sis

Sis | Mikail Boz (Kısa Öykü)

Kasvetli bir bahar günüydü. Şehri sarmalayan gri bulutlar ağır ağır doğuya süzülüyor, hazımsız bir mide gibi ara sıra gürüldüyor, tehlikenin henüz geçmediğini bildiriyordu. Sabaha karşı yeni bir sağanak başlayabilirdi, meteoroloji uyarıyordu. Belki öncekinden de şiddetli olur, boğazın suları tüm kenti ele geçirirdi. Binlerce evi, işyerini su basmıştı. Bodrum katlarındaki sel sularını henüz boşaltmamışlardı bile.

Galata sakindi. Burada sel suyu duramaz, hızla Haliç’e boşalırdı. Sanki dünkü baskınlarında hiçbir evsiz ölmemişti, boğazın suları kentin eteklerini hiç ısırmamıştı… Herkes ya kulenin eteklerinde oturuyor ya da ağır aksak yürüyüşüne devam ediyordu.

Aslında aniden bastıran yeni bir sağanak eşliğinde boğazı, onun sisli melankolisini izlemek ilginç olurdu. Yağmur herkesi sürükler, koştururdu. Fakat bu olmayacaktı, birazcık daha zaman vardı.

Galata Kulesi’nde, kulenin o üç yüz altmış derecelik görüş açısının tadını çıkaran orta yaşlı, solgun yüzlü bir İngiliz çift dışında henüz kimsecikler yoktu. Gözeticiler çay arası vermişlerdi.

Çift savurganca fotoğraf çekip makinelerindeki filmi bitiredursun, onların tatlı yalnızlıkları art arda gelen iki adam tarafından bir an da olsa bozuldu. Adamlardan biri orta boylu, esmer, dökülmeye başlamış güçsüz saçları dağınık biriydi. Önünü açık bıraktığı mavili-kırmızılı montunun altında her iki yanda dörder pli bulunan lacivert kumaş pantolonu giymiş, yıllardır giyinmekten aşınmış kırmızı çizgili oduncu gömleğini de pantolonun içine sokuşturmuştu. Bu yüzden olsa gerek pantolonun ön kısmı olağandan daha iri görünüyordu. Bu haliyle hayli paspal bir izlenim uyandırıyordu. Çatık kaşları görevlileri ürkütmese belki içeri bile alınmazdı. Balkona adım atar atmaz, hafiften esen rüzgâr ile irkilmiş, rüzgârı sırtına almak için sağ tarafa yönelmişti.

Onun peşi sıra balkona giren kişi kabarık gür saçıyla hemen kendini belli ediyordu. Uzun boyluydu ve geniş omuzlarının tam doldurduğu gri-siyah çizgili bir ceket giymişti. Tıpkı meraklı turist çiftimiz gibi, sanki hiç güneş yüzü görmemişçesine solgun yüzlüydü. Uzun bacaklarıyla seyir balkonuna adım atar atmaz, bir an duraksamış ve sol yana doğru yürümeye başlamıştı. Yörüngeleri farklı olsa da, kulede buluşma ve karşılaşmanın yegane yolu buydu.

Uzun boylu adam parmaklarını metal korkuluklara vura vura balkonda tur atıyor, ara sıra duraklayıp Boğaz’ı, tarihi yarımadayı ve iyiden iyiye evlerle ve gökdelenlerle dolmaya başlayan kenti izliyordu. Pek çok kenti gezip görmüştü ve bir kente yukarıdan bakmanın yarattığı o garip duyguyu iyi bilirdi. Kentin hem içinde hem dışındaydınız. Hem ona bakıyordunuz hem de ondan bakıyordunuz. Gülümsedi. Diğeri ise kente karşı hemen hemen ilgisizdi. Kulenin İstiklal Caddesi’ne bakan tarafında durmuş, yerde ufacık gözüken kişileri izliyordu. Kendisi gibi biri var mıydı acaba aralarında? Tıpkı kendisi gibi, yersiz yurtsuz bir İstanbullu var mıydı orada?

