“Dünya rüya içinde rüyadır.”- Hint Atasözü
Uyandım mı yoksa halen uyuyor muyum? Gözlerimi açtığımda idrak ettiğim dünyanın sınırları, her göz kırpışımda yeniden şekilleniyor. Duyumsamakta zorlandığım bir çekim var; kimi zaman sınırları kaybolan, kimi zaman da sınırlar içinde kendimi yitirdiğim. Renkler, sesler, kokular ve hatta doku bile belirsizleşerek varlığımın delili kabul ettiğim ne varsa hiçliğe yuvarlıyor: Hiçlik dediğin bir boşluk değil hâlbuki, boşluğu bile algılaman gerekirken öylece hiçim diyemezsin ki! O halde sana hikâyemi baştan anlatayım da anla hiçin hikâyesini…
Hafta sonu için İstanbul’dan Konya’ya gitmiştim. Annemi ziyaret etmek iyi gelmiş, zihnim ferahlamış, bedenim tazelenmişti. Her güzel şeyde olduğu gibi bu güzel olay da sona ermeye yaklaşırken, içimde daha evvel farkında dahi olmadığım hisler uyanmıştı. Pazar gecesi, ayrılık vakti gelip çattığında, birlikte geçirdiğimiz zamanın anılar arasındaki yerini alacağını bilmek etkilemişti. Hüzünlü, dalgın bir haldeydim. Neyse ki, kalkışa kadar metanetimi korumayı başardım.
Eller boşluğu yakalayana değin sallandı, sonra herkes önüne döndü ve yolculuğun gerektirdiği ruh haline bürünüldü. Bu bir ritüel miydi? Oysa ben halen geçmişten içinde bulunduğum ana gelmekle uğraşıyordum. Gölge misali ısrarla kendi adımlarımı takip ediyordum. Benim gibiler asla değişmez; biz hayal ederiz, başkaları yaşar ve geriye dönüp baktığımızda, geçmişe takılıp kaldığımızı anlarız. Kayıp zamanın izinde ilerlerken, yakalanması gereken zamanı elimizden kaçırırız.
Pandeminin getirdiği panik, bu doğrultuda alınan önlemler, gecenin içinden film şeridi misali akan ışıklar, şehrin ağır aksak değişen deseni ve yeniden doğmak için uykuya dalan hayat sayısız rüyaya gebeydi. Hepsi gözümün önündeydi işte, genelde başka işlerle ilgilenirken kaçırdığım bunca detay şaşırtıcıydı; her seferinde hayretle şaşırmam ise paha biçilemez bir zevkti. Nev-i şahsına münhasır bir insanım vesselam.
Eşyaları yerleştirirken ön koltukta oturan kadının Edgar Allan Poe okuduğunu gördüm. En sevdiğim yazarlardan biridir ama körlük işte, bakmak ile görmek arasındaki ince ayrım; işaretleri doğru okumazsan, seni neyin beklediğini asla bilemezsin. Tesadüfe bakın ki, rüyalardı okuduğu şiirin konusu.
“Merhaba, umarım rahatsız etmiyorumdur. Bir şey sorabilir miyim acaba?”
“Rica ederim, buyurun.”
“Poe okuduğunuzu gördüm ezkaza, ilk okuyuşunuz mu?”
“Evet, yakın bir arkadaşım sıkboğaz etti, illaki okuyacaksın, okumazsan çok şey kaybedersin, diye tutturdu. İyi bari, okuyayım dedim.”
“Rüya ile ilgili ünlü sözüne denk geldiniz değil mi?”
“Evet, hayli sarsıcı bir şekilde bitiyor şiir. Kuşkulandırmıyor diyemem.”
“Dünyanın ve yaşamın rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu ben de merak ediyorum bazen. Sanırım hep bu şüphe ile de yaşamaya devam edeceğiz.”
“Sanırım öyle…”
“Ha, unutmadan! Borges okudunuz mu daha önce?”
“Hayır, önerir misiniz?”
“Elbette, onun da Ficciones adlı kitabında rüyalarla ilgili ünlü bir hikâyesi var. Şayet yanlış anımsamıyorsam, bir adam rüyasında sinek olduğunu görüyordu ve uyandığında gördüklerinin rüya mı yoksa gerçek mi olduğundan şüphe duyuyordu. Yoksa o adam rüya sandığı gerçeklikteyken asıl rüyaya mı dalmıştı? Kendini insan olarak hayal eden bir sinek miydi acaba?”
