. Aç kalmıyorum.”
Kendime bir kadeh doldurup yanına yanaştım. “Aslına bakarsan,” dedim. “yazdıkların hiç fena değil. Birkaçının kopyasını aldım. Kadın bakış açısından şaşırtıcı derecede iyi anlıyorsun.” Bunu söylerken riski göze almıştım. Kullandığı mahlasları kimseye söylemezdi. Ama öyle sarhoştu ki ancak sonunu yakalayabilmişti. “Kadın bakış açısı ha!” diye tekrar etti homurdanarak. “Ben bilmeyeceğim de kim bilecek!”
“Yani,” dedim tereddüt ederek. “Kız kardeşin mi var?”
“Hayır. Söylesem de inanmazsın zaten.”
“Hadi ama,” diye cevapladım yumuşak bir sesle. “Meyhanecilerin ve psikiyatristlerin bildiği ortak bir şey varsa o da hiçbir şeyin gerçek kadar garip olmadığıdır. Neden biliyor musun evlat, benim duyduğum hikayeleri kağıda döksen zengin olursun. Akıl alır şeyler değil.”
“‘Akıl almaz’ ne demek bilmiyorsun sen!”
“Anlat madem. Beni şaşırtamazsın. Kesin daha kötüsünü duymuşumdur.”
Yine burnundan solumaya başladı. “Şişenin geri kalanına bahse var mısın?”
“Geri kalanını bırak, yeni bir şişesine girerim iddiaya.” dedikten sonra açılmamış bir şişe koydum tezgâha ve “Anlat bakalım.” dedim. Garsona işlere göz kulak olması için bir işaret çaktım. Barın bir ucunda turşu kavanozlarıyla diğer ıvır zıvırları dizip ayırdığım özel köşeme geçtik. Öbür tarafta birkaç kişi at yarışı izliyor, biri de müzik kutusuna para atıyordu. Burada rahat rahat konuşabilirdik.
“Pekala.” diyerek söze başladı. “Öncelikle ben bir piçim.”
“Burada öyle bir ayrım yaptığımız yok.” dedim.
“Ben ciddiyim.” diye çıkıştı. “Annemle babam evli değildi.”
“Ne olmuş yani?” diye üsteledim. “Bizimkiler de evli değildi.”
“Ne?” derken duraksadı. Gözlerinde ilk defa dostça bir bakış görüyordum. “Gerçekten mi?” diye sordu.
“Tabi ya.” diye yanıtladım. “Yüzde yüz bir piçim hem de. Aslına bakarsan bizim ailede kimse evlenmez. Hepimiz piçiz.”
Gözü elimdeki yüzüğe takıldı. “Buna mı bakıyorsun?” diyerek ona gösterdim. “Evlilik yüzüğüne benzemesi seni aldatmasın. Kadınları uzak tutmak için takıyorum.” dedim. Bu antik yüzüğü benim gibi ajan olan bir meslektaşımdan 1985 yılında satın almıştım. O da milattan önce bir zaman Kıbrıs’tan almış. “Ouroboros Solucanı… Sonu olmayan, sonsuza dek kendi kuyruğunu yiyen koca yılan. Büyük Paradoks’un simgesiymiş.”
Pek ilgisini çekmedi. “Eğer gerçekten bir piçsen nasıl bir his olduğunu bilirsin. Ben küçük bir kızken–”
“Doğru mu duydum? Kimin ağzından anlatıyorsun bu hikayeyi? Demek sen küçük bir kızken… Christine Jorgensen adını duydun mu hiç? Ya da Roberta Cowell’ı? Bu muydu yani? Cinsiyet mi değiştirdin?”
“Bak bir daha sözümü kesersen anlatmam. 1945 senesinde henüz bir aylıkken Cleveland’da bir yetimhaneye bırakılmışım. Küçüklüğüm ana babası olan çocuklara imrenerek geçti. Sonra cinsellik konusunu öğrendiğimde… Ve inan bana babalık yetimhanede böyle şeyleri çabuk öğrenirsin.”
“Bilirim.”
“İşte o zaman çocuklarımın hiçbirini ana babasız bırakmayacağıma dair yemin ettim. Böylece orada ‘saf’ kalabildim. Öyle kolay bir iş değil o ortamda. Mücadele etmeyi öğrenmem gerekti. Büyüyünce fark ettim ki evlatlık alınma şansım olmadığı gibi evlenme şansım da neredeyse hiç yoktu… İkisi de aynı sebepten.” Kaşlarını çattı. “Domuz yüzlü, dişlek, kütük memeli ve düz saçlı bir tiptim.” “Benden kötü görünmüyorsun.” “Bir meyhanecinin nasıl göründüğünü kim takar ki? Ya da bir yazarın? Ama evlat edinmek isteyenler altın saçlı, mavi gözlü moronları seçer. Daha sonra da koca memeli, tatlı suratlı ve hani şu ‘muhteşem erkek tavırlı’ kızlar peşine takar herkesi.”