Uzun boylu olan, onu yabancı zannetmiş İngiliz çift tarafından kibarca durduruldu. Onların garip biçimde Antik bir zamana aitmiş gibi görünen sözcüklerini dikkatle dinledi, ricalarını yerine getireceğini onaylar biçimde başını salladı. Fotoğraf çekinmek istiyorlardı, çift olarak… Deklanşöre her basışta makine otomatik olarak sonraki filme geçiş yapıyor, arka fonda kent, önde solgun iki yüz gülümseyerek orada olduklarını tescil ettiriyordu. Teşekkürler edildi ve çift, kulenin yarımadaya bakan tarafına doğru yollandı.

Hantal, tarihi bir eseri andıran makineden kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla şimdi pür dikkat kesildi ve halen sokaktaki insanları izleyen ötekiyi inceledi. Adam tedirgindi, bitkindi, yorgundu. Kuleye hiç de eğlenmek için gelmişe benzemiyordu. Ona doğru yaklaştı. “Merhaba,” dedi.

Adam derin yalnızlığından uyandırılmış gibi irkildi, sesin geldiği yerdeki yüze baktı. Onun aksanlı selamına başıyla karşılık verdi ve yeniden yüzünü kente döndü.

“Harika!” dedi beriki. Sözcüklerinde garip bir tonlama hatası vardı sanki. İlk “a”yı uzatmadan, bir solukta söylemişti.

Adam yüzünü yeniden ona çevirdi, gözlerinde az da olsa merak ışığı belirdi. Ağzını açıp, “Buralı mısın” diyecek oldu, hep öyle denirdi ya… Demedi. “Evet” deyip birkaç adım uzaklaştı. Yeniden pür dikkat aşağıya, yeni konumundan Şişhane’ye uzanan sokağa baktı.

Berikinin onu böyle hızla bırakmaya niyeti yoktu anlaşılan. Onu izliyordu. Adamın esmer, yuvarlak yüzü asık suratına tezat oluşturuyordu. “Gülmek ona yakışırdı” diye geçirdi içinden uzun boylu. Sonra bakışlarını kente yöneltti, “Güneş ve ışıltı da buraya yakışırdı” diye düşündü. Kenti ve boğazı ağır ağır sis işgal ediyordu. “Tam intiharlık hava” diye düşündü. Yerdeki insanlara yöneltti bakışlarını. Derin boşluk onu da sarmaladı. Bir an, küçücük bir an korkulukları aşıp atlamak geldi içinden. İrkildi. Geri çekildi. “Demek böyleymiş” diye düşündü. Kuleyi biliyordu. Kulede intihar edenleri… “Avusturyalı da böyle mi hissetti? Ya şair! O da ölüme koşan oğlunun ardından yeniden kuleye geldi mi? Bir suçlu gibi… İstanbul bir başka mı oldu?”

Hüzünlendi. Düşüncelerinden silkindi. Ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkardı. O esmer, intihara meyilli yüze yeniden yaklaştı. “Af edersiniz. Çakmağınız var mı?” Pek çok yabancı gibi Ğ’yi de doğru söyleyemiyordu.

Öteki iç geçirdi. Halden anlar, iyilik etmeyi severdi. Montunun cebinde tam da böyle talepler için hazır edilmiş çakmağı çıkartıp hiçbir şey demeden adama uzattı. Adam rüzgâra sırtını dönüp birkaç kez çakmağı çaktı, ateşledi, sigarasını yakıp derince içine çekti, öksürdü. Sonra paketten birkaç sigarayı yarısına kadar dışarı çıkarıp kendisine çakmağı bahşetmiş kule arkadaşına sigara ikram etti.

“Kullanmıyorum” dedi adam. Çakmağı yeniden cebine koydu, elini cebinde tuttu. Kendini eski bir montun cep astarındaki delik gibi hissetti. Deliği buldu. İşaret parmağını bu deliğe soktu. Astardaki delik biraz daha genişledi.

Uzun boylu “Neden?” dedi şaşırmışçasına, “dudağına ve bıyıklarına sinmiş sarılık tiryaki olduğunu gösteriyor”.

Beriki sol elini bıyık ve dudaklarına götürdü, “Bıraktım”.