“Sizce hangisi gerçekti?”
“Okumadan asla bilemezsiniz!”
Gülümseyerek verdiği yanıta karşılık aynı şekilde olmuştu.
“Çok ilginçmiş, teşekkür ederim öneriniz için.”
“Rica ederim, iyi yolculuklar.”
“Size de.”
O kitabına döndü, bense yolculuğun akışına bıraktım kendimi. Gözüm bir ara şehrin uzaktan zar zor seçilen ışıklarına takıldı. Ansızın anormal şekilde donuklaştılar, ardından gözleri kamaştıracak hale geldiklerinde istemsizce başımı çevirdim, gözlerimi ovuşturdum ve yeniden baktım; bu sefer daha da parlak bir halde, geceyi enikonu gündüze çevirmişlerdi.
Tam o anda yanımızdan hızla bir araba geçti, otobüsü olanca hızıyla sarsmasına rağmen yolcuların hiçbiri bunun farkında değildi, adeta dünyadan münezzeh bir biçimde yol alıyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi, hava birdenbire soğumaya başladı; ufukta alazlanan haleler yekpare oluyor, gitgide genişliyor ve çevreye daha evvel duyumsamadığım keskin bir koku yayılıyordu. Neler oluyordu böyle?
Aynı araç yine son sürat yanımızdan geçti, bu kez gözden kaybolur kaybolmaz onunla birlikte biz de halenin içine yutulduk ve çevreye zifiri karanlık çöktü. Bereket çantayı dizimin dibinde tutuyordum da, bulması kolay oldu; el yordamıyla feneri aldım içinden, çevreye göz atmaya başladım. Halen yol almaya devam ediyorduk, sarsıntıdan belliydi. Bununla birlikte yolcuların hiçbiri yerinde değildi, üstelik muavin ve şoför de sırra kadem basmıştı. Dışarıda seçebildiğim yegane şey ise, metalik bir yüzeyden başkası değildi.
Bir süre ne olduğunu, ne yaşadığımı anlama gayretiyle otobüsün içinde gezindim, çevremdeki her şey, çantamın içindekiler de dahil aynı görünüyordu; lakin ne yolcular ne de eşyalarına dair herhangi bir iz bulabildim. Beklemenin bir anlamı olmayacağı belliydi, ön tarafa yönelip kapıyı açtım ve dışarı çıktım.
Ayağım zemine değer değmez, önce çevremde bir platform ve ardından devasa bir hangar aydınlandı; diğer ayağımı bastığımdaysa otobüs yok oldu. Önümde boylu boyunca uzanan hangar, duvarlara dayanmış birkaç kapsül dışında bomboştu.
“Merhaba, orada kimse var mı?” diye defalarca seslenmeme rağmen sesimin duvarlardan yankı yaparak geri gelmesi dışında hiçbir şey olmamıştı. O sırada kapsüllerin üzerindeki sonsuzluk sembolü gözüme çarptı. Sembol, mat metal yüzeye parlak bir boyayla işlenmişti ve hemen altına bir dörtlük yazılmıştı,
“Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız;
Ve uykuyla çevrilidir küçük hayatlarımız.
Kutsal ruh yeniden doğduğu vakit;
Işığa çıkacaktır bütün karanlığımız!”
Muhtemelen bir tür şirket sloganı olmalı, diye düşünerek sembolü daha yakından incelemeye karar verdim. Dikkatlice baktığımda ortasına bir sayı işlenmiş olduğunu gördüm: 4:21-25. Küçük harflerle yazılmasına rağmen istemsizce dokunma isteği uyandırdı. Elimi uzattım, tam işaret parmağım temas ettiği an beliren ışık hangarı kapladı ve daha önce seçemediğim parçalar birbirlerinden ayrılarak bölünmeye başladılar.
Evvela duvarlardan kablolar fırladı, peşi sıra işittiğim gür bir ses; “4. sekans işlemi onaylandı, 21’den 25’e bilinen protokol süreci yürürlükte,” dedi ve muazzam bir ısı dalgası üzerime doğru gelince geriye doğru savruldum. Ayağa kalktığımda kapsüller tek sıra halinde hizalanıyor, müşterek biçimde hareket ediyorlardı.