Omuz silkti. “Böylelerinin yanında esamem okunmazdı. Ben de K.A.L.T.A.K’a katılmaya karar verdim.”
“Ha?”
“Kadın Astronot Levazım Teşkilatı Ağırlama Kurumu, bugünlerde adı ‘Uzay Melekleri’ diye geçiyor: Uzay Mangaları için Eğlence, Levazım ve Eğitim Komutanlığı.” Bahsettiği tabirlere aşinaydım. Vaktiyle ikisinin de zaman kayıtlarını çıkarmıştım. Bu seçkin askeri hizmet teşkilatı için bizim kullanıdığımız üçüncü bir isim de vardı: Kadın Astronot Nizamiyesi Cezbe-i İtidal Kurulu. Zaman sıçramalarının en büyük zorluklarından biri de kelime anlamlarının değişmesidir. “Servis istasyonu”nun bir zamanlar akaryakıt satılan yer anlamına geldiğini biliyor muydunuz? Bir keresinde Churcill döneminde görevdeyken kadının biri bana “Bitişikteki servis istasyonunda buluşalım.” demişti; kulağa nasıl geldiğini biliyorum ama o zamanlar “servis istasyonu”, içinde yatak olacak bir yer değildi.
Anlatmaya devam etti: “Aylar, yıllar boyunca uzayda görev yapacak bu erkekleri rahatlatmaları gerektiğini anladıkları zamanlardı. Sofuların ne yaygara kopardığını hatırlamıyor musun? Bu tantana bana yaramıştı; başvuranların sayısı yok denecek kadar azdı. Eli yüzü düzgün, tercihen bâkire (eğitime sıfırdan başlamayı seviyorlardı), zekâ olarak ortalamanın üstünde ve sinirlerine hakim olabilen kızlar arıyorlardı ama başvuranların çoğu ya eski fahişeydi ya da dünyadan on gün uzak kalsa kafayı sıyıracak dengesiz tiplerdi. Anlayacağın işi bana vermeleri için güzel görünmeme gerek yoktu: Tavşan dişlerimi düzeltip saçlarımı yapacaklardı. Bana düzgün yürümeyi, dans etmeyi ve erkekleri nasıl memnun edeceğimi öğreteceklerdi. Üstüne temel görevlerim için eğitim de alacaktım. Hatta gerekirse estetik ameliyat bile olacaktım. Evlatlarımıza Canımız Feda. En güzeli de verdiğin hizmet boyunca hamile kalmamanı sağlıyorlardı ve görevin bitince de evlenmen garanti gibiydi. Tıpkı bugün olduğu gibi Uzay Melekleri, astronotlarla evlenirdi. Aynı dili konuştukları kesin. On sekiz yaşındayken bana bir dadılık işi buldular. Aslında yanında çalıştığım ailenin istediği sıradan bir hizmetçiden başka bir şey değildi ama yirmi bir yaşından önce askere yazılamıyordum. Gündüzleri ev işleriyle ilgileniyor sonra da gece okuluna gidiyordum. Evdekilere daktilo ve stenografi derslerine devam ediyorum desem de aslında Melekler’e kabul edilme şansımı arttırmak için zerafet dersleri alıyordum. Sonra bir gün şehirli bir çocukla tanıştım. Cebi yüz dolarlık banknotlarla doluydu.” dedi ve kaşlarını çattı.
“Serserinin gerçekten yığınla parası vardı. Bir keresinde cebinden bir tomar çıkarıp bana vermeye kalktı. Kabul etmedim. Çocuğa abayı yakmıştım. İlk defa bir erkek benimle alay etmiyor, bana iyi davranıyordu. Onu daha sık görebilmek için gece okulunu bıraktım. Hayatımın en güzel günleriydi. Sonra bir gece parkta mercimeği fırına verdik.” dedi ve duraksadı.
“Ya sonra?” diye sordum.
“Sonrası yok! Onu bir daha görmedim. Beni eve bıraktı, sevdiğini söyledi, öptü ve gitti. Gidiş o gidiş.” Çok sinirlenmişti. “Onu bulursam öldüreceğim!” dedi.
“Elbette,” dedim duygularına ortak olarak ve devam ettim: “nasıl hissettiğini anlıyorum ama yalnızca içinden geldiği gibi davrandığı için onu öldürmek… Çok içerledin herhalde?”
“Ha? Ne alakası var şimdi?”
