Örümcekler muhteşem bir dansçıydı. Absente boyanmış bir gecede karar verdi buna. Karanlığın yeşil ıstırabı. Ürkütücü şimşekler. Bir kulede hapis, yalnızlığa uzanan. Kimselerin pek uğramadığı bir gözlem dünyasında, örümcekler ile baş başa ve astroloji çalışmaları ile bunalmış haldeydi. Örümcekler için kapkara ve kıllı bir vals besteledi. Yıldızlar söndü. Gölgeler kıpırdadı. Örümcekler muhteşem bir dansçıydı.
***
Ekolojik kırımın yaşandığı topraklar bize uzaktı. Yalnızca gaz maskeli ölüm taburları yaşardı orada. Onlar insan bile değildi belki artık. Ne işe yaradığı alelade mantığa aykırı devasa iş makineleri ile toprağı işlerlerdi. Fakat bazı gözlemciler ve iş güzarlar yeni metropollerdeki huzurlu yuvalarında oturmuş, dron sürülerini bu kıyamet artığı çöllere uçuruyor, oradan görüntü almaya çalışıyor, haliyle korkunç parazit devleriyle karşılaşınca varoluş krizlerine giriyorlar.
***
Hasta leylek gülüşü ile dolu bir semadan düşen çiğ toprağa karıştı. Tüm renkler bir titreşim halinde etrafımızdan geçip gitti. Şimdi, tüm gezegen bir enstrümandı.
***
Militanlarım ile sessizlik vadilerinde damlayan tanrıça gözyaşlarını kokladık. Kirpikler ve güzel irisler ektik doğumsuz toprağa. Gün batımını biçtik bir yanda. Gazolin ve çakmak, canavar arabalar. Sessizlik mabedinden uzağa baktık. Tanrıçayı gördük ağlıyorken devasa bir ekranda.
***
Müşkülpesent gözleri ile taradı acizliğimi. Deri koltuklar, siyah duvarlar, beyaz neon ve deriyle kaplanmış gece. Bir BDSM elbisesi giyiyordu ve başında kadınsı bir fötr şapka vardı. Her şeyiyle etkileyiciydi. Bir casustan ötesi, bir çeşit tanrıçaydı, gözleriyle anlayabilirdi zihnimi kemiren insan ötesi çağrışımları, insan ötesine ulaşabilirdi omuriliğimden aşağı bakarak, orada alev alev yanan kundalini nüvesini ateşleyebilirdi, bedenimden bir cehennem yaratabilirdi, hiçbir implanta gerek kalmadan.
***
Şehirlerden geriye kireç ve moloz yığınları kalmıştı artık. Onlarla birlikte sembolik düşünce de sona ermişti. Medeni insan toplulukları metropol kıyılarına vuran prezervatif ve antidepresan çöplüklerinden süzülüp kabilelere dönüşüyor, sonra burada da tutunamayıp sürülere dökülüyorlar. Hayvandan öte, insandan aşağıda, tanrıya ilk kez bu kadar yakınlar insanlar. Kendi artıklarını değerlendirmeye başlıyorlar ve içlerinden bir tanesi, eski bir polis memuru, bir alış veriş merkezinden çaldığı televizyon ile kendini sonsuzluk sahiline vuruyor.
***
Buradan öteye geçmek mümkün değildi. Ötede, sarı başakların arasında taştan hayaletler gibi yükselen heykelleri görüyorum. Sonra fırtına bulutlarının ardına saklanmış dağlar var ufukta… bu son, daha başka bir şey yok. Kadın, kabile ruhunun en teknolojik ifadesiyle bezenmiş. Sembolik düşüncenin varlığı üzerindeki aksesuarlarda kendini belli ediyor. “Bakma,” diyor. “Bir şey göremezsin.” Sahiden öyle. Yer yüzünde ıssızlık var ancak ve insanlığın ağlayan hayaleti.
***
Dünyadan artık bir hayat kadar uzaktaydım. Bir şarkıyı yaratan ruh kadar uzaktım ona. Plüton’da, bir yer altı sığınağında, insanlıktan arta kalan bir mantığın bozularak çözülmek yerine, sıklaşıp nasıl da başkalaştığını, adeta yüceldiğini sembolize eden idollerle karşı karşıyaydım. Tüm bu şeyleri nasıl yarattığını merak ediyordum. Sormaya cesaret etmedim. O bana kendisi söyleyecekti. “Yer çekimsizlik yetti aslında,” dedi. “Beynimin yapısı değişti. Onların arzuladığı forma kavuştu. Bir geometri…”
***
İçeride nükleer silah ve uyuşturucu kullanmak yasaktır.
***
Radyoaktif ilahiler sabahın sakin pusunu karşıladı. Bodhisatva bir nükleer silahın üzerinde gösterdi kendini. Sağ kolu havadaydı. Tapınaklardaki dharma çanları yüz kez vurdu. Yüz birincide Mahabharata çığlığı doldurdu gökyüzünü. Sirenlerdi öten. Yüzlerce şehirden, yüzlerce tesisten geliyordu ses. İnsanlık habersiz yakalanmıştı buna. Mahakala nihayet gelmişti. Kali Yuga internetinden başka, çağ ötesi yeni bir internet tasarlamıştı kendine ve ilk bildirisi “yıkımdı”. Biraz sonra bodhisatva emri verdi. Nükleer silah ateşlendi.