“Anladım” dedi diğeri, duraksadı. Adamı dikkatle inceledi. Söyleyeceklerini iyice tarttığı belliydi. “Yavaş bir ölüm yerine hızlı olanında karar kıldınız yani”. Şehrin kasvetine inat kocaman bir kahkaha attı.

Öteki donmuş kalmıştı.

“Aslında hak veriyorum sana…” diye konuştu yine zoraki dostu ve sigarasını korkuluklarda hızla söndürdü. “Yani sigarayı bırakma konusunda, intiharda değil… Sigaranın tadını da hiç beğenmedim…”

Küllerini kente iyice silkelediği sigaranın kalan yarısını ceketinin cebine koydu. Küllerin aşağı uçuşunu izledi. Aşağıdaki parke taşlara dikkat kesildi. “Sanırım kulenin en iyi intihar edilecek tarafı burası… Diğer taraflarda çatıya çarpıp yavaşlama, sakat kalma riski var. Burası ise doğrudan kaldırım taşlarına… Güm! Kısacık bir acı… Sonra her şey biter!”

Bakışlarını yeniden adama yöneltti. Adamın beti benzi atmış, esmer yüzü bir anda renk değiştirmişti. Zorlukla “Nasıl?!” diyebildi.

“Nasıl mı anladım? Bunu mu demek istiyorsun? Valla çok belli! Melankolik bakışlarınızda ne bir merak ne bir yaşama arzusu var… Senin… Yüzünden düşen bin parça…”

Öteki birkaç adım geri attı. Yutkundu. Bıraksa gerisin geri seyir balkonundan çıkacak ve… İntihar edecek daha iyi bir yer bulacaktı. Buraya hiç gelmemeliydi… Keşke… Boğaz Köprüsü’ne gitseydi…  Ama işi şova dönüştürmek istemiyordu.

Şimdiyse kaçmak istiyordu. Diğeri hızla adama yanaştı, kolundan nazikçe tuttu. Adam “Bırak beni” diyebildi. Tedirgince etrafı süzdü. Bir an İngiliz çiftin kahkahalarını ve martıların çığlığını duydu.

“Kusura bakmayın” dedi adam. “Sizi… Gücendirmek istemedim.” Derince soluk aldı. “İnsanlar hep benim… Benim… Nasıl derler? Biraz alaycı konuştuğumu söylerler. Öyle değilim. Seni temin ederim! İntihar etmek istiyorsanız sizi alıkoymam! Haddime de değil bu zaten… Buyurun! İntihar edecekseniz edin!  Burada yapmaz iseniz başka yerde yaparsınız!”

Adam şaşırmıştı. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyordu. Adamın bıraktığı kolunu yavaşça korkuluğa yasladı. Kısa bir süre suskunluğu paylaştılar…

Ömrünün baharında

Bütün umutlarıyla birlikte

Paramparça oldu” dedi beriki.

“Ne?” dedi adam!

“Şair…” dedi. “Şair intihar eden oğlu için böyle yazmış! Çocuğunun, biriciğinin intiharından sonra bir daha eskisi gibi olmamış, olamamış! Tıpkı şehir gibi… Yazdığı şiirler daha melankolik olmuş! Yani… Zaman farklı biçimde akmış… Siz de…” Durdu derince soluk aldı, niye mesafe yaratıyordu şimdi? “Sen de bugün intihar edersen zamanı sonsuza kadar değiştireceksin!”

Şaşkınlığı katlandı ötekinin. Sonra utandı, hiddetlendi… Kaşları çatılmıştı. Ne olmuştu? Çoktan ölmüştü de Azrail ile laflıyorlar mıydı? Acımasızca tırnaklarını derisine batırdı. Yaşadığından emin oldu! Çoktandır yaşadığını ancak acılar vasıtasıyla biliyordu. “Neyden bahsediyorsun birader sen?”

“Senden”, dedi adam. “Senden ve zamandan. Eğer bugün intihar edersen zamanı sonsuza kadar değiştirmiş olacaksın! Hiçbir şey olması gerektiği gibi olmayacak! Anladın mı? Bunu engellemek için geldim!”

Adam ne yapacağını bilemiyordu. Kaçmalı mı, savaşmalı mı?