“Var tabi, olmaz olur mu? Belki seni öyle bıraktığı için iki tokadı hak ediyordur ama…”
“Sandığından çok daha fazlasını hak ediyor! Bir de şunu dinle. Bu olayı herkesten sakladım ve olacağına vardı deyip geçtim. Ona gerçekten aşık değildim ve muhtemelen bir daha aşık da olmayacaktım. Artık K.A.L.T.A.K’a katılmayı her şeyden çok istiyordum. Şansım yaver gitti: bâkire olmadığımdan dolayı elemediler. Yine yüzüm gülüyordu.”
“Başımın belada olduğunu eteklerim dar gelmeye başlayınca farkettim.”
“Hamile mi kaldın?”
“Kandırdığı yetmemiş gibi bir de hamile bırakmış beni! Pinti ev sahiplerim çalışabildiğim sürece buna aldırış etmediler ama sonra beni kapının önüne koydular. Yetimhane de beni geri almıyordu. Sonunda bir sığınma evine düştüm. Bir sürü koca göbekli kadın, kıçımızda lazımlıklarla günümüzün gelmesini bekliyorduk. Bir gece kendimi ameliyat masasında buldum. Yanı başımdaki hemşire bana ‘Rahatla. Şimdi derin nefes al.’ diyordu. Yatağımda uyandığımda göğsümden aşağısı uyuşmuş haldeydi. Doktorum odaya geldi. Yüzünde gülen bir ifadeyle ‘Kendini nasıl hissediyorsun?’ diye sordu.” “‘Bir anne gibi.’ diye yanıtladım.”
“‘Doğal tabi. Sargılar içindesin ve bir şey hissetmemen için sana epey narkoz verdik. İyileşmen biraz zaman alabilir. Sezaryen diş çektirmeye benzemez.’”dedi.
“‘Sezaryen.’ diye yineledim. ‘Doktor, yoksa bebeğime bir şey mi oldu?’ “‘Yo, hayır. Bebeğin iyi durumda.’
“‘Erkek mi kız mı peki?’
“‘Sağlıklı küçük bir kızın oldu. İki kilo, üç yüz elli gram.’
“İçim rahatlamıştı. Bir bebeğim olmuştu. ‘Bu da bir şey’ diye geçirdim içimden. Kimliğine dul diye yazdırıp çocuğa da babasının öldüğünü söylerim dedim. Bebeğimi bir yetimhaneye terk edemezdim! Fakat doktorun söyleyecekleri bitmemişti. ‘Söyler misin,…’ Adımı söylemekten kaçınıyordu. ‘Tuhaf bir hormonal yapın olduğunu fark etmiş miydin?’
“‘Ha? Tabi ki hayır. Nereye varmaya çalışıyorsun?’ dedim. Çekinerek ‘Bunu sana bir seferde söyleyeceğim. Sonra da yatışman için seni uyutacak bir şeyler vereceğim. Merak etme.’ dedi.”
“‘Neden?’ diye ısrar ettim.”
“‘Şu otuz beş yaşına kadar cinsiyeti kadın olan İskoç doktoru duymuş muydun? Sonrasında ameliyat olup hem fiziksel hem de yasal olarak bir erkek olmuştu. Evlendi de üstelik bir sorun yaşamadan.’
“‘Bunun benimle ne alakası var?’
“‘Söylemeye çalıştığım bu. Sen artık bir erkeksin.’
“Doğrulmaya çalıştım. ‘Neyim?’
“‘Sakin ol. Ameliyat için vücudunu açtığımda içerisinin karmakarışık olduğunu gördüm. Bebeği çıkarırken baş cerraha da haber yolladım. Sen masada baygın yatarken konsültasyon yaptık. Ardından da saatlerce kurtarabileceğimiz kadarını kurtarmak için çabaladık. Hem dişi hem de erkek cinsiyet organlarına sahiptin. Henüz olgunlaşmamışlardı fakat dişi cinsiyet organların bir bebek sahibi olmana yetecek kadar gelişmişlerdi. Bir daha işine yaramayacakları için bu organları çıkardık ve erkek organlarını da sağlıklı bir erkek olarak gelişebileğin şekilde düzenledik.’ Elini omzuma koydu. ‘Endişelenme. Gençsin, kemiklerin uyum sağlayacaktır. Hormonal dengeni de takip edeceğiz. Sağlıklı bir delikanlı olacaksın.’
“Ağlamaya başladım. ‘Peki ya bebeğim ne olacak?’
“‘Onu emziremezsin. Bir kedi yavrusuna yetecek kadar bile sütün yok. Senin yerinde olsam onu bir daha görmezdim. Evlatlık verirdim.’
“‘Asla!’”
“Omuz silkti. ‘Karar senin. Çocuğun annesi, yani ebeveyni, sensin. Şimdilik bunları düşünüp kafanı yorma. Önce seni iyi edelim.’