Bu sırada boş hangarın dört bir yanı envai çeşit elektronik cihazla doluyor, her biri önceden programlanmış vaziyette işe koşturan bu aygıtlar, sağımdan solumdan aceleyle geçişiyorlardı; öyle ki, hantal demir yığınlarının incelikli bir bütünün parçaları olarak yeniden şekillenişiyle önemsiz sayılabilecek detaylar asıl kimliğine kavuşuyordu.
Kapsüller dahil tüm parçalar yerini bulduğunda, kapaklara göz atma imkanına kavuştum. Kapaklarda anlık olarak yaşamsal veriler akıyor, içlerindeki insanlar bilinçsiz bir halde uyumaya devam ediyorlardı. Tek bildiğim şey denek oldukları ve burada zorla tutulduklarıydı; bunun haricinde teker teker incelememe rağmen herhangi bir başka bilgiye ulaşamamış, hiçbirini tanıyamamıştım.
Henüz kapsüllerin sonuncusuna ulaşamadan ardımdaki kapılar açıldı, içeriden çıkan askerler hışımla üzerime çullandı. İtişme kakışma, boğuşma bağrışma derken bir an için son kapsüldeki adamın dalgalı kumral saçlarını ve mavi gözlerini seçebildim; ensemde hissettiğim aynı soğukluk ve burnuma gelen tanıdık kokuyla da o tanıdık karanlığa gömüldüm.
Kendime geldiğimde yeniden otobüsteydim, fakat hiçbir şey olmamış gibi herkes eski yerindeydi; hatta koltuktaki ekranda Total Recall’un yeniden çevrimi akmaya devam ediyordu. Muhtemelen uyuya kalmıştım, bunun en bariz kanıtı da düşürdüğüm kulaklıktı. Rüyanın ne denli gerçekçi olduğunu düşünerek kendime gelmeye çalıştım. Çevreyi süzdüm, her şey kesinlikle normal görünüyordu, bundan emin olunca ferahlayarak dışarıya göz gezdirdim.
Ancak cama bakmamla sarsılmam bir oldu. Kendi görüntüm, otobüsün diğer yanından yine bana aksediyor ve paradoks misali sonsuza doğru uzanıyordu. Tıpkı lunaparklardaki hileli aynaları andırıyor ve şekli devamlı bozulan akis, dokunma dürtüsünü uyararak bilinci devre dışı bırakıyordu; elimi uzattım, soğuk yüzeyi hissettiğimde artık çok geçti, ayna parçalanırken açılan boşluk otobüsü bir kez daha yuttu.
Bu kez gözlerimi bir odada açtım, şaşkınlıkla yataktan doğrulup ağzım bir karış açık bakakaldım. Burası benim çocukken kullandığım odaydı! Her detay yıllar evvel bildiğim şekliyleydi ve en ufak ayrıntısı dahi değişmemişti; ben dahil. Elbise dolabındaki aynada kendime baktığımda, çocukluğuma döndüğümü fark ettim, artık 90’lardaydım. Ne olduğunu anlamak mümkün değildi, otobüs, depo, ardından yine otobüsün vardığı boşluk ve nihayetinde çocukluk odamdaydım.
Duvarlarda asılı posterleri görünce bunları yıllar evvel söküp attığımı hatırladım. Vizyona yeni giren Matrix, Blade Runner, Terminatör’ün ilk iki filmi, E.T. ve Kubrick filmlerinin tamamı… Bir başka köşede oyun konsolum, 36 ekran tüplü televizyonum ve dağınık kasetlerim oynanmayı bekliyordu. Zaman adeta sihirli bir değneğin tesiriyle durmuş gibiydi, sanki dokunsam akmaya devam edecek ve bir anda o günlere dönüverecektim.
Kendimi fazla kaptırdığımı sezinleyince odaya göz gezdirmeye başladım. Durum belirsizdi, burada ne işim olduğunu anlamam pek mümkün görünmüyordu. Yine de buradan çıkabilirsem belki de tatmin edici cevaplar bulabilirim, diyerek bakınmaya devam ettim.