Kaçmayı seçti. Hızla sırtını dönüp uzaklaşmak istedi! Az önce onu yakalayıp gitmesine izin vermeyen eli yeniden kolunda hissetti! “Lütfen!” dedi beriki, “Üzgünüm! Patavatsızım ben! Burada kalın! Korkmayın! İntihar edecekseniz sadece söyleyin, uzaklaşayım… Şu İngiliz çiftin yanına giderim. Siz de o sırada istediğinizi yaparsınız!”

Adamın halen ne olduğunu anlamayan şaşkın suratı komik görünüyordu! Ömrü boyunca ilk kez gördüğü bu adam gelmiş intihar etmesini engellemeye çalışıyor ama ederse de müdahale etmeyeceğini söylüyordu! “Kimsin sen?” diye kekeledi…

“Ben kim miyim?”

Sahi kimdi o? Düşünüyordu. Bir felsefe problemi sorulmamıştı kuşkusuz… Ama… Cevaplaması güçtü…

Sonunda iç geçirdi. “İnanmazsa inanmasın” diye düşündü, “Zaman gezgini” dedi. “Gelecekten geliyorum.”

Boş ve inanmaz bakışlar…

Adam garipti. İyiden iyiye afallamış olan berikini davetsizce yanında sürükleyip sohbete ilk başladıkları noktaya götürüyordu. Bunu öyle doğal biçimde yapıyordu ki, sanki kendi isteğiyle gidiyordu oraya.

Durdular.

“Bunun pek inandırıcı gelmediğini anlıyorum” diye devam etti adam. “Hayat pek hoş gitmiyor, biliyorum. Ama biliyor musunuz? Siz büyük zincirin önemli bir halkasısınız! Siz intihar ederseniz her şey değişecek! İnanın her şey! Yapmamalısınız”

“Bırak beni gideyim, tamam intihar etmeyeceğim!”

Onu inandırmışa benzemiyordu. El halen nazikçe onu tutuyordu. “Hayır! İnanmam buna! Şu an afalladın! Korkuyorsun. Ben ne istersem onu söylersin! Hatta buna sen de inanırsın! Ama şu kuleden çıkıp yeniden evine, o köhne, baskın yemiş küflü bodruma adımını attığında bunların hepsi bir hayal gibi gelecek. Boş bulundum, bunlar saçmalık diyeceksin! Sonra gidip daha iyi bir intihar yeri bulmaya çalışacaksın! Sana bir şey söyleyeyim mi! Madem intihar edeceksin, burada et! Dediğim gibi alıkoymam seni! Haddim değil! İşte buradayız. En doğru yer burası!”

O kahverengi gözler yeniden aşağıyı süzdü! İki kişi vardı orada… Bir kadın ve erkek, yan yana bankta oturuyordu. Adam haklıydı! Ölmek istiyordu. En doğru yer burasıydı. Her şey bitmişti. Sıfırı tüketmişti. Bugün olmaz ise başka gün, başka bir yerde intihar edecekti! Kaldırım onu çağırıyordu. Birkaç saniyelik işti!

Beriki kolunu bırakmış, korkuluğa yaslanmış ona bakıyordu. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Neden bilmiyordu ama güvendi o adama.

“Haklısın” dedi. “Bugün her şey bitmeli!”

Beriki iç çekti. “Belki bir şairin oğlu değilsin. Sen öldüğünde senin adına şiirler yazılmayacak! Belki sadece üçüncü sayfa haberi olacaksın! Anlıyorum bunu! Ama dedim ya büyük bir zincirin halkasısın sen! Sen bugün intihar ettiğinde ne olacak biliyor musun? İnsanlığın ağacındaki bir dal kırılıp gidecek!” Soluklandı. “Sırf biz burada olalım ve bunları yaşayıp konuşalım diye kaç insan zincirin halkasına tutundu bir düşünsene! Yüzbinlerce, milyonlarca! Sırf biz burada olalım diye! Ve sen bugün intihar ettiğinde, işte açıkça söylüyorum, her şey değişecek! Mesela şu aşağıdaki bankta oturan kadını görüyor musun?”