“Ertesi gün bana bebeğimi gösterdiler. Onu her gün görüyor ve alışmaya çalışıyordum. Daha önce hiç yeni doğmuş bir bebek görmemiştim ve bu kadar çirkin oldukları aklımın ucundan geçmezdi. Kızım turuncu bir maymuna benziyordu. Duygularımın yerini soğuk bir kararlılık almıştı. Onun için doğru olanı yapacaktım. Gerçi dört hafta sonra artık bunun da hiçbir anlamı kalmadı.”
“Ha?”
“Onu götürdüler.”
“Götürdüler mi?”
Evlenmemiş Anne, üzerine iddiaya girdiğimiz şişeyi az kalsın düşürüyordu. “Kaçırıldı. Hastanenin bakım odasından çalındı!” Nefes almakta zorlanıyordu. “Bir adamın hayatına anlam veren son şeyi nasıl alırsın ya?”
“Gerçekten fena.” diyerek söylediklerine hak verdim. “Buyur bir kadeh daha iç. Peki bebekten haber aldınız mı?”
“Polisin takip edebileceği bir ipucu yoktu. Biri onu görmeye gelmiş, dayısı olduğunu söylemiş. Hemşirenin arkası dönükken de bebeği alıp gitmiş.”
“Eşkâli?”
“Öyle sıradan bir adam, sen ben gibi.” Kaşlarını çattı. “Bence bebeğin babasıydı. Hemşire yaşlı bir adam olduğuna yemin etti ama herhalde makyaj yapmıştı. Çocuksuz kadınların böyle dalavereler çevirdiğini duymuştum da bir adamın bunu yaptığı nerede görülmüş?”
“E sen sonra ne yaptın?”
“On bir ay daha o nemrut yerde kaldım. Üç ameliyat daha geçirdim. Dört ay sonra artık sakallarım çıkmaya başlıyordu; hastaneden çıkmadan önce düzenli traş olmaya başlamıştım. ve artık erkek olduğuma dair hiç bir şüphem kalmamıştı.” Acı acı gülümsedi. “Bakışlarım hemşire yakalarından içeri doğru kayıyordu.”
“Bana sorarsan iyi atlatmışsın.” dedim. “Karşımda normal bir erkek gibi oturuyorsun, iyi para kazandığını ve bir derdin olmadığını söylüyorsun. Hem bir kadının hayatı öyle kolay bir hayat değildir.”
Ters ters bana baktı. “Çok biliyorsun ya!”
“Ne olmuş?”
“Hiç ‘acıların kadını’ diye bir laf duydun mu?”
“Yıllar önce duydum sanırım. Bugün pek bir anlam ifade etmiyor.”
“Bu söz benim için söylenmiş gibiydi. O herif beni gerçekten mahvetti. Artık bir kadın değildim… Ve nasıl erkek olunur bilmiyordum.”
“Alışman zaman almıştır herhalde.”
“Tahmin bile edemezsin. Ne giyeceğine veya hangi tuvalete gireceğine alışmayı kastetmiyorum; bunları hastanede öğrenmiştim. Ama nasıl yaşayacaktım? Nasıl ekmek parası kazanacaktım? Araba sürmeyi bile bilmiyordum. Ticaretin te’sinden anlamazdım. Amelelik de yapamazdım. Her yerim yara bere içindeydi. O heriften nefret etmemin asıl sebebi K.A.L.T.A.K’a katılmak ile ilgili hayallerimi de mahvetmesiydi. Asıl darbeyi bunun yerine Uzay Birlikleri’ne katılmak için başvuru yaptığımda yedim. Askeri hizmet için uygun olmadığıma karar vermeleri için göbeğime bir bakmaları yetmişti. Tabip subay benimle ilgilenince umutlanmıştım ama meğer o da merakındanmış. Hakkımda yazılanları okumuş.
Ne edeyim, ben de adımı değiştirip New York’a geldim. Bir süre aşçılık yaptım. Sonra bir daktilo kiralayıp stenograflık yapmaya başladım. Şaka gibiybi! Dört ayda elime hepi topu dört mektup bir de kitap taslağı işi gelmişti. Gerçek Hayattan Efsaneler adında bir kitaptı ve kağıt israfından başka bir şey değildi. Ama yazarı olacak o mankafanın kitapları satılıyordu. Aklıma bir fikir gelmişti. Bir yığın itiraf dergisi aldım, hepsini okuyup inceledim.”
Gözlerinde alaycı bir bakış vardı. “Böyle işte. Evlenmemiş Anne hikayemi dinledin. Yazıp da satmadığım ve gerçek olan tek hikayemi. Artık kadın bakış açısından neden iyi anladığımı biliyorsun. İddiayı kazandım herhalde?”
Şişeyi ona doğru ittim. Hâline üzülmüştüm ama yapmam gereken de bir iş vardı. “Bana bak evlat, şu herifin hâlâ yakasına yapışmak istiyor musun?”