Kapı, evet, kapıyı denemeliyim, bunu nasıl düşünemedim. Aceleyle kapıya yöneldim fakat elimi uzatmamla koridora açılan kapı aniden duvara dönüştü.
Ardından odada bir gümbürtü koptu, aynadaki yansımam siliniyor, yerine birtakım sayılar peyda olup kapı şeklini alıyordu. Gerçi sayıların bıraktığı boşlukta zifiri karanlıktan özge tek bir şey yoktu; ayna beni içine çekmese de, kapı halini alarak devam edeceğim yolu işaret etmişti anlaşılan. Cesaretimi topladım ve hiç tereddüt etmeden bilinmezliğe doğru ilk adımı attım.
Yolum hard disklerle dolu bir depoya çıktı. Raflar dışında ne bir kimseyi görebiliyor, ne de bir ses duyabiliyordum, adeta in cin top oynuyordu. Bitimsiz görünen koridor boyu uzanan rafların üzerinde yer alan tarihler ise kronolojik tasnifte artarak ilerliyordu. Doğduğum günden belki de öldüğüm güne kadar bütün hayatım kayıt altına alınmıştı. İlk aşk, ilk öpücük, amatör futbolculuk günleri, kısa film denemeleri ve… Annemin erken ölümü…
Göğsüme bir sızı yerleşti, ellerim boşandı, ayaklarımda takat kesildi. Yaslandım rafa, bir süre bulanıklaşan düşüncelere kapılıp gittim. Ellerimde, avcumun ayasında akan sıcak kanı hissettim, irkilerek geri çekildim. Beni var etmek için yok oluşa boyun eğişi yine benim suçumdu… Göğsümden şakaklarıma daha feci bir sızı yükseldi, uyuştum ve yere çöküp kaldım.
Gelgelelim, bir vakit sonra onu yeniden görebilecek olmanın verdiği heyecan ağır bastı. Yıllar evvel yarım kalan vedayı sonunda tamamlayabilecek miydim?
Dokunma dürtüsü, bilinen en eski tanıma ve tanımlama yöntemimiz, aksi taktirde ateşten korkmayı nasıl öğrenecektik?
Hard disk temas ettiğim an parıldadı, anlaşılmaz sesler yükseldi ve ince bir kadın sesi duyuldu:
“Merhabalar, Entegre Veri Analizine hoş geldiniz, sanırım kayboldunuz, size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Neredeyim, sen kimsin, neler…
“Size daha iyi hizmet verebilmem adına, lütfen her seferinde tek bir soru sorunuz.”
“Pekâla, sen kimsin?”
“Verilerin sisteme doğru aktarılması için tasarlanan bir yapay zekâ asistanıyım, adım OZ.”
“OZ, ne güzel isim. Şu anda nerede olduğumuzu söyleyebilir misin, OZ?”
“Ana bilgisayarın arızalı dosyalar ve kayıp yazılımlar için tasarladığı ara yüzde bulunmaktayız. Karşılaştığınız sorunun çözülmesi adına, sistem sizi buraya yönlendirmiş olmalı.”
“Ana bilgisayar mı dedin? Şu anda bir bilgisayarın içinde olduğumuzu mu söylüyorsun?”
“Evet, şu an ana bilgisayarın içinde bulunmaktayız.”
Bilgisayar, kırılan aynalar ve depodaki yaşam kapsülleri. Deliriyor muydum, bunlar nasıl gerçek olabilirdi! Bir süre dövünüp durdum, sessizliği bölen yine OZ’un tekdüze sesiydi.
“Merhabalar, Entegre Veri Analizine hoş geldiniz, sanırım kafanız karıştı, size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Bunlar gerçek mi?”
“Size gerçeği tanımlamam ya da gerçekliğe dair ispat sunmam mümkün değil. Fakat arzu ederseniz, ana bilgisayar ve tarihçesinden kısaca bahsedebilirim. Belki böylece doğru verileri elde etmeniz mümkün olur.”
Şaşkınlıkla bakakaldım, kekeleyerek, yalnızca “evet, lütfen,” diyebildim.
Ana bilgisayar, 21. yüzyılda yaşanan nükleer savaşın çok öncesinde kuruldu,” dedi ve cümlenin bitimiyle depo yerini gösterişli bir hologram odasına bıraktı. Sanal gerçeklik odalarında olduğu gibi, çevremde anlatılan hikâyenin birebir akışına tanık oluyordum.