Adam ona bakmasını bekledi, beriki kadına baktı, başını “evet” anlamında salladı.

“İşte o kadın sen intihar edip parçalandığında midesi bulanacak ve akşam kocasıyla sevişmeyecek örneğin. Bu ilişkiden doğacak olan çocuk da hiç olmayacak! Evet, biliyorum çocuğun annesi bile yer yer onu doğurduğuna pişman olacak. Hatta çocuk bile uzunca bir süre işçilikle geçen yaşamına isyan edip doğmamayı dileyecek ama gene de onun soyundan gelen birisi bir gün büyük işler başaracak!”

“Ya ben” dedi beriki.

“Sen dostum. Sana dostum diyebilir miyim?”

Beriki boş boş baktı! Önemsemiyordu.

“Belki de dememem gerekir, bu saygısızca… Her neyse… Sen de intihar etmez isen çok geçmeden bir kadınla tanışacak, onunla evlenecek ikiz çocukların olacak. İkizlerden birisi dünyayı büyük işler etmek için turlayadursun, diğeri kısacık yaşamına altı çocuk sığdıracak. Ve o altı çocuk, başka altı kişiyle birleşecek, içlerinden biri, senin adaşın olanı, bu aile zincirini uzak diyarlara ulaştıracak. Ve sayı katlanarak artacak! Sadece yirmi nesil sonra milyarlarca insanın kanında ve canında senden bir şeyler bulunacak! Ve o canlardan bir tanesi, yaşamak için altı ay bile şans tanınmayan, kusurlu, hastalıklı olan bir tanesi, her şeyi değiştirecek ve büyük icatlar yapacak! Sen, bugün intihar ettiğinde milyarlarca meyve verecek olan ağacın dalından büyükçe bir tanesi kırılıp yok olacak! O ağacın değerli bir meyvesi de yok olacak! Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” Soluklandı, ağzı kurumuştu. Bakışlarını meçhule yöneltti. Boğaz sisten neredeyse görünmez olmuştu!

“Yani onca yolu benim için mi geldin?”

Adam kocaman kahkahasından bir daha attı! Kahkahası seyir balkonuna o sırada adım atmış olan iki kişinin de dikkatini çekmişti.

“Aslında biliyor musun? O kadar uzaktan gelmedim! İki sokak aşağıda oturuyorum! Hemen şuracıkta! Şu puslu bankanın olduğu binanın orada! Yalnız benim zamanımda her şey biraz daha farklı! Şehir de bu kadar kasvetli ve melankolik değil!”

“Pek zahmet etmemişsin o zaman!” Biraz üzülmüştü!

“Bu biraz ironik!” Gülümsedi, “Uzaydan ve zamandan bahsediyoruz. Hemen şuracıkta oturuyorum ama bu mesafe o kadar uzak ki! Zamanda yolculuk ettiğinizde esneyen, genişleyen uzayda yolculuk edersiniz! Yarının güneşinden bugünün güneşine, onun mekanına gelirsin… Zamanı bir süreç değil, mekanın bir kesiti haline getirirsin!” Durdu, adamcağızın ilgisi hemen sönmüştü. Onun için anlamsızdı bunlar. Yeniden aşağıya bakıyordu.

“Yani ben intihar etmez isem o hasta çocuk büyük icadını yapamayacak mı?”

“İcadı bilmiyorum ama o çocuk hiçbir zaman doğmayacak! Senle birlikte o da, tıpkı diğer milyarlar gibi, asla var olmayacak!”

Öteki bir an kendini çok güçlü hissetti! Demek gelecekte her şeyi değiştirip büyük işler yapan bir torunu olacaktı! Ve her şey olmak ya da olmamak kadar basitti! Bakışlarını yerden alamıyordu. Defalarca taş kaldırıma çarptığını, parçalandığını düşledi. Kendi ölümünü düşleyebiliyordu. İstediği buydu! Buraya bunun için gelmişti. Şimdi ise bir adam çıkmış ona intihar etmemesini, her şeyi unutmasını, adını sanını bilmediği torunları ve çocukları için yaşaması gerektiğini söylüyordu. Çünkü onlardan bir tanesi… Acı çekeni…  Altı ay bile yaşamaz denilen bir çocuk… Bu çocuk dünyayı değiştirmişti. Belki de… Belki de hiç doğmamayı dileyerek…. Ve bu adam, yanındaki zoraki dost, yaşamaktan acı çeken insanların acısını görmezden gelerek yaşamak gerektiğini salık veriyordu!