Gözleri ışıldadı. Vahşi bir parıltıydı bu.
“Dur bakalım!” dedim. “Onu öldürmeyeceksin herhalde?”
Acımasızca sırıttı. “Gör bakalım.”
“Sakin ol. Düşündüğünden fazlasını biliyorum. Sana yardım edebilirim. Onun nerede olduğunu biliyorum.”
Barın karşısından uzanıp yakama yapıştı. “Nerede o herif?”
İstifimi bozmadım. Usulca, “Bak yakamı bırak ufaklık, yoksa seni şuracıkta yere sererim; polis gelince de sızıp kaldığını söyleriz.” dedim ve sopayı gösterdim.
Ellerini çekti. “Kusuruma bakma ama söylesene nerede?” dedi. Yüzünü bana çevirdi. “Daha fazlasını nereden öğrendin?”
“Anlatacağım sakin ol. Kayıtlarını okudum: Hastane kayıtları, yetimhane kayıtları, tıbbi kayıtlar… Yetimhanenizin başhemşiresi Bayan Fetherage’dı değil mi? Sonra da yerine Bayan Gruenstein geldi doğru mu? Kızken adın ‘Jane’di değil mi? Üstelik bunların hiç birini de bana söylemediğine eminsin, öyle değil mi?”
Onu şaşırtmış ve biraz olsun korkutmuştum. “Bunlar da ne demek oluyor? Başımı belaya mı sokmak istiyorsun?”
“Hayır aksine iyiliğini düşünüyorum. Bu adamı senin ellerine verebilirim. Nasıl bilirsen öyle yaparsın. Sonrasında da paçayı kurtaracağına söz veriyorum. Yalnızca, onu öldüreceğini düşünmüyorum. Bunun için gerçekten deli olman gerek ve sen deli değilsin. Yani demek istediğim o kadar deli değilsin.”
Kadehi kafaya dikip tezgâha koydu. “Uzatma da söyle artık. Nerede o?”
İçkisini tazeledim; sarhoş olmuştu ama öfkesi onu ayık tutuyordu. “Ağır ol bakalım. Senin için bunu yapacaksam karşılığında sen de benim için bir şey yapacaksın.”
“Of… Ne?”
“İşini sevmiyorsun. Yerine dolgun ücretli, harcamalarının tümünün karşılandığı, kimseden emir almadığın, düzenli bir işe ne dersin? Yaşayacağın türlü tecrübe ve maceralar da cabası!”
Dik dik baktı. “‘Al işini başına çal!’ derim. Amma attın ha, nerede o günler?”
“Peki madem şöyle diyelim: Ben senin için o adamı bulayım. Derdin neyse hallet. Sonra sen de bahsettiğim işi dene. İddia ettiğim kadar değilse seni tutacak da değilim hani.”
Son kadeh işini görmüştü. Sallanıyordu. “Oh, onu neya zaman getireceksiin?” “Anlaştık dersen hemen şimdi!”
Elini uzattı. “Anlaştık!” dedi.
Yardımcı barmene iki tarafa da göz kulak olmasını söyledim. Zamanı not ettim.
Saat 23.00. Eğilip barın altındaki açık bölmeden diğer yana geçerken müzik kutusundaki şarkı “Ben kendimin dedesiyim!” diye içeriyi inletmeye başladı. Garsona 70’li yılların “şarkılarını” midemin kaldırmadığını söylemiş ve müzik kutusunu eski americana ve klasiklerle doldurmasını tembihlemiştim ama aralarında bu şarkının da olduğunu bilmiyordum. “Kapat şu zımbırtıyı! Müşteriye de parasını iade et!” diye bağırdım ve ekledim. “Ben kilere gidiyorum, birazdan geri dönerim.” Evlenmemiş Annemi de alıp kilere doğru yürümeye koyuldum. Kiler, tuvaletlerin karşısındaki koridorun sonundaydı. Çelik kapısının anahtarı yalnızca bende ve gündüz müdüründe vardı; oradan da anahtarı sadece bende olan bir kapıdan arka bir odaya geçiliyordu. Evlenmemiş Anne ile beraber bu arka odaya girdik.
Uykulu gözlerle odayı çevreleyen penceresiz duvarlara baktı. “Nerde bu herif?”
“Hemen geliyor.”
Odanın içindeki tek şey olan çantayı açtım: A.B.D. Yakıt Kurumu Dönüştürücü Alan Teçhizatı, 1992 serisi, 2. Model: sabit aksamları, pilleri tam dolu iken yirmi üç kilogramlık ağırlığı ve bir bavul şeklinde taşınabilir tasarımıyla tam bir ay parçası. O gün erkenden aletin ince ayarını yapmıştım. Tek yapmamız gereken dönüştürücü alanı kısıtlayan metal ağın içine girmekti.
Ağı kaldırdım. “Bu da neyin nesi?” diye sordu.
“Zaman makinesi.” diye yanıtladım ve kaldırdığım metal ağı üzerine savurdum. “Hey!” diye bağırıp geri adım attı. Bu işin bir tekniği vardır: Ağı öyle atarsınız ki hedef içgüdüsel olarak geri adım attığında kendini kafesin içinde bulur. İkiniz de kafesin içindeyken ağı bütünüyle kapatırsınız. Yoksa bazen bir ayakkabı topuğunu, hatta bazen bir ayağı dahi bütünüyle geride bırakabilir ya da zeminin bir parçasını yanınızda götürebilirsiniz. Güzel tarafı makineyi kullanmak için bunun dışında bir beceriye ihtiyacınız yok. Bazı ajanlar hedeflerini ağın içine sokmak için onlara türlü numaralar çevirir. Bense yaşadıkları anlık, büyük şaşkınlıktan faydalanıp onları kafesin içine alır ve makineyi çalıştırırım. Şimdi de aynen böyle yaptım.
10.30-6. Zaman Dilimi-3 Nisan 1963-Cleveland, Ohio-Apex Apt.:
“Hey!” diye yineledi. “Kaldır şu şeyi üzerimden!”
“Üzgünüm,” diyerek özür diledim ve ağı kaldırıp çantanın içine tıktıktan sonra çantayı kapattım. “Onu bulmak istediğini söylemiştin.”
“İyi ama sen de bunun bir zaman makinesi olduğunu söyledin!”
Ona bir pencereden dışarısını gösterdim. “Hiç Kasım ayına benziyor mu, veya New York şehrine?” O, dışarıda ilkbahar havasında yeşeren otlara aval aval bakarken ben de çantayı tekrar açıp içinden bir tomar yüz dolarlık banknot çıkardım, seri numaraları ve imzaları 1963 senesiyle uyumlu mu diye kontrol etmeye koyuldum. Zaman Bürosu ne kadar para harcadığınızı umursamaz (onlara bir maliyeti yoktur) fakat gereksiz tarih hataları yapmanızdan hoşlanmaz. Böyle çok hata yaparsanız genel bir askeri mahkeme sizi bir sene boyunca nahoş bir döneme sürgüne gönderir, örneğin insanların zorunlu olarak çalıştırıldığı ve ihtiyaçların karne uygulamasına tabi tutulduğu 1974 senesine. Asla böyle hatalar yapmam. Banknotlarda bir sorun yoktu.
Dönüp bana baktı: “Ne oldu?” diye sordu.
“Aradığın adam burada. Git ve onu bul. Al bunlar da harcaman için.”
Parayı uzattıktan sonra ekledim. “Aranızdaki mevzuyu hallet. Sonra gelip seni alacağım.”
Alışık olmayan birine yüz dolarlık banknotları ilk defa gösterdiğinizde hipnoz olmuşa döner. İnanamadı ve paraları saymaya girişti. Ben de onu koridora çıkardım ve geri giremesin diye kapıyı içeriden kilitledim. Bir sonraki sıçrayışım kolaydı: Yalnızca küçük bir dönem değişikliği.
17.00-6. Zaman Dilimi-10 Mart 1964-Cleveland, Ohio-Apex Apt.:
Kapının altında kira sözleşmemin iki hafta sonra bittiğini söyleyen bir not buldum. Bunun haricinde odada bir an öncesine göre bir değişiklik yoktu. Dışarıdaysa ağaçlar yapraklarını dökmüştü ve kar yağıyordu. Güncel banknotlarımı ayarladım. Odayı kiralarken orada bıraktığım ceket, şapka ve pardesümü giydikten sonra vakit kaybetmeden işe koyuldum. Bir araba kiraladım ve hastaneye gittim. Yardımcı hemşirenin kafasını ütülemeye başladım. Yirmi dakika kadar sonra artık bıkmış olan hemşire beklediğim fırsatı bana verdi. Kimse fark etmeden bebeği alıp oradan çıktım. Beraber Apex Apartmanı’na gittik. Sonraki adım için gereken ayarlamalar daha uğraştırıcıydı, çünkü bu bina 1945 yılında henüz inşa edilmemişti. Ama bunları önceden hesaplamıştım.
01.00-6. Zaman Dilimi-20 Eylül 1945-Cleveland, Skyview Moteli:
Makine, bebek ve ben şehir dışındaki bir motele vardık. Evvelden burada “Warren/Ohio’dan Gregory Johnson” adıyla bir oda tutmuştum. Bu yüzden vardığımızda odanın perdeleri kapalı, pencereleri kilitli, kapısı sürgülüydü ve zemini de makinenin inişini kolaylaştırmak için boşaltılmıştı. Yanlış yerde unutulan bir sandalye insanın canını fena yakabilir. Tehlike sandalyenin kendisinden değil elbette, alanın onu geri tepmesinden ötürü.
Sorun yaşamadık. Jane mışıl mışıl uyumaya devam ediyordu. Onu dışarıya taşıdım. Daha önceden temin ettiğim bir arabanın arka koltuğundaki alışveriş sepetine koydum. Yetimhaneye götürdüm ve merdiven basamaklarına bıraktım. İki sokak ilerideki servis istasyonuna (yakıt satan türden) gittim. Yetimhaneyi aradım ve görevliler sepetteki bebeği içeri götürürlerken izlemek için arabayla geri döndüm. Sonra sürmeye devam ettim. Arabayı motelin yakınlarında bir yerde bıraktım. Odama girdim. 1963 yılındaki Apex Apartmanı’na sıçradım.
22.00-6. Zaman Dilimi-24 Nisan 1963-Cleveland, Ohio-Apex Apt:
Duracağım anı iyi ayarlamıştım. Varış noktası sıfır noktasından farklıysa hesapları zaman aralığına göre ayarlamak gerek. Eğer bir hata yapmadıysam şu an Jane bu huzurlu ilkbahar gecesinde bahsettiği parkta düşündüğü kadar “uslu” bir kız olmadığının farkına varıyor olmalıydı. Bir taksi tutup şu pintilerin oturduğu evin sokağına gittim. Şöföre köşede beklemesini söyleyip gölge bir yerde pusuya yattım. Bir süre sonra ikisini sokağın başından sarmaş dolaş gelirlerken gördüm. Kapının önüne gelince de adam kıza uzun bir iyi geceler öpücüğü verdi. Öpüşmeleri sandığımdan uzun sürdü. Kız eve girdikten sonra adam yürümeye devam edip uzaklaşmaya başladı. Gidip koluna girdim ve onu sürüklemeye başladım. “Benden bu kadar evlat.” dedim. “Seni almaya geldim.”
“Sen!” derken nefesi kesildi. O durup soluklanırken ben lafa girdim.
“Evet, ben. Şimdi onun kim olduğunu biliyorsun ve biraz düşünürsen kendinin de kim olduğunu anlarsın… Ve yeterince düşünürsen bebeğin kim olduğunu da anlarsın… Ve benim kim olduğumu da.”
Cevap veremedi. Derinden sarsılmıştı. Doğal tabi, kendisi tarafından ayartılmaya dayanamayacağını yüzüne vurmuştum. Onu Apex Apartmanı’na geri götürdüm. Zamanda yeniden sıçradık.
23.00-7. Zaman Dilimi-12 Ağustos 1985-Rocky Dağları Askeri Üssü:
Nöbetteki çavuşu uyandırdım. Kimliğimi gösterdim. Ona, yanımda getirdiğim dostuma yatıştırıcı bir hap verip uyutması ve sabah da birliğe kabulünü yapması için emir verdim. Çavuş somurttu ama hangi zamanda olursanız olun rütbe rütbedir. Dediğimi yapacaktı fakat şüphesiz aklında bir daha ki karşılaşmamızda bu sefer kendisinin albay, benimse çavuş olacağım umudu vardı. Bu türden değişiklikler bizim birliklerde olabilir. “Adı ne?” diye sordu.
Adını yazdım. Kaşlarını kaldırdı. “Nasıl? Ha?…”
“Yalnızca işini yap çavuş.” dedim. Arkadaşıma döndüm.
“Evlat, artık dertlerin sona erdi. Hayal bile edemeyeceğin bir iş buldun. Bu işte iyi olacaksın. Biliyorum.”
Çavuş, “kesinlikle!” diyerek onayladı: “Baksana bana, 1917 doğumluyum. Hâlâ ayaktayım, hâlâ gencim ve hayatın tadını çıkarıyorum.” Sıçrama odasına döndüm. Bütün ayarları daha önceden belirlenmiş sıfır değerlerine geri aldım.
23.01-5. Zaman Dilimi-7 Kasım 1970- New York, ”Baba’nın Yeri”:
Birkaç dakikalık yokluğumun bahanesi olarak kilerden elimde boşa yakın bir Drambuie (Bal ve viskiden yapılan bir tür İskoç likörü) şişesiyle çıktım. Yardımcım “Ben kendimin dedesiyim!” şarkısını çalan müşteri ile tartışıyordu. “Bırak çalsın, sonra da şu müzik kutusunun fişini çek.” dedim. Çok yorulmuştum.
Zor iş olduğu doğru ama birinin yapması gerek. Özellikle son yıllarda, 1972 Hatası’dan beri birliğe yeni insanlar katmak epey zorlaştı. Dolgun maaşlı ve (tehlikeli olsa da) ilgi çekici bir işte insanların iyiliği için çalışacak birilerini ararken bulundukları yerde kafası karman çorman olmuş insanlardan daha iyi bir kaynak düşünebiliyor musunuz? 1963 yılındaki Başlamadan Biten Savaş’ın adının nereden geldiğini herkes bilir. Üzerinde New York şehir posta kodunun yazılı olduğu bomba infilak etmemişti. Bununla birlikte planlanan her şey de ters gitmişti. Bu tersliklerin hepsini biz tertiplemiştik.
Ancak ‘72 Hatası öyle değildi. Bu bizim suçumuz değildi ve geri alabileceğimiz bir şey de değil. Ortada çözülmesi gereken bir paradoks yok. Bir şey ya vardır ya da yoktur, şimdi ve sonsuza dek, amin. Bir daha böyle bir şey asla olmayacak: “1992” yılında verilen emrin diğer bütün yıllarda verilen emirlere göre önceliği var.
Barı normalden beş dakika önce kapattım. Gündüz müdürüne barın bana ait olan hisselerini ona satmayı kabul ettiğimi belirten bir not yazdım ve uzun bir tatile çıkacağım için konuyu avukatım ile halletmesini rica ettim. Notu yazar kasanın içine koydum. Büro, adamın yapacağı ödemeyi alır mı almaz mı bilemem ama giderken arkamda bir sorun bırakmadan ayrılmamı isteyecekleri kesin. Yeniden kilerin arkasındaki odaya gittim ve 1993 senesine sıçradım.
22.00-7. Zaman Dilimi-12 Ocak 1993-Rocky Dağları, Zaman İşleri Askeri Birliği:
Nöbetçi subaya göründükten sonra odama geçtim. Bir hafta boyunca dinlenme niyetindeydim. İddiasına girdiğimiz şişeyi (sonuçta kazanmıştım) yanımda getirmiştim. Raporumu yazmaya başlamadan önce bir kadeh içtim. Tadı berbattı. Nasıl zamanında Don Murdar’ı seviyordum şaştım. Ama hiç yoktan iyi olduğu da kesindi. Tamamen ayık olduğum zaman her şeyi kafaya takmaya başlarım. Şişenin dibini görecek kadar da içecek değilim ama. Herkesin olduğu gibi benim de yapacak işlerim vardı.
Raporumu tamamladım. Birliğe alınması talebinde bulunduğum kırk kişi de Psikoloji Bürosu’nun onayından geçmişti. Bunlara benim başvurum da dahildi. Zaten onun kabul edileceğinden emindim. Sonuçta buradaydım, öyle değil mi? Daha sonra müdahale bölümüne geçiş yapmak için bir dilekçe doldurdum. Personel alımı işiyle uğraşmaktan bıkmıştım. Raporu ve dilekçeyi teslim ettikten sonra dönüp yatağıma uzandım.
Yatağımın yanında asıl duran “Zaman Yönetmelikleri” belgesi gözüme çarptı:
Sakın Dün Yapma, Yarın Yapılması Gerekenleri.
Başarılı Olursan Sonunda, Sakın Yeniden Deneme.
Zamana Atılan Bir Dikiş, Bütün İnsanlığı Kurtarır.
Her Paradoksu Savacak, Bir Paratoner Bulunur.
Vakit Hep Erkendir, Düşünüp Hareket Edersen.
Geçmişte Yaşayanlar da İnsandır, Yer Gök Şahittir.
Birliğe ilk kabul edildiğim zamanki kadar beni heyecanlandırmıyordu artık bu sözler; zaman sıçramalarıyla geçirdiğim bu otuz yıllık göreli zaman beni yordu. Üzerimi çıkarıp yattıktan sonra göbeğime baktım. Artık o kadar tüylenmişti ki sezaryenden kalan yara izlerini dikkatli bakmadan farkedemiyordum. Sonra elimdeki yüzüğe baktım. Sonu olmayan, sonsuza dek kendi kuyruğunu yiyen koca yılan… Ben nereden geldim biliyorum da ya siz zombiler, ya sizler nereden geldiniz?
Başıma bir ağrı girmeye başladı ama ağrı kesici içmeyecektim. Bir daha kullanmayacağım bir ilaç varsa o da ağrı kesicidir. Bir keresinde içmiştim ve hepiniz ortadan kaybolmuştunuz. Yorganın altına girdim. Bir ıslık çalıp ışıkları söndürdüm. Aslında hiçbiriniz yoksunuz. Benden Jane’den başka kimse yok. Yapayalnızım bu karanlıkta…
Sizleri öyle çok özledim ki!
Çeviren: Ali Polatel