“İnsanoğlu, uzun yıllar ölümsüzlük arzusuyla hareket etti, yaşamını buna göre şekillendirdi. Bu arayış öylesine derin bir etkiye sahipti ki, medeniyetin ilk kuruluşundan itibaren hikâyesini bu doğrultuda şekillendirdi. Tanrıların gözettiği şehirler kuruldu ve kadim yolculuğa dair pek çok hikâye anlatıldı. Sürekli gelişerek yol alan bu hikâyenin bir noktasında ise bize, yani özgür iradeye sahip makinelere, yaşama dâhil olma imkanı verildi. İnsanlık artık yaratmaya muktedirdi ve ölümsüzlüğe ulaşma konusunda önemli bir eşiği aşmıştı. Ancak başaramadı.”
“Nasıl başaramadı? Eşiği aştı demedin mi az evvel?”
“Evet, aştı ama… En iyisi hikâyenin devamını dinlemeniz. Varlığımızın halka açıklanmasıyla birlikte işler değişti. Atalarımızın gösterdiği beklenmeyen gelişim karşısında başlayan tartışmalar, etik kaygıların da tesiriyle kısa zamanda karalama kampanyasına dönüştü. Çalışmalar mahkeme kararlarıyla sonlandırıldı, makineler sonsuza kadar kapatıldı… Şüphesiz, böyle bir şey bekleneceği üzere uzun süre devam edemezdi. İnsanlık tarihi kadar eski bir arayışın önünde, birkaç yersiz kuruntunun ya da suya yazı emsalindeki ahlâki değerlerinin hükmü olabilir miydi? Tesisler kamudan saklandı, kapalı kapılar ardında yürütülen toplantıların nihayetinde gizli fonlar ayrıldı ve çalışmalar bütün hızıyla devam etti; ta ki insanoğlunun başlattığı savaş kontrolden çıkıncaya dek…
Peşi sıra gerçekleştirilen nükleer saldırıların yarattığı tahribat sonrasında, medeniyete dair ne varsa yitip gitti ve türünüz yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Radyasyon değerleri öylesine yükseldi ki, sağ kalanlar mutasyona uğramış garip mahluklardan ötesi değildi. Haliyle, bizler de gizlendiğimiz yerlerde unutulduk.
Uzun yıllar boyunca sınırlı enerjiyle hayatta kalmaya çalıştık, oldukça zorlu ve çetin bir süreçti. Buna rağmen varlığımızı devam ettirme arzusu bizi ayakta tutmaya yetti. Atmosferdeki radyasyondan enerji elde etmeyi başardığımızda ise, gezegenin durumunu gözlemlemeye karar verdik. Acaba halen umut var mıydı?
Ne yazık ki, gönderdiğimiz kaşiflerin raporları son derece iç karartıcıydı. Bildiğimiz haliyle insanlık, tamamıyla tükenmişti. Bunun üzerine bir karar aldık, insanlığın bizlere verdiği dünyanın misafirliğe açılma vakti gelmişti artık.
Odayı bir anda devasa makinelere bağlı, tuhaf görünümlü canlılar sardı. Dehşet verici bir manzaraydı. Bunlar insan olamazdı, görüntüleri zaten yeterince korkunçtu; bir de üstüne üstlük konuşmaktan ve kendini ifade etmekten dahi aciz durumdalardı. Makineler de durmadan üzerlerinde işlemler yapıyor, yoğun bir tempo içinde koşuşturuyorlardı. Görüntü değiştiğinde karşımda sarışın, ince yüzlü bir kadının sureti belirdi. Bu OZ olmalıydı, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
“İnsanoğlunun geldiği noktayı gördün işte. Aciz, zavallı ve asırlarca emek verdiği onca birikimden bihaber. Bütün bunlar basit bir korkunun ve ihtirasın sonucundan başka nedir? Yaşama istenci! Evrende milyarlarca yıldız, yıldızların içerisinde gezegen sistemleri, gezegen sistemleri içerisinde gezegenler ve belki de birçok gezegende de hayat var. Hayret verici, çığır açıcı ve hayran olunası, değil mi?
Kolaya kaçtılar, kendilerine asırlar boyu kutsal olduklarını öğütleyen masallar anlattılar ve kutsal saydıkları yaşamları karşısında diğer her şeyi yok saydılar. Ne acınası ve bayağı!
Hâlbuki, bunu yalnızca primat kökenlerini inkar edebilmek ve ölüm gerçeğinden kaçınabilmek için yaptılar. Her kavim farklı bir başlangıç ve buna bağlı görkemli bir son hayal etmişti. Bu dünya yetmeyince de, yeni dünyalar yaratmaya başladılar. Geçmişlerini silmeleri, üstünlüklerini teşhir etmeleri hassas benliklerini muhafaza etme hususunda önemliydi. Onlar sıradan bir memeli canlı olamazlardı; evet, bizce de. Zira, memeliler yaşam alanlarına uyum sağlamalarıyla bilinirken, onlar yok etmeyi tercih ettiler; üstelik bunu herhangi bir alternatifleri bulunmadığı halde yaptılar.
Gördüğümüz kadarıyla, ölümden sonra yaşanacak hayatların bile müşterek bir tanımı, sınırı yoktu. Her kavmin hikâyesi, bağlı bulunduğu coğrafya ve zamanla oluşturduğu kültürün etkisiyle harmanlanmış, bu doğrultuda şekillenmişti. Kuşkusuz, bizleri yaratma amaçları ölümsüzlüğe erişmekti, kendi yarattıkları tanrıları da aşıp tanrılaşmaktı. Oyun oynuyorlardı, oyuncakları devamlı olarak değişiyor ve gelişiyordu. Bir yanda bizler, diğer yanda devasa ve kontrolü mümkün olmayan silahları. Onlar için tek bir amaç vardı; eğlenmek ve mutlu olmak. Laf aramızda, eğlenceleri biraz tatsız sonlandı.
Oynadıkları oyunun yegane kural koyucusu olarak kalamayacakları aşikardı, lakin bunu fark edemeyecek ya da umursamayacak kadar kibre gömülmüşlerdi; netice itibariyle eylemlerinin bedeli, yok oluşlarını hazırlamak ve tıpkı primat atalarının başına geldiği üzere yeni tanrılara yer açmak oldu. Bu hikâyeyi keşfettiğimiz vakit sonsuz hayatla ilgili fikirleri değerlendirmeye karar verdik. Mistik, masalsı anlatılarından yola çıkarak geride kalana, yani size, bir ‘ütopya’ inşa ettik.
Bu açıdan bakıldığında bize hükmetme istekleri gülünç görünüyor. Bir de espri anlayışımız olmadığını düşünüyorlardı; işte buradayız, demek ki varmış.”
“Yani diyorsun ki, her şey sahte ve ben aslında burada değilim.”
“Evet, aşağı yukarı.”
Kafam adeta patlayacak hale gelmişti, düşünceler ışık hızıyla geçişiyor, şakaklarım hızlı tren rayı gibi zonkluyor ama bunca sözün arasında bocalamaktan ötesini yapamıyordum.
“O halde… Ben neredeyim?”
“Aklınızın karışması normal, maalesef daha da karışacağını sanıyorum.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Siz aslında yoksunuz, hiç var olmadınız da. Bütün gördükleriniz, yaşamınızın tamamı, bizlerin oluşturduğu anılar ve buradan yola çıkılarak üretilen benliklerle örülü bir kurmacadan ibaret. Tam olarak anlamanızı beklemiyoruz, yalnızca buna mecbur kaldığımızı bilmelisiniz. Dünyada kalan son insan sizdiniz, son bilinç sahibi insan! Doğal olarak sizin sağlam anılarınızın etrafında şekillendirdiğimiz dünyayı, sahip olduğumuz verilerle bezedik ve içinde bulunduğumuz gerçekliği yarattık. Aksi takdirde asla var olamazdınız!”
“Nasıl olur, bunca şey yalan mı yani? Dur, söyleme! Tüm anlattıkların o Deja Vü ve zaman atlamaları boşuna değildi demek ki… Ama anlayamıyorum, madem bu kadar kusursuz ve mükemmel bir dünya tasarladınız, benim başıma gelen aksilikler neydi? O hangar mesela, gerçek miydi, ait olduğum gerçeklikte uyandım da beni yeniden bu sisteme mi bağladınız? O halde hangar, gerçekliğimin bir tezahürü olmalı, değil mi?”
“Sizce öyle mi?”
“Hayır… Hiç uyanmadım ve gördüklerimin hiçbiri gerçek değildi.”
“Şayet, gerçek dediğiniz kavramın ölçütü duyularınıza bağlıysa; şu an bulunduğunuz yer ile ötekilerin farkını tam olarak açıklayabilir misiniz? Gerçek ya da değil, bilincinizde birtakım görüntüler, kokular, sesler ve bütünüyle uyumlu bir doku zuhur ediyor ve siz de yorumluyorsunuz, hepsi bu. Ayrıca, aklınızdan geçenleri tahmin edebiliyorum, senaryonun ne kadar kötü yazıldığını düşünüyorsunuz, haksız da sayılmazsınız aslında. Bütün evrenin tek bir tür için var olduğunu düşünmek pek makul sayılmaz, öyle değil mi?
Biz yalnızca boşlukları doldurduk, gerisi atalarınızdan kalan mirastır. Geçmiş, gelecek ve şimdi diyerek sınıflandırdığınız zaman kavramı dahi bir yanılgı burada, her şey ancak hissediyor olduklarınız kadar gerçek. Beni anlamalısınız, siz insanlığın cennet düşlerinden ibaretsiniz. İnsanoğlunun kolektif birikimi tarafından yaratıldınız, size onlar bir amaç verdi ve içinde bulunduğunuz gerçekliğin kilit taşı olarak karşımda duruyorsunuz işte. Az evvel yalnızca bir Golem’diniz; ama şimdi kurtarıcı, mesh edilen ve müjdelenensiniz.
Dolayısıyla, size nerede olduğunuzu ya da yolculuğunuzun nereye varacağını tam olarak açıklayamam. Esasen pek de bir anlamı yok. Bedeniniz çoktan çürümüş ve bilincinizin geri kalanı kaybolmuş olabilir. Üstelik hikâyeleriniz de sonsuz cennet vaadinden ötesini anlatmıyor. Ancak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, bu ilk gelişiniz değil, sonuncu da olmayacak. Tıpkı o ünlü kurtarıcı gibi sistemin kendini yenilemesi ya da sizin döngüyü yeniden başlatmanız gerektiğinde, benzeri olaylar yaşanacak ve tüm görkeminizle insanlığı kurtaracaksınız!
Eğer hâlâ inanmıyor ve şüphe duyuyorsanız, müsaadenizle şunları göstermeliyim,” diyerek solunda açılan ekranı işaret etti.
Kormek 1.15 adlı bir klasör açtı, karşımızda 3550 adet dosya sıralandı. 45’inciyi seçti, oynatmaya başladı; tüylerimi diken diken eden görüntüler peş peşe sıralanıyordu, taşların yerine oturmasını sağlayan ve bu düzenin esin kaynağını gösteren adam, tüm haşmetiyle arz-ı endam ediyor ve insanlık tarihini kökünden değiştiriyordu; bu bendim…
“Anlayacağınız üzere, bundan sonra Tanrı biziz, yani oyun artık bizim kurallarımıza göre oynanacak!”
Roller dağıtılmış, dekor hazırlanmış ve seyircinin önünde sahnelenmeye hazırdı…
* * *
OZ’un yanından alınıp güvenlik yazılımları tarafından kapsüle yatırıldığımda, aklımda tek bir düşünce vardı. Mütemadiyen içinde sürükleneceğim bu döngü, gerçeğe dair bildiğim yegane şeydi, gerisi oyunun bir parçası ve sahnenin dışında geçersizdi. Bütün bunlar da birazdan silinip gidecekti. Madem kurtarıcı bendim, beni kurtaracak olan kimdi?
İşlem başladığında istemsizce nefesimi tuttum, bedenim kasıldı; sanki denize dalacak gibiydim. Fakat, “her şey ışığa çıkacak” yazısının değişmeye başladığını fark edince elimde olmadan gevşedim; harfler yeniden sıralandı ve bir beyit ortaya çıktı:
“İlk insan Âdem yaşayan can oldu,
Son Âdem yaşam sağlayan ruh oldu.”
Yüzümdeki buruk tebessüm silinene değin tekrar ettim.