Yumruğunu sıktı! Ne cüretle!

İşte o an, kısacık bir an, ölümünün kendisi için değil, soyundan gelip acı çekecek herkes için yapılacak bir fedakârlık olduğunu, kanıyla ve canıyla hissetti! Belkide bu insanlıktan ve evrenden intikam almanın yolu, onu yolundan saptırmak, varlığından mahrum bırakmaktı!

Yanındaki solgun yüzlü zaman gezginine baktı! Gülümsedi! “Kimsenin acısına alet olmayacağım” dedi kesince, “Ne kendiminkine ne de bir başkasına! Her şey bugün bitecek!”

Beriki kollarını ağır ağır korkuluktan kaldırdı. Önce kolundaki saati dikkatle kontrol etti, sonra ölüme hazır olan adamın ardındaki boşluğa baktı! Sözlerinin hiçbir tesiri yoktu. “Anlıyorum” dedi, “Seninle konuşmak yine de güzeldi. Belki de böyle olması gerek… Dediğim gibi sana engel olmayacağım. Ama sen de bana birazcık zaman ver! Şu çiftin yanına gideyim. Anlarsın ya, kimsenin beni… Suçlamasını istemem!”

“Tamam” dedi öteki, kendine uzatılan eli sıktı, ağır ağır uzaklaştı. Kendine uygun bir yer buldu. Aşağı baktı. Sis giderek artıyor, kulenin eteklerini örtüyordu.

Bir kadınla erkeğin uzaklaşan siluetini izledi. Şu çift… Akşam sevişecekler miydi?

Anlamsızdı bu! “Bırak gitsinler” diye düşündü. Şimdi boşluk onu çağırıyordu! Birkaç saniye sonra bunlar bitecekti!

Sabırsızlanıyordu! Her şey bir an önce bitsin, değişsin istiyordu. Bir şey olacaksa, o mucizevi an bu andı. Kuleye göz attı. Belki de o kız…

Evet orada, hemen beş metre ilerisinde bir kız vardı… Babasıyla İstanbul’u turlayan, yağan ve yağacak tüm yağmura dakikalardır söverken sisin romantizmine kendini kaptıran, zayıfça, kıvırcık saçlı bir kız… Kızla göz göze geldiler… Bir an…

Sonsuzca süren kısacık bir an duraksadı. Kız kaşlarını çatıp gözlerini kaçırdı.

Beriki utandı. Yüzünü yeniden sisli şehre döndü. Son siluet de kaybolduğunda adama verdiği bir süre daha bekleme sözünü tuttuğuna emin bile olmadan istemsizce korkuluklara tırmanmaya başladı. Şimdi tek bir hareket, son hareket gerekliydi.

Atladı.

Çığlık ve bağırışlar etrafta yankılandı.

Bu bir kıyımdı! O an kocaman bir ağacın dalı gövdeden kopmuş, meçhule karışmıştı.

Gök gürüldedi. Sanki bu zaman-mekân sürekliliğinin bozulduğunun bir teyidi gibiydi. Uzun boylu adam artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordu. “Çok yaklaşmıştım” diye düşündü.

Başını kaldırıp bir zamanlar evinin bulunduğu yere baktı.

Bir daha onu asla göremeyecekti.

Yazar: Mikail Boz

Ömrünün yarısını ne yapacağını, kalan yarısını da ne yaptığını düşünerek geçirmek istemeyen bir yersiz yurtsuz... Bilimkurguyu da bu yüzden seviyor...

İlginizi Çekebilir

depresyon

Depresyon | Erkan Ceylan (Kısa Öykü)

Dr. Zeynep Altın, psikiyatri kariyerinin beşinci yılında mesleğinin sınırlarını zorlayacak bir vaka ile yüzleşmek üzereydi